^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

11 Eylül 2007

LALE MULDUR // 5'den 7'ye NILGUN





Nilgun'e...


"She was once twice three times a Lady"L.M

Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz .

P:Pelerinleri vardi.Trenckot giymedi.Fevkalade gunesli havalarda sokaga cikmadi.
S:Soyluydu. Hircindi. Guzel ve ozgurdu. İster istemez ve bile isteye rahatsiz etti;kahkahalari, safkan atlari ve uzlasmazliklariyla.
G:'Grande Dame' familyasindandi.Beyaz eldivenler, kabarik tafta etekler, opera durbunleri, kucuk gizli pusulalar akla getirirdi.
Y: Yogun yasamak ,geceleri uzatmak.Gece yasamina, konyaga , aryalara yakisirdi.
Z: Bir kadehi tutar, ansizin kirardi .Zelda'ydi..
B:Blues. Betty Blue. Jony Mitchell.
M:Mayerling'di... Medici'ydi... Magdelen'di...
Ona cam parcalarindan bir elbise giydirdik
T:Tehlikeli oyunlar tutkunu bir kadin,siyah rugan terliklerini birakip uzaklasiyor taraclarda...
X:İsaretlere inanirdi.Cunku baslangicta 'Soz' vardi.
' LogoCentric ' bir labirentte kaybolduguna inaniyorum.

İsaretlerin tehlikeli cekiciligine kapilmak mi?
Gorunmez ve imkansiz bir yas mi?
Derin bir anlamsizlik travmasindan kaynaklanan bir yorum cildirisi mi?
Yasmadan daha buyuk olma istegi mi?
Otuz-yas kirginligi mi?
Siyaha gecis mi?
Soyut bir satranc mi?
Bilinmeyen bir denklem mi?
Yaniltici bir vektor mu?
Siddete karsi siddet mi?
Magrur bir an mi?...

"She was once twice three times a Lady"

ANTRAKT

---
syf:32-33 "Anne, ben barbar miyim?"




Anne Ben Barbar mıyım?

Lale Müldür, işaretlerin anlamını yitirdiği, göstergelerin içinin boşaldığı, neredeyse artık konuşmanın bile anlamsızlaştığı, karşılıklı iletişimin, -aşırı iletişimden olsa gerek- devrelerinin koptuğu bir dünyada konuşmaktadır. Sadece Müldür mü? Ancak Müldür'ün farkı, onun böyle bir dünyada konuştuğunun farkında olmasıdır. Onu bir çok şairden ayırıp "has" bir şair olma mertebesine yükselten de bu farkındalığıdır.

Lale Müldür "gizli" bir dilin de peşindedir. Bu dil, doğrudan olması dolayısıyla ilkel, barbar dildir. Karmaşanın içinde ilkeldir. Bu dil, saydam ve geçirgen olacak ve ne ise o olarak gösterecektir dünyayı: Ara renkler de belirginleşecek, kendini öne çıkaracak, melankolik duyarlık yaşam alanı bulacak, görünür olacaktır. Böyle bir dünyanın kodlarını araştırmak, onları deşifre etmek Müldür'ün tutkularından biridir ayrıca.

İlk bakışta kolay kolay içine girilemeyen Lale Müldür dünyasını tanımak, onun ferahlatıcı havasını solumak için "Anne ben barbar mıyım? çok yararlı olacaktır okuyucuya.
Osman Çakmakçı
---



TROPİKA:
Lale Müldür’ün Poetik Sözlüğü
(*)

Ahmet Güntan: Camlı bir köşkte, kendini kalbinden vuran şair (38).
Geometrik bir zekâ, bir mimar bakışı belki, olağanüstü yapı dizeleri. Nietzsche’ye göre; mimar ne Dionizyak’tır, ne Apollonisyen. Artistik dışavurum arayan, dağları yerinden oynatan ‘Güçlü İrade’yi temsil eder. Gurur, ağırlık ve yerçekimine karşı zafer ve güç sistemi kendini bir yapıda görünür kılar. En yüksek güç ve güvence duygusu, ifadesini ‘görkemli stil’de bulur. Kendini ispata çalışmaya bir güç, hoşa gitmeye çalışmaktan hoşlanmayan, kendi içinde dinlenen, yasalar arasında bir yasa: görkemli bir stil’le kendinden konuşan şey…İşte budur (39).

Ahmet Güntan’ın Şiiri: Durumların şiiri. Stituasyonist şiir; karşı-durumların şiiri (39).
Sentaktik süslerden arınmış somut şiir, yapı blokları gibi; net, bütün, kendinde… Kristal bir ytong gibi. Yetkin bir daire ya da elips gibi. Bir şeyler çıkarıp bir şeyler ekleyemezsiniz. Somut ve dışbükey bir şiir. Yalnızca içerdiği gizem içbükey. Ve gizemi kendine eşit, çünkü monoton yapı blokları üzerine nasıl gizemli şiir kurulur? Şiir çıkarılacak hiçbir şeyin kalmadığı bir durumdan nasıl şiir çıkarılır? Bunun kimyasal formülleri dışarıda mıdır, içeride mi? Bu biraz 21. yüzyıl şiiri. Gelecek olan zarif metropollerin şiiri. Ölmekte olan doğa üzerine bir eleji…. O kalıtımsal şair hastalığı; romantizm üzerine alaycı ve dokunaklı bildiri… Bir zamanlar varolan, şimdi yitirilen ve yalnızca şiir alanında da olsa bir şekilde yaşamayı sürdürmesi gereken şeyler üzerine büyüteç (39).

Antimadde-Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Bayağı Sözcük: A) Bayağı sözcük yoktur. B) Bayağı olarak nitelendirilen sözcüklerin de şiirsellik kazanmasını şiirin ultra momentum’u olarak görüyorum. C) Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Ben Başkasıdır: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Foucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlara değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Bireysellik: Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Bir Şiirin Oluşumu: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Bugünkü Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Dünya Çapında Şiir: Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiir mevcuttur ve halen de yazılıyor (28).

Hatırlamak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Hedef Yoktur Şiirde: Hedef diye bir şey yok. Bir şiir yazayım da şunlar şunlar olsun diye yola çıkılmaz. Her şey çok spontan bir biçimde olup biter. Sonra o metin nereye gider o ayrı mesele (63).

İki Binli Yıllarda Şiir: Tam bir şey söylemek mümkün değil. Her şey çok iyi olacakmışçasına götürmek lazım. Başka yol yok… Başka yol yok; çalışmaktan başka. Bir de bildiğim kadarıyla ileride Batı’da yaratıcı işlerden ve operatör doktorlardan başka meslek kalmayacağı çünkü bilgisayarlar hepsini yapabiliyor. Üstelik çok kısa bir zaman içinde diyorlar (65).

Kalıcı Olanın Yerleştirilmesi: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Kıraç Dünya-Şiir: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde (39).

Kıvanç Olarak Şiir: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Kritik Günler ve Şiir: Kritik günler yaşıyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye ya kitap yakılan Pakistan boyutunda kalacaktır ya da nesli tükenmeye yüz tutan güzel ve haklı insanlar ortadan kaldırılmazlarsa –yani bu insanlar her şeye ve kendilerine rağmen direnmeyi ve ayakta kalmayı sürdürebilirse- Türkiye’den bir Doğu-Batı sentezi çıkacaktır. Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiie mevcuttur ve halen de yazılıyor. Bütün yıpratma ve yok etme mekanizmalarına rağmen şairler ortadan kaldırılamıyor ve Türkiye’deki genç şiir de, eski şiir de kutupsal önem taşıyor. Şiir krizde değildir ama hayatımız krizde! Ne kadar az mutlu insan var… (28)

Kriz: Kriz geri kalmaktan doğar. İleri gitmekten kriz doğduğu görülmemiştir (64).

Kuşak: Ben bu kuşak olayını anlamıyorum. Bilmiyorum da. Benim bildiğim bir kuşak vardı. O da “68 kuşağı”ydı. Onları biraz tanımış olmakla gurur duyuyorum o kadar. Bu kuşaklar arası hoşgörüsüzlüğü de anlamıyorum ben. Benim için dünyada iyi ve hoş insanlar avr; ama yetmiş ama yirmi yaşında olsun.(..) Hele şairlerin yaşı kuşağı olamaz eğer bir şairse.(..) Otoriter yapı kırılmıştır ve daha da kırılacaktır.(..) Kimsenin peşinden ‘tanrı’ diye gidilemez. Zaten artık Leonardoların sonu tükenmiştir. Bilgi çok gelişmiştir çünkü.(61).

Lale Müldür: Kendimi tanımlamaktan hoşlanmıyorum. En fazla, sürekli yapmak istediğini yapan biri olarak tanımlayabilirim. (..) İstediğim bir şeyi elde edemiyorsam ilkin kendimi sorgularım.Belki de biraz şanslıyımdır. Ama şans olayına da pek inanmıyorum. Şöyle: her an hep olması gereken oluyor. (..) Niçin yazmaya başladığımı bilmiyorum. Ne zaman başladığım da önemli değil. Ama şöyle bir duygu; kitabıma bakınca “Bu benim” diyorum. Belki de tam olarak kendim olabildiğim tek yer…(..) Ben şiire hiçbir amaç gütmeksizin çok saf bir şekilde başladım. Öyle de götürdüğümü sanıyorum. Ama bu benim saf biri olduğum anlamına gelmez(70).
Çok az insan kendisini seviyor. Çok az insan kendisine bakıyor. Tıpkı bir çiçeğe bakar gibi. Ben 24 saat boyunca içinde yaşadığım mekânı neresi olursa olsun kendimin kılmaya çalışıyorum. Örneğin akşamüstü bir tören gibi çay içerim. Eşlik eden olsun olmasın. En sevdiğim zaman sabah ilk kalktığım ve gece yatmadan önceki zaman dilimidir. Çünkü gerçekten bana ait. Kendimle ve kafamın içinde yaşamaktan korkmuyorum (71).


Modern Zamanlarda Şiir: Şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var. Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).

Murathan Mungan: Murathan Mungan (..) medya olayını iyi kullanmıştır(..) Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

“Mutsuz Bilinç”-Şair: Tanrıların kaçışı, kutsallığın da ortadan kalkmasını getirmez(..). Yine de büyük çoğunluk, büyük şüphecilerden daha kolay baş edebilir bu dekadans duyguyla. Dasein’daki bu yırtılışın, parçalanışın bilincine “mutsuz bilinç” adını veriyor Hegel. İşte artık kimselerin dinlemediği şair, bütün yıkılmışlığına rağmen herkesin sesi olarak, böyle bir noktada, öyle acil bir noktada duruyor (52).

Nesnesiz Dil-Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Nilgün Marmara: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz (32).

Poetique: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. (51).

Poetik Süreç: Poetik’(..); sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Seksenli Yıllar: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).


Sembolik Düzen ve Poetik: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Sözcükler İçeriklerinden Boşaltılmıştır: A)Bütün dillerdeki bütün sözcükler içeriklerinden boşaltılmıştır. Aynı şekilde susmanın da bir anlamı yok çünkü onun da içi boş. B). Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şair: Kireçli harcını havanında ya da geçmiş yaşantılarının laboratuarında karıştıran şair, zamanımızın Dr. Morison’udur(..). Çünkü şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var.Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).
Sahici bir şiirsel kafa, bazı durumlarda çok tehlikeli olabilir –bu yüzden şairler dinlerden ve devletlerden kovuldu. Onlarda istenmeyen öğe kısaca güçleriydi diğer güç mekanizmalarını rahatsız edebilirlikleriydi. Evet, nazikçe girmeyin o hayırlı geceye. Tam sizi vurduğu yerde, kendi ölümcül yaranızı görebilirsiniz çünkü…(40).
Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).
Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).
Evet, bütün şairler kehanet dili ile konuşur, yıldırım hızıyla hakikate inerler (66).
Şair, seçen bir kişidir, bir öznedir (74).

Şair Olma İhtirası: (..) En sessiz en alçak tonlu şiirler bile dipte derin ihtirası simgeler. Şair olma ihtirasıdır bu; yaratıcı olma, iz bırakma, sonsuza kalma… İnsanların talim ettikleri çoğu zavallılıktan daha yüce bir ihtirastır belki, ama son noktada o da trajiktir (64).

Şairlerin Önüne Çıkan Soru: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Faucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlarta değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Şiir: Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).
Şiir entelektüel anlamda vahşi bir yol, yırtıcı bir kimlik…(74).

“Şiir Atı Harketi”: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).

Şiir Geleneklerine Mesafeli Olmak: Peşinde olduğum her şey herhangi bir şiir geleneğinin içinde yer almak değil zaten. Temel yasaları, dünyadaki kodları araştırıyorum ben. Dünya şifre ile yazılan yazı ise; bütünündeki ve detaylarındaki kodun çözülmesi için şiir, yollardan ancak birini gösterir (52).

Şiir Praksisi-Kaynaklar: Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).
Şiir praksisi erotik bir etkinliktir. Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).

Şiir-Giz: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiir ve Şair: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde. Hiçbir şey o ellerden kaçamıyor gibi –en azından temkinli bir tartma olmaksızın. Her şey mükemmel bir suç gibi planlanıyor seçilmiş kurbanın yüreğine inmek için ki; bu kurban, kimi zaman yitik bir sevgilidir, düşsel bir okurdur ya da şairin kendisidir, kurban ve cellat olarak…Bu mükemmel suçun uzamı ilkin şairin, insan yaşamında sonra onun insan-ötesi aklında belirir, şiirin o belirsiz av alanına kuyruklu bir yıldız gibi düşmek için. Ve yürek, yalnız bir avcıdır orada…(39).

Şiir Yazmak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiiri Bırakmak: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Şiiri Sürdürmedeki Zorluklar: Ben ve başka birçok arkadaşım şiiri neden sürdürdüğümüzü kendimize ve birbirimize hergün yeniden soruyoruz. Şiir yazmayı sürdürsek bile basmanın pek bir anlamı kalmamış gibi. Bu işten maddi çıkar zaten beklemiyoruz. Şairlik bir tür keşişliktir, bunu her şair daha işe başladığında bilir. Denebilir ki; şiirin getirdiği ün de bir çıkardır ama günümüz Türkiye’sinde sanatçılara çok pahalıya patlıyor. Burada kendi alanında olumlu bir şeyler yapmaya çalışan insanlara ün, kirli bir eldiven gibi giydiriliyor. Dewnilebilir ki; bir sanatçının başarı oranını, hakkında yapılan dedikodu oranından çıkarmak mümkündür. Hele hele taviz vermek istemeyen bir kişiye bu, ruhsal sağlığı da tehlikeye düşüyor demektir. Çünkü inanılmayacak derecede bir düşmanlık ve şiddet politikasıyla karşılaşabilir (27).

Şiirin İlle De Yazılması Gerekmez: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Şiirsellik: Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şiirselleştirmek: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Tüketim Toplumunun Antimaddesi Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Türk Punk Şiiri: Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

Vatansız Şiir: Evet vatansız bir şiir yazıyorum ben. Şiirin ne zaman vatanı oldu ki? Ama vatan meselesi biliyorsunuz şimdi tek faktöre indirildi: dil. Türkçe yazdığıma göre bir Türk şairiyim. Elbette başka ne olacağım ki, her halde İngiliz diye geçirmeyecekler. Ben de Cumhuriyet’in garip çocuklarındanım (63).

Voyager 2: “Voyager 2”, yıldızlararası uzamda bir şeyler araştıran ve bir şeyler ulaştırmaya çalışan bir şey. Voyager 2’nin içinde çeşitli dillerden esenlik bildirileri, insanlık kültürünün şöyle bir toparlanması olan şeyler var. Dışında bir kadının ve bir erkeğin insan olarak silueti çizilmiş. İçinde Beatles’ın çaldığı düşünülürse, çok genel anlamda da olsa, o hepimizin miras olan insanlık kültürüne ait olmaktan bir hoşnutluk duymamak imkansız gibi bir şey. Bütün yalnızlığımıza rağmen…(72).

Yaratıcılık: Kimlikleri kırdığınızda ilk ortaya çıkan şey bir kaos ve bir yığın sorun oluyor. Yaratıcılık belki burada başlıyor. Bu kaosun içinde kaybolmamayı öğrenirseniz eğer, kendinize yağmur yağdırabilirsiniz. Hayat bu kadar basit aslında. Şu anı yaşamak (71).

Yüreği Olan Şiir Yazar: Yüreği olmayan şiir yazabilir mi? Hele hele günümüzde beş kuruş getirmeyen böyle bir uğraşa yarım saatini yatırmaz. Ama yürek katılaşabilir, hırs ortaya çıkabilir. O zaman bütün hırslarda olduğu gibi merhamet duygusu gider. Bu her mesleğin önünde açılan bir risktir (64).

——
(*)- Bu sözlükçe Anne, Ben Barbar Mıyım?, Lale Müldür, L&M Yayınları, 1.baskı: Eylül 2006 kitabından alıntılanarak hazırlanmıştır.
(**) Parantez içerisinde belirtilen rakamlar, Anne, Ben Barbar Mıyım? adlı kitabın sayfa numaralarını belirtir.

kynk:ARALIK Edebiyat
---

Bomonti,Bebek,Cennet Bahcesi NILGUN'le..

“Il mio amarcord”
Seyhan Erözçelik
--------------------------------------------------------------------
Kahveye ilk ne zaman gittiğimi çok net hatırlıyorum…
Bartın’dan “kolej” sınavına gidiyordum. Babamla birlikte. Zonguldak’a. Otomobili bekliyoruz. Babam yirmi çay içmişti,
hiç unutmam.

Bomonti
Sonuçta, yirmi değil, binlerce çay içtiğim yerdeydim. Erguvanlarla sarılmış, fıstık çamlarıyla donanmış bahçesi —Çamlık derdik, hâlâ deriz— olan Kadıköy Maarif Koleji’nde ve Bomonti’deydim artık. Moda’daki Bomonti. Evden uzakta, Bartın’ın erik ağaçlarından uzakta. Oradaki king partilerimizi unutamam. Okulun duvarlarından atlayıp oraya gider ve king oynardık. (Briçi hiç sevmemişimdir.)
Kimlerle?
Elbette okul arkadaşlarım. Sınıf arkadaşlarım, yatakhane arkadaşlarım...
Merak etmeyin, konuya gelicem.
Sonra, Bahariye’nin karanlık olduğu günlerde, her sokakta çatışma yaşandığı, belki de sokakların özellikle karartıldığı zamanlar var. “Ceyran” yok. İnsanın insana kırdırıldığı zamanlar...
Kaç kişi öldü bilmiyorum.
Bomonti’de, hem arkadaşlarım, hem de yeniyetme edebiyat meraklıları, buluşmaya başladık. Serdar Koçak —ki okuldan arkadaşım, sınıf arkadaşım, çocukluk arkadaşım—, Cezmi Ersöz, Bomonti’de buluşur, laklak ederdik. Kudret Yahyaoğlu —askeri öğrenciydi—, Orhan Kâhyaoğlu, Zeki Coşkun da gelir, giderdi. Unuttuklarım, bağışlasın.
Şimdi Köhne’ye geliyoruz. (Köhne bugün yok artık. Kalamış’ın önü doldurulduğunda gitti, kayboldu.) Köhne’nin önünde çok güzel Marmara dalgaları, gelir giderdi.
Serdar Koçak’la da çok buluştuk. Sabahın köründe, o zamanlar âşık olduğum kızla da çok buluştum. (Okuldan kaçarak.) Ve elbette ki arkadaşlarımız. Cankiler, troçkistler, ve başkaları... Oradan Nazlı’ya, Kızıltoprak’taki bir meyhane-birâne karışımı bir yer, oraya giderdik. Köhne’ye diğer gelenler, gidenler, yanlış hatırlamıyorsam, Orhan Alkaya, Orhan Koçak, Orhan Suda, yine Cezmi, Meltem Ahıska, Ufuk Ahıska, Aydemir Güler, Dumrul Sabuncuoğlu, Müfit Şabooğlu, Naz Çavuşoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Sadık Türksavaş, Gürsel Göncü... Say say, bitmez.
Ayrıca muhtarlıkta yasak kitaplar okurduk.
Kimlerle? Bilenler, kendilerini bilir.

Hisar Kahve
Neyse ki okul bitti, ben Boğaziçi’ne kapağı attım. Şimdi yeni bir kahve vardı: Ali Baba. (Asıl adı Hisar Aile Çay Bahçesi’dir, ama kimse öyle isimlendirmedi. Oranın ismi ya Ali Baba’ydı, ya da Hisar Kahve... Ya da kısaca Hisar... Şunu da hatırlarım: Alibaba’ya ben hep Ali Bey, dedim, o da bana hep Seyhan Bey, dedi. Ben yeniyetme bir delikanlıyken.)
Hisar Kahve deyince, her şey bitmiyor. Bütün yirmili yaşlarım orada geçti ner’deyse. İşe girdikten sonra da gittim. Hepimiz için bir mıknatıs gibiydi. Hisar’dan sonra, kıyıya geçiyorduk. Hepimiz, daha gençken, bunak marksistlerdik. (12 Eylül sarsıntısı belki de...)
Oraya gidip gelenleri saymaya gerek yok. Herkes zaten biliyordur. Bugün hepsi farklı yerlerdeler. Kimi müzisyen, kimi edebiyatçı, kimi ressam, kimi heykeltıraş, kimi film yönetmeni, kimi gazeteci, kimi reklamcı, kimi fotoğrafçı, kimi şarkıcı, kimi tiyatrocu, kimi eleştirmen... Şunu söylemek isterim, Vural Bahadır Bayrıl’la orada tanışmıştık, birçok arkadaşım gibi. Yine Vecdi, yine Orhan Alkaya, Rafet Ekiz (nur içinde yatsın), yine Sadık, Kıprıslı Derviş Zaim, Mahir Öztaş, Haşim Çatış, davulcu Selim Selçuk, bascı (kontr!) Mahmut Yalay, Kemal Gökhan Gürses, Nilgün Marmara, Halil Köksel, Mehmet Açar, Cemal Uzunoğlu, Ümit Ünal, ve çoğumuz. Gelenler, gidenler... Enis Batur’la da bir sefer buluşmuştuk. Bir daha gitti mi, bilemem. (Buluşmak dedim gerçi, ama orada buluşulmazdı, bulunulurdu.)
Bir gün Memet İkbal’le, ders arasında, öğlene doğru indik, bira ısmarladık, Boğaz’a bakıyoruz, Ali Bey biraları getirirken, şöyle dedi bize: “Çocuklar, asıl problem, Doğa’yla Batı arasında.” Gülmekten yere düştük tabii.
“Arıza” kelimesi, Türkçenin dağarcığına anlam değiştirerek orada katılmıştır.
Ha unutmadan, aynı dönem...

Bebek Kahve…
İlk defa, ortaokulda gitmiştim. Sonra, Boğaziçi’ndeyken orası da Hisar Kahve gibi mekânımız olmuştu. Bugünkü gibi tiki değildi. Abdullah Bey ve Şükrü Bey işletirdi. (İkisine de Allah rahmet eylesin.) Pahalı değildi. Hilmi Yavuz’un cumartesi derslerinden sonra, hep beraber oraya iner —inerdik evet, çünkü yürüyerek, Boğaziçi’nin ana kapısına giden kıvrımlı yollarını geçerek, kıyıyı arşınlayarak—, kahvede yerimizi alırdık. Yoldaki ders sonrası sohbetlerimizi anlatmaya gerek yok herhalde. Kahvedeki sohbetleri de... Emre Aköz, Sami Baydar, Turgay Özen, Ahmet Soysal, Haşmet Babaoğlu, Perihan Mağden, Gökhan Özgün, Ali Erdemci, Fulya Erdemci, Haşim Çatış, Necmi Zekâ, Memet İkbal, Raşit Çavaş, Orhan Çörek, Murat Seçkin, Nuray Mert, Cem Taylan, yine Nilgün... Yahu, herkes gelirdi. Bu arkadaşlarım, hatırladıklarım. Bahçesine kardan adam bile yapmıştık, bir kış günü... Boğaziçi’nden yuvarlaya yuvarlaya, bir çığ gibi indirdiğimiz kar toplarıyla... (Üniversitenin kantinleri de var bu arada: Orta Kantin ve Sosyete Kantini. Gelen, giden, artık tahmin edin, yine aşağı yukarı aynı insanlar. Boğaziçili olmayanlar dahil...)
Bu arada Ortaköy Kahvelerini de anmadan olmaz. Saydığım insanlara birçok insan daha ekleyin. küçük İskender ve Ali Met’i de ekleyin. (İkisiyle de orada tanıştım çünkü.)
Madem Boğaz hattından gidiyoruz, Beşiktaş’taki kısa ömürlü Cello’yu da unutmamak lâzım. Oranın “bodrum”unda bir çocuk oyunu çalışıyorduk. Ben, Gökhan Gürses, Burçak Gürün... Oyunu ben yazıyordum. Yazdıkça prova yapıyorduk. Oyun bitmedi...
Boğaziçi’nden sonra çılgınca bir fikirle, İstanbul Üniversitesi’ne, Edebiyat Fakültesi’ne girdim. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü...
Artık yeni bir kahvem(iz) vardı:

Çorlulu Alipaşa Medresesi
İstanbul’un en iyi nargile kahvelerinden biridir. Şiir Atı orada doğdu. Benim ilk kitabım Yeis ile Tabanca da... Necat Çavuş, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, Mehmet Ocaktan gibi arkadaşlarımla, orada tanıştım. Metin Celâl, Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Orhan Kâhyaoğlu, Cengiz Öndersever, hep oradaydık. Çıkardığımız birçok kitabın tohumu orada atıldı. Bazen, Gösteri dergisine uğrardık, Doğan Hızlan ve Hâmi Çağdaş’ı görmek için. Tabii ki, şiir vermek için de... Medrese, çok güzeldir, garsonları orada yaşlanırlar. Sizi, yıllar geçse bile, artık oradan ayağınızı kesseniz bile, şıp! diye tanırlar. Mehmet Müfit’i unutamam. Şiir yazarken, antika da satmaya çalışırdı. Buradan, Çınaraltı’na gitmemek olmaz. Başka dergiler de orada tezgâhtaydı. Üç Çiçek gibi, Poetika gibi. Hepimiz, beraberdik. O güzel yılları unutamam. Tuğrul’un vermek istemediği çay paralarını da unutamam. Aramızda en çok, o çay içerdi de... Hüseyin Avni Dede de orada, koca bir çınarın altında sakallarıyla, bir çınar gibi dururdu. Hâlâ duruyor. Eski para satar, ıvır zıvır satar, yüzük satar, tam bir çerçi gibi.
Ev değişti, semt değişti. Meyhanelere girmek istemiyorum. Ama artık Taksim’deyiz.

Cennet Bahçesi
Cennet Bahçesi’ne, yine çocukken gitmiştim. Yayımlamadığım bir şiir, orası hakkındadır. Yıllar sonra, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Ahmet Soysal, Emel Şahinkaya Günsür, Mehmet Günsür, Turgay Özen, Orhan Çörek ve başkaları, orada toplaştığımızı hatırlarım.
Bazen Serdar Koçak’la buluşurduk. Artık Cennet yok.
Şimdi anladım ki bu yazının biteceği yok. Mısır Apartımanı’nın ikinci katındaki İktisatçılar Lokali, Hayal Kahvesi, Bilsak, Kaktüs, Yakup 2, Refik, Arif’in Yeri, Park Cafe, Cumhuriyet Lokantası, Ece Bar, Beşiktaş’taki Sokak Bar, Kuzguncuk’taki Çınaraltı Kahvesi...
Peki, Nahit Hanım’ın evindeki güzelim cuma akşamları, bir kahve yazısına girer mi? Girmez belki ama misafirleri sayabilirim. Mustafa Irgat, Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, küçük İskender, Gürdal Duyar, Tomris Uyar, Arif Damar, Canan Hanım (Can Yücel’in ikiz kardeşi), Nilgün Marmara, Emel Şahinkaya, aktörler, müzisyenler ve daha nicesi… Kimler kimler, geldi geçti. Nahit Hanım’ın “moderatörlüğünde” çok keyifli cuma akşamları yaşardık. Ben yirmili yaşlarımı sürüyordum ve cuma akşamları o yaştaki bir insan için eğlenme zamanıdır değil mi? Oysa ben hep, Nahit Hanım’ın evindeki sohbetleri tercih ettim.
Unuttuğum mekânlar ve insanlar beni bağışlasın. Saydığım isimlerin karesini alın.
Gezmeyi seviyorduk galiba. Hepimiz. Şimdi birbirini gören az. Ya da evlere misafirliğe gitmeyi daha çok seviyoruz.

Kitap-lik 90 -sayi 91 Subat2006
---

10 Eylül 2007

WOMAN & MY BIRD AND I / N.M.

[UNTITLED][başlıksız],Kırmızı-Kahverengi Defter (1993 / ed. Gülseli İnal).
Istanbul: Telos Yayıncılık, p. 35.
Author: Nilgün Marmara
Translator(s): Suat Karantay

Woman
Scorched by the winds
Turning a cold shoulder to the despondent dog
Woman writing poetry, taking her own life
Female passenger in the craft of Eros
Woman in bloom
Woman in motion
Woman in the garden
Woman at a table in the nightclub
Woman at the window
Woman pluralized
Woman cradling childhood in her lap
Light as a seagull’s feather
Like a desert lily
Business-minded woman
Arising from the foam
At the break of dawn
Tired of Prostitution


MY BIRD AND I“Kuşum ve Ben,” Kırmızı-Kahverengi Defter (1993—edited by Gülseli İnal).
Istanbul: Telos Yayınları, p. 73.
Author: Nilgün Marmara

My bird and I are fast asleep
reflected in a mirror, our cage our bed
our visages reflecting that of one another
we sleep beneath the eternally falling snow
my bird and I.
A crimson ribbon binds us—my mate and I
indelibly together.
Destitution would delight in its severance.

In our mirror there’s naught beyond this bond...
This crimson tie between us—my mate my bird and I...


kynk:http://www.turkish-lit.boun.edu.tr/poetry.asp?CharSet=Turkish&ID=1714
---

BEDEN / NILGUN MARMARA



BEDEN

Onun bedeni bir tımarhane
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!

Onun bedeni bir kule
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlatarak indirir aşağı!

Onun bedeni bir küre
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpıtmaz,
Zamana saygılı ve acıyan...

Mayis,86
Daktiloya Cekilmis SİİRLER
---

09 Eylül 2007

YASAYAN NILGUN MARMARA' LM '

LALE MULDUR


"..Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında "O"nu cennette gördüğünü söyledi. L.M."



Haller Leyla
Sadık Yalsızuçanlar

‘Benim sigaramdan al, süperlayt ama’ demişti, bişey anlamamıştım. Gittim pahalı bir sigara aldım. Görünce, ‘hayır’ dedi, ‘bu benim sigaram değil!’ ‘Hangisi senin peki?’ ‘Ayol L&M işte Lale Müldür…ama yaşlandım artık, süper laytlaştım.’ Antakya’dayız. Kadim bir kentte. Kaç yıl oldu? Üç sanırım. ‘Uzak Fırtına’yı çekiyoruz, Lale Müldür belgeseli. Lale Müldür’ün belgeselini çekmeye karar verdiğimde henüz Heidegger’in İnşa Etmek, Oturmak yazısını henüz görmemiştim. Heidegger şöyle diyordu : ‘Yeryüzünde olmak, "Göğün altında olmak" demektir. Bunların her ikisi beraber "Tanrısal olanların önünde kalmak" demektir ve bir "insanların birbirlerine ait olma" durumunu içerirler
Gökyüzü, Güneşin arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay'ın yoludur, Yıldızların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimleridir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlanmasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir. Gökyüzü dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler, insanlardır. Onlara Ölümlü denir, çünkü ölebilirler. Ölmek, ölümü ölüm olarak ölebilmek demektir. Sadece insan ölür; yani Yeryüzünde, Göğün altında ve Tanrısal olanların önünde kaldığı sürece o sürekli ölür. Ölümlüler dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler oturduklarında, bu Dörtlü içindedirler. Ama oturmanın temel niteliği korumaktır. Ölümlüler, Dörtlü'yü kendi özünde korudukları tarzda otururlar. Bundan ötürü oturan koruma dörtkatlıdır. Ölümlüler Yeryüzünü kurtardıklarında kelimeyi Lessing'in de bildiği eski anlamında kullanırsak otururlar. Kurtarma sadece bir şeyi bir tehlikeden sakınmak değildir, kurtarmak aslında, bir şeyi kendi özünde özgür bırakmaktır. Yeryüzünü kurtarmak, onu sömürmekten ve sonuna dek kullanmaktan ibaret değildir. Yeryüzünü kurtarmak, onun efendisi olmak ve onu boyunduruk altına almak değildir, böyle bir şey onun yıkımına yol açacak son adım olacaktır.’ Lale Müldür’ü aslında tanıyordum. Uzak Fırtına’sına aşinaydım. O da görkemli kaybedenlerdendi. Cohen’i aşk derecesinde sevmesi bundandı. Aynı topraktandı onunla. Lale Müldür Cohen’le akrabadır, Bob Dylan’le, Ece Ayhan’ın gençlik ateşiyle, Meryem el-Basriyya ile…ki Rabiatü’l-Adeviyye’nin müridesidir, bir zikr seasında aşktan ölüvermiştir. Bunun şiirini de Lale yazmıştır Buhurumeryem’de. Adana’da havalimanında karşıladık onu. Minübüse aldık. Antakya’ya, kadim bir kentin sırlarına doğru yola çıktık. La Luna’yı, Elois’in acısını yazan bu kadındı işte. İçin için yanan bir volkan, bir epope görüntüsü, kumru olamayacak bir eş, aşkın imkansızlığını Edip Cansever’den daha güzel anlatan bir şair, kendine kıyan ama ölmeyen bir Nilgün Marmara, bir cennet kaçkını, bir cehennem düşü, bir araf seçkini, Lale Müldür işte…Bu o. Başında siyah, saçaklı bir takke, simsiyah, topuklarına dek uzayan bir giysi, sarı saçlı, deniz gözlü, bakınca insanın gözbebeğine oradan kalbine bakan bir derviş, bir çılgın, bir meczup.
Wittgenstein haklıdır, ‘insan filozoflardan daha çılgın olmalı ki çözebilsin onların sorunlarını…’ Lale böylesi bir çılgın işte. En çok şoförümüzle ilgilendi. Koyu bir muhabbete başladı. Şoför ağbimiz Yozgatlı, delikanlı, Lale’ye ilkin abla, sonra yenge daha sonra hanımefendi derken Lale hanım ve kente vardığımızda Lale deyiverdi. Arada şen kahkahalar. Derin suskunluklar. Lale Müldür’ün dediği gibi, ‘sonuçta her güzel söz/doğanın yanında hafif kalıyor’, sessizlik en iyisi. Öğretmen evine yerleştik. Gece çekim planları yaptık, saat üçe dek sohbet ettik. Uyuduk uyandık. Yaşamın ucuna doğru yolculuk başladı. Kahvaltı salonu yaşlı, idealist Cumhuriyet öğretmenleriyle dolu. Çoğu kadın. Lale hemen fena halde sıkılmaya başladı tabi. Yüksek sesle ve rahatsız ederek konuştu, yer yer tahrik etti onları…Bir kez daha gördüm, şair, bir çocuğun hayretiyle bakıyor yaşama, dünyaya. Neyse Katolik kilisesine vardık. Alman bir rahibe. Gitar çalıyor. Muhafazakarların aksine, Yunus Emre ilahileri söyletiyor barış ayinlerinde. Kuran’dan da okutuyor birkaç ayet, İncil’den sonra, sonra Claudel’den bile birkaç dize, hatta Cat Stevens’tan bir şarkı. Bu ‘diyalog’ sorununa akılalmaz komplo teorileriyle yaklaşan ve dünyanın en ‘büyük’ meseleleriyle üzerine vazife olmaksızın ilgilenen gereksiz stratejist vei analistler bir anda Müldür’ün bu dolaysız tutumuyla anlamsızlaşıverdi gözümde. Lale, ‘İsa sarışın, mavi gözlüydü’ diye başladı. Rahibe itiraz etti, ‘esmerdi, sizin kitabınızda böyle yazıyor’ dedi. Lale, ‘ben onu gördüm’ deyince rahibenin gözleri açıldı. Lale sakin, ‘vizyon olarak canım’ diye ekleyince biraz rahatladı. ‘Sarışındı, dalgalıydı saçları, erkek güzeliydi…’ Dokunaklı bir suskunluktan sonra, ‘biliyorsunuz’ dedi, ‘hakkında en az bilgi olan peygamberdir o. Hatta yaşamadığına ilişkin tezler de var.’ Rahibe, ‘sizin kitabınız onun yaşadığını söylüyor’ deyince, Lale, ‘evet’ dedi, ‘biz onun yaşadığına inanıyoruz.’ Böyle uzayıp gitti. Buhurumeryem’den şiirler okudu, çekimler üç gün olaysız sürdü. Şoför ağbimizle Müldür’ün derin sohbeti nihayet, St. Simon manastırından dönerken Samandağ’da, Samandağ kıraathanesinin önünde, hafif çiseleyen yağmur altında, iskemlelerde gerçekleşti. Samandağlı bir vatandaşla sohbet ediyor gibi konuşacaklardı. Kamerayı kurduk, ışıkları yaptık. Hayli uğraştık, güzelim bir çerçeve ayarladık, başlayın diye komut verdim. Lale başladı, ‘Samandağ’dayız¸güneyde yani, bir dostumuzla birlikteyiz, yağmur yağıyor, gök gürlüyor, gök gürlemesi bana Tanrı’nın dili gibi gelir, ne dersiniz, ben korkarım, ürperirim?’ Şoför ağbimiz, ‘evet, gök gürlemesi beni de zaman zaman ürpertir.’ ‘Güzel…ben, güneye gelince daha çok fark ettim bunu, Baudelaire’nin spleen’ini yani, ruh sıkıntısı, yaşama hastalığı da diyorlar, sizin de ruhunuzda zaman zaman bir sıkıntı olur mu?’ Şoför ağbimiz, ‘evet’ dedi, ‘bazı ortamlarda insanın canını sıkan şeyler olmuyor değil.’ ‘Hayır hayır ben ondan söz etmiyorum, ben insanın nedensiz ruh sıkıntısından bahsediyorum…’ Şoför ağbimiz anlaşılan yaşama hastalığından habersiz.
Kem küm etti. Ve İonesco’yu, Beckett’i, Oğut Atay’ı aratan bir monolog başladı, sürüp gitti.
O gün, St. Piere’de, ilk hristiyan kilisesinde, o güzelim mağarada, ‘şiirin bazısı kuşkusuz hikmettir’ hadisinin yorumunu yaptı Lale. Muhteşem bir konuşmaydı. Kırk Hadis şerhi yazabilir diye düşündüm. En absürt anımız ise, son günün akşamı gerçekleşti. Meğer yirmiüç nisanmış ve öğretmen evinde bir balo veriliyormuş. Çekimden döndük. Öğretmenevinin kapısında kentin tüm erkanı orada, sıralanmış, gelen konukları karşılıyorlar. Minübüs durdu. Lale, rahibeleri andıran inanılmaz tuhaf giysisiyle, dağılmış sarı saçlarıyla, elinde sigara protokole doğru ilerledi. Geriden izlemeyi tercih ettim. Ama dondum kaldım, sonra Lale’nin ağır ağır gidip protokoldeki herkesle tokalaşıp sonra dönüp bana bakarak gülmesiyle birlikte yere yattım. Odaya çıktığımızda hala gülüyordu. ‘Baloya gidiyorum, gelir misin?’ diye aradı telefonla, ‘yorgunum’ dedim ama kahkahaya boğulduk der demez. Kaçırır mı, döndüğünde hemen aradı, odasına gittim, saatler süren ilginç bir sohbet. Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında onu cennette gördüğünü söyledi. Aşık Mahzuni’nin dizesi dilime düştü : ‘Allah bilir kimin nasıl olduğun’ Sonra Saatler Geyikleri kovaladı ve Lale yapacağını yaptı bize :
‘Ormanda bir kuş hızla dönüyordu/aşık olduğumuz zaman/yürek denen ormanda/ya da orman boşluğunda/bir kuş anormal bir hızla döner/ve kaçmamız gerektiğini söyler bize/çünkü herşey çok fazladır/kendi etrafında nefes kesici bir biçimde/dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri/yaralar; tehlikedir onun adı/bunun için aşkı hiç kimse/insanın kendi arkadaşları bile/istemez/kumrular sakindir bir tek/ben kumru değilim/sen de/bunun için birbirimize yaklaşamayız.’ Bununla da kalmadı, yine kendi adında bir yayınevinden L&M’den, Radikal iki’de yazdıklarını kitaplaştırdı, adını da, ‘Haller Leyla’ yaptı. Kitabın kapağı mor. Neşenin ve hüznün rengi. İki zıt duygunun. Neşe, bast; hüzün kabz halini simgeler. Ama biliyorum ki Lale Müldür’ün bir de ne hüzün ne de neşenin olmadığı bir yeri var. Lale Müldür’ün Leyla halleri anlatmakla bitmez. İyi ki de bitmez. İyi ki var. İyi ki yazıyor, bize qutb’un öyküsünü, gayb gözünden anlatıyor. Dünyanın bir köprü olduğunu anlamak istiyorsanız şairlere kulak verin. Şairlere ve Heidegger’e : ‘Peki, ölümlüler, kendi özünün tamlığında oturmayı gerçekleştirmek için üzerlerine düşeni, kendi başlarına yerine getirmekten başka bu çağrıya nasıl karşılık verebilirler? Oturmadan hareketle inşa ettiklerinde ve oturma üzerine düşündüklerinde bunu başaracaklardır.’

kynk: yaprakdergi.com/2006.05.15
---

08 Eylül 2007

TEZER "Cocuklugun Soguk Geceleri"


"-Yaşarsın.Herkes herkessiz yaşayabilir "


"Benim en büyük mutluluğum her şeyden kaçmak.
Tüm çocuklardan,
tüm acılardan,

tüm sevgilerden,
tüm orgazmlardan,
tüm gecelerden,tüm günlerden..her hilal aydan, her ülkeden..
Ben her gece ölüyorum. Her sabah yeniden canlanıyorum. Her yirmi dört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda.."

*
Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçti.
“..Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım…”

*
"...Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum, hem de yalnızlıktan. Kış sabahları kasabanın dışındaki okula giden yolda, kar tipisinden yüzlerimizi öne eğerek ilerliyoruz. Ellerim soğuktan çatlamış, kanıyor. Yaz aylarında tezeklerin kurutulduğu yokuşlar bembeyaz karla kaplı. Evlerin çatılarından kalın buzlar sarkıyor. (...) Kasabanın elektrikleri akşamüstü veriliyor, gece yarısı da kesiliyor..."

*
“Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım. “
(Batı Günlüğü, sayfa: 16)

*
“Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni, kendimi öldürmeye iten bir kaygı. Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üstüne reçelli ekmek yiyiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu üzerine uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. Korkacak birşey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.“
(Ev, sayfa: 12)

*
"..mum ışığında güzel gözlü bir delikanlıyla yemek yiyorum. Kırmızı şarap içiyoruz. Kapı çalıyor. Neden onunla yaşamayı istemediğimi yazdığım an çıkıp geldi. İşte karşımda. Üzerime atlıyor. Beni odaya, yatağın üzerine sürüklüyor…
-Yapma!
-Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
-Yaşarsın.Herkes herkessiz yaşayabilir.Bizim ilişkimiz bitti.Seninle ilk yattığımız gecelerde bile,sanki sevişmenin sonunda kollarımda bir ölü kalıyordu.Birbirimizi boşluğa sürüklüyoruz, öldürüyoruz.
-Birlikte ölelim!
-Ne farkı var.İstersen bahçeye bir çukur kazıp, ikimizi gömsünler.
-Gömsünler, isterim.
-Gömmesinler.Gel otur, getirdiğin konyaktan içelim.Sevdiğin kenti anlat.”
( Leo Ferre’nin konseri, sayfa : 33 )

*
“Saplantıların acıları ,burada da sürüyor.Uyandığım an başlayan,uykunun derinliklerinde ancak biraz azalan acı.Arkadaşlarıma belli etmemeye çalışıyorum.Onlar şakacı,özgür “beni” arıyor.Bulamıyor.Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil.Onların dünyasında çoşku delilik derecesine varmıyor.Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna,belki de ölüm isteğine dönüşmüyor.Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor.Düzenli yemek yiyorlar.Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları.Onlar işlerine inanmış.Onlar “başkaldırmayı” savunurken,belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar.Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.”
(Leo Ferre’nin konseri, sayfa: 41)

*
"Eski çağlarda belki kumsalda da sevişti insanlar. Dalgaları ayaklarının altında duydu. Ben ya da bir başkası böyle yaşadı Akdeniz’i. Böyle yaşayacak. Binlerce yılın güneşini şimdi ben bekliyorum, antik tiyatronun taş basamağında oturmuş, doğaya bakıyorum. Birkaç saat sonra buradan ayrılacağım. Büyük kente döneceğim. Uzun süre yalnız güneşin doğuşunu, batışını, bulutların rüzgarla birlikte koşuşunu, yağmurlu, yağmurdan sonra çok ender görülen gökkuşağını ve gökkuşağının mora bürüdüğü denizleri, dilediğimce seyretmek isterdim.oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp, beton alanların, asfalt yolların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim.."

*
''Dogumum bile bir kökünden kopma idi. On yasima kadar, çevremi özellikle çevremdeki sessizligi kavramaya çalistim... Yirmi yasim ile otuz yasim arasinda aklin bittigi yerleri ve çildirmanin sinirlarini aradim... Otuz yasim ile kirk yasim arasinda ne akilli ne de çilgindim. Dünyayi kavradigimi sandim... Kirk yasindayim. Bugün, gecenin bazi saatlerinde kitlenin anlamsiz gürültüsü içinde boguluyorum... Kendimi öldürmeye çalisiyorum... Özlemlerim kalmadi. Biraktim. Hepsini kendi ve benim dünyami anlamalari için biraktim... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acilari kaldi.''


TEZER OZLU[Çocukluğun soğuk geceleri]
---

Gercek bir devrimci:TEZER OZLU

Gerçek bir devrimci:Tezer Özlü

"Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir " Wittgenstein

Tezer Özlü'yü yitireli on yedi yıl olmuş. Ölümünden bu yana geçen sürede kitaplarının yeni baskıları onun unutulmadığını, giderek artan bir ilgiyle okur tarafından arandığını gösteriyor. Genç yaşta yitirdiğimiz Tezer Özlü'yü sevgi ve özlemle anıyoruz.

SERDAR GÜNEY* 2003

"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok ki... Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzüne haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da hangi tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."(1)

Tezer Özlü'den okuduğum ilk satırlar bunlardı. Yıllar önce, bir arkadaşımın, "Oku seveceksin," diyerek uzattığı o kitabı, sonra, yıllarca elimden düşürmeyecek, tekrar tekrar okuyacaktım. Benim için yazdığına inandığım bir yazarım daha olmuştu işte. Daha sonra, aynı arkadaşımdan, o kitabın yazarının yıllar önce vefat ettiğini öğrendiğimde yaşadığım derin üzüntü içimde bir yerlerde şiddetini hâlâ korur.

Tezer'in kitaplarına ilişkin olarak kaleme alınmış pek çok yazıda, Tezer Özlü'nün, hiçbir dolaylamaya başvurmadan salt yaşadığı hayatı eksen alarak yazdığı için, onun yazdıklarının roman ya da öykü değil, anı ya da anlatı olduğu belirtilmekte. Nedir roman? Bir tek romandan bahsedilebilir mi? Yani, Cervantes'ten bu yana roman hiç mi değişik yollara sapmamıştır? Hiç mi farklı yollara giren romancılar çıkmamıştır?

19. yüzyılın pozitivizm temelli gerçekçi roman anlayışı, 20. yüzyıla gelindiğinde, Joyce'un, Kafka'nın, Musil'in ve daha pek çok romancının öncülüğünde yerini modernist ve postmodern romana bıraktı. Bu roman anlayışlarında, romancı dikkatini, eski roman anlayışında olduğu gibi topluma, toplumsal ilişkilere değil, toplum içinde yalnızlaşmış, yabancılaşmış bireye, onun düşüncelerinin gel gitlerine, bilincinin karmaşıklığına çevirmişti. Klasik gerçekçi roman anlayışının temel yapısını oluşturan olay örgüsü, çevre ve karakter çizimleri, modernist romancıların eserlerinde kurgusal dalgalanmalara, imge ve ritim gibi öğelere bırakmıştı yerini. Karakter ise eski ağırlığını yitirmişti; karakter, okunan mıydı artık, okuyan mı?

Gerçekçi roman yazarlarını modernist yazarlardan ayıran bir diğer önemli nokta ise, onların okurla kurduğu ilişkide ortaya çıkmaktaydı. Gerçekçi romanda, okura öncelikle öykünün bir kurmaca, bir hayal ürünü olduğunu unutturmaya ve okurda, sanki okunan olaylar gerçekmiş izlenimi verilmeye çalışılıyordu; karakterler, çevre bütün canlılıklarıyla resmediliyor, olay örgüsünde hiçbir kırılmaya yer vermeden baştan sona doğru gidiliyordu. Modernist ve postmodern romanda ise, okura böyle bir izlenim vermekten özellikle kaçınılır; okura, her şeyin bir kurmaca, bir oyun olduğu anlatılmak istenir. Ana metin, ara metinlerle bölünür; gerçeklik, kurmaca metinlerle yerle bir edilir; zaman algısında sıçramalarla âni kırılmalar sağlanır. Bilinç akışı, anlatıcının ya da karakterlerin bilincine girilerek orada dalgalanmalar yaratılması gibi teknikler kullanılır. Bu teknikler, özellikle postmoder romanlarda, okuru gerçeklik karşısında özgürleştirmeyi amaçlamaktadır.

Yeni bir biçimin peşinde

İşte, Tezer Özlü'nün eserlerinde de bu tekniklere yaklaşan bir yön bulmak mümkün. Onun yazdıklarının roman ya da hikâye değil, anı olduğunu söyleyen yazarlar bence bu noktayı atlıyor. Leylâ Erbil, onun ilk romanı için yazdığı bir yazıda şöyle der "Tezer Özlü Kıral psikanalize hiç başvurmadan kahramanını hemen hemen eksiksiz tanıtıyor bize. Hemen hemen deyişim bir başka eksiklikten doğuyor. O da, kitapta geleneksel romanda mutlaka görmeye alıştığımız insanın köklerine, tarihe bakmayışı. Biraz da bu yüzden kendime hep sordum okurken Bu kitap roman mı? Bizler gibi klasik romanın tiryakisi kesilmişler için hiç de romanlık bir hali yoktur kitabın. Kısacıktır. Ama, kısacıklığı; şurayı biraz daha anlatsaydı ya, dedirtmesi bizim şartlanmamızdan ileri gelmiyor mu? Giderek; beğeni ya da güzellik anlayışımız, daha önce bize belletilen, koşullanmışlığımızın toplamından başka bir şey mi ki? (...) Belki de yazarın ileride geliştireceği, üzerinde ısrar edeceği bir roman anlayışı ile karşı karşıyayız?"(2) Evet, Tezer Özlü'nün, bu roman anlayışında gerçekten ısrar ettiği, sonraki romanında ve öykülerinde de görülür. Tezer Özlü, modernist roman çizgisinde durarak kendi roman ve öykü üslubunu oluşturmak için didinmiş bir yazardır. O, her şeyden önce, yeni bir roman ve öykü biçiminin peşindeydi. Çünkü yaşadığı çağın ve toplumun bir tanığı olarak, bir yandan çağının ve toplumunun egemen değerlerine karşı çıkarken, bir yandan da sanatını o değerlere yaslanarak gerçekleştirmesinin o toplum eleştirisini havada bırakacağının farkındaydı. Tezer Özlü, toplumdaki egemen değerlere karşı çıkışını, yazın teknikleriyle de sürdürmenin üstesinden gelebilmiş ender yazarlarımızdan biriydi.

Onun, bu biçim ve üslup arayışları daha ilk öykülerinde kendini gösterir. Bilinçle bilinçaltının, geçmişle şimdiki zamanın gerçek bir düşselin iç içe geçmesi; Gabuzzi(3) ve Amerikalı Komşum Willy adlı öykülerindeki söz dizimlerinin özgünlüğü; Naona Alanı öyküsünde zaman çizgisinin silinişi ve karakterin belirsizleşmesi bunun kanıtları arasındadır. Doğan Hızlan'ın, Tezer Özlü için, Gelişmelerin Hikâyecisi(4) başlıklı bir yazı yazması boşuna değildi.

1980 yılında yayımladığı ikinci kitabı Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde üslubunun çizgilerini derinleştirip geliştirmeyi başarmıştı Tezer Özlü. Kitapta, bir anlatıcının ağzından -ki, Tezer Özlü'den başkası değildir bu- küçük burjuva toplum yapısı tüm değerleriyle eleştirilmekteydi. Sıkı bir toplum eleştirisine girişse de Tezer Özlü, aynı zamanda, bu romanı aracılığıyla çocukluğu ve tüm geçmişi ile bir hesaplaşma içine de girmekteydi. Bu yüzden romanda anlatılan hep geçmiş zaman olsa da, olaylar her satırda şimdiki zaman kipinde anlatılmakta. Romanın daha ilk satırlarında toplumsal eleştiri yoğunlukla hissettirir kendini. Aile yaşantısı, ailedeki sevgisizlik, iletişim kopukluğu ve aile bireylerinin yalnızlıkları, kapuk değiştiren bir toplum ve bu toplumdaki sarsıntılar, bütün toplumsal kurumlarda öğretilmeye çalışılan yaşamın bir yalanlar zincirinden ibaret olduğu ve dışarıda akıp giden yaşamla nasıl bir tezat oluşturduğu, bütün bunları kendi özel dünyasının sınırsızlığı içinde algılamaya çalışan on bir yaşındaki Tezer'in gözünden bütün çıplaklığı, çarpıcılığı Türkiye edebiyatında eşine az rastlanır bir nesnellik zeminine oturtularak anlatılmaktadır. Tezer Özlü, farklılığını, kendi öznel dünyasını yaşamasına izin verilmeyen bireyin toplumsal kurallarla olan çatışmasını; ne çocukluktan gençliğe geçerken yaşadığı cinsel deneyimleri ile, ne elektroşok koması ile, ne psikiyatri kliniğinde hademeden dayak yiyişi, ne de doktor ya da hemşire kimlikli kişilerin cinsel tacizleri ile aktarırken ne en ufak bir yapaylığa düşüyor, ne de kendini acındırma hastalığına kapılıyor.

Tezer Özlü, yaşarken de zaman denen olguya inanmamaktaydı. Ya da en azından, onu farklı bir biçimde algılıyordu; zamana, onun dışında bir yerden bakıyordu sanki "Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anlıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. Kuzey Avrupa'nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi."(5)

Zaman algısında kırılmalar

Tezer Özlü de, postmodern yazarların yaptığı gibi, bu romanında zaman çizgisini düz bir çizgi olarak kurmaz; zaman algısında kırılmalar yaratır; ya da elektroşok sahnesini elektroşok uygulanan kişinin zihnine girerek anlatır; böylece okuyucuya, okuyanın sadece kelimelerden ibaret bir kurmaca olduğu mesajını vermeye çalışır. Çünkü o da, gerçek yaşamın kelimelerle aktarılabileceğine inanmaz "Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?"(6) Ama, postmodern bir yazar da değildir o. Daha önce de belirttiğim gibi, kendi üslubunun peşindedir.

Büyük çelişkiler

Romanın başkişisi, çevresinde tezatları görmektedir; çünkü, ona her yerde öğretilenlerle yaşananlar arasında büyük çelişkiler bulunmaktadır. Bu çelişkiler her şeyden evvel, dünyayı algılaması, birbirine zıt iki kültür tarafından biçimlendirilen (Romanın başkişisi, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğu olarak, İstanbul'daki yabancı okullardan biri olan Avusturya Kız Lisesi'nde okumaktadır) bu gençte bir kültürel şoka, topluma karşı bir yabancılaşmaya ve bu da onun, yaşamı temelinden sorgulamasına neden olur. Bu yüzden, romanlarının ana izleklerini ölüm, yabancılaşma, varoluş, yalnızlık, bırakılmışlık, yokluk, hiçlik, kadınlık, erkeklik, çocukluk, yaşlılık... vs. oluşturur. Ancak, Tezer Özlü'yü yukarıda saydığım yazarlardan ayıran önemli bir nokta vardır ki, aslında bu, Tezer Özlü'nün kendine özgü bir üsluba sahip olmasının da temel dayanaklarından biridir O, bütün bu izleklerden, bir yaşama iradesi, yaşama gücü çıkarmayı başarmış bir yazardır. Gençtir. Bedenini, cinselliğini keşfeder; sevişmek istediğinde toplum ona, evlenmesi gerektiğini söyler. Çevresindeki ikiyüzlülüğü, yozlaşmayı, toplumda giderek kendine yer bulan gündelik ve siyasi faşizmi görür, isyan eder, aklın sınırlarını zorlar; kendini psikiyatri kliniklerinde, elektroşok tedavilerinin içinde, beynine elektrik verilirken bulur. Faşistler orada da bırakmaz yakasını; ellerinde yetkilerinden, zorbalıklarından başka hiçbir şey bulunmayan, doktor, hemşire, hademe kimlikli insanlar tarafından itilir kakılır; gene de oradan kurtulmayı, yaşama tutunmayı başarır. Dışarı çıkar, bir adamla evlenmek ister; kendinden yaşça küçüktür sevdiği adam. Toplum bunun da hesabını sormaya kalkar ondan; önüne binbir türlü bürokratik engeller koyar. Ama Tezer, "Temel sorun, yalnızlık direncini yitirmemekte,"(7) der sonunda. Yazdığı her satırla, insanı yaşama yabancılaştıran tüm toplumsal değerleri alaşağı ederken, ona hep acı veren bu değerlerin yıkıntısından yeni güneşler doğurur hep; üstelik de bunu, böyle bir kaygı taşıdığını asla belli etmeden, hiç de öğretici yazar, büyük usta yazar havalarına bürünmeden olanca doğallığıyla gerçekleştirir. Doğallığıyla, diyorum; çünkü, o yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan bir sanatçıydı. Onu büyük bir yazar yapan etkenlerden biri de buydu işte. En yakın dostlarından biri olan Leylâ Erbil, onun eserleri için şöyle yazar "T. Özlü'nün sanatı yalındır. Öyle çağdışı esrarlı felsefelere, geçmiş metinlere, yapay belirsizliklere dayanan bir metin değildir. Canlı, çağdaş ve saydamdır. Öyle bir saydamlık ya da tuhaflık ki, okurken satırların arasından yazarın sizi çağırdığını, haykırdığını, güldüğünü görmüş gibi olursunuz. İçinde bir tek 'esrar' sözcüğü içermeyen bu metin, sanatsal esrarını kendi olmaktan alır."(8)

Yaşadığı acılar onu yaşama küstürmez; aksine, bütün o yaşadıklarını öyle bir bilinçle damıtır ki, bundan bir yaşama direnci, ahlaki bir tavır çıkarır. Kitaplarında zaman zaman kendini açıkça belli eden ölüm isteği bile, yaşama delice bağlılığının bir sonucudur aslında "Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim.

(...) Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı'nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok." (9)

Üç yazarın izleri

İkinci kitabı olan Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta üslubu kendini iyice bulmuştur artık. Çok sevdiği, adeta tutkuyla bağlı olduğu üç yazarın (Pavese, Svevo, Kafka) izlerini sürer bu kitabında. Kitabın başkişisi yine kendisidir ve ana izlekleri olan ölüm, yalnızlık, bunaltı, varoluş temaları bu romanda da peşini bırakmaz Tezer'in. Bu romanı da çocukluğuna ve gençliğine göndermelerle doludur.

Birinci zaman tekil kipinde başlayan romanda yer yer ikinci zaman tekil kipine dönülür. Bu bölümlerde yazar, sanki, benliğinin dışına çıkmakta, kendisiyle (belki de okurla?)konuşmaktadır. Neredeyse bütün roman bir iç konuşma halinde geçer ve asla sona ermez. Aslında, romanın nerede başladığı da belirsizdir; tıpkı yaşam gibi. Hem kesin bir başı ve sonunun olmamasıyla, hem de yazarın, okuru neredeyse bütün Avrupa'yı bir labirentteymiş gibi dolaştırmasıyla (Batı Berlin, Hamburg, Doğu Berlin, Stockholm, Prag, Viyana, Zagreb, Belgrad, Niş, Viyana, Venedik, Trieste, Santo Stefano Belbo, Torino) ve her satırında neredeyse somutlaşarak varlığını hissettiren bunaltı duygusuyla bu roman, Kafka'nın eserlerini çağrıştırır. Oysa bir Kafka romanından çok başka bir romandır bu; okura, hiç duraksamadan, 'Tezer Özlü romanı' dedirten bir roman. İlk romanında denediği, karakterin bilincine girme tekniğine benzer bir tekniği, aynı amaçla, bu romanda da uygular Tezer Özlü. O, bu bilinci açma tekniğini öykü ve romanlarının salt başkişilerine uygular. Diğer kişilerin bilinç içeriklerine girmeyi hedeflemez. Sadece, onlardan kendisine ulaşan resimleri kendi bilinç içerikleriyle sorgular, yoğurur, onlara biçim verir. İşte, bütün öykü ve romanları böylece, salt o öyküyü ve romanların başkişilerinin bu yoğurma, biçim verme çabalarından ibarettir. İlk bakışta kolay gibi görünse de, aslında oldukça ustalık gerektiren bir tekniktir bu.

Yaşamın Ucuna Yolculuk bir yandan, bütün Avrupa'nın ve Avrupa insanının bir panoramasını da sunar. Bu yanıyla aynı zamanda, bir sanayi toplumu eliştirisidir. Gittiği her yerde insanlarla konuşur. Adeta bir insan demeti sunar bize roman boyunca. Romanın bu bölümleri insanı ele alma biçimiyle onun öyküleriniçağrıştırır. İnsanlarla konuşur. O, insanları aktarırken, biz aynı zamanda, o insanlar hakkındaki izlenimlerini de öğrenmiş oluruz onun. Berlin'de, yalnızlıkları içindeki yaşlıları görür, bunaltı yakasına yapışır; Hitler faşizmi sırasında insanların gaz odalarında öldürülmesini aslında hiç umursamadan eleştiren insanlarla konuşur, korkar. İnsan olmaktan utanır. Tüketim çılgınlığı içinde mağazalara girip çıkan insanları izler. Acı çeken, ölümünü bekleyen, alkole batmış, intiharın eşiğindeki insanları görür, hastane günlerini, çocukluğunu, çektiği acıları, ülkesinde bıraktığı ve kimini toprağa verdiği arkadaşlarını anımsar. Caddelerde yürür, polislerce tartaklanan insanları, her görüntüleriyle birer yama gibi durmaktan öteye gidemeyen yabancı işçileri izler... Sanayi toplumu olmayı başarmıştır Avrupa; ama ne kadar uygardır; dahası, uygar olabilmiş midir? İnsanına sunduğu mutluluk, işte bunlardan ibarettir. İstasyonlardan geçer, lokantalara girer, hep insan(lar)la karşılaşır; ona acı veren ve onu mutlu kılan insan(lar)la. Yine de hiçbir yerde duramaz "Gitmem gerek. Ne yaşlı kadınları, ne de yaz tatili için ülkelerine gitmeden önce tüm mağazaların en gereksiz mallarını satın alan Türk işçileri göremem. Bu iki durum da bana dayanılmaz bir acı, umutsuzluk veriyor."(10) Bütün bu cümleler roman boyunca, uygar Avrupa düşüncesinin yumuşak karnına sıkı bir yumruk gibi iner adeta. Tezer Özlü'nün, "Şunu öğrenmelisin Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur,"(12) cümlesi, aslında bütün kitaplarındaki toplum eleştirisinin temelini oluşturur. Bireyin yazarıdır o; Tanrı'nın ve evrenin sonsuzluğu; devletin ve toplumun baskıları karşısında çırılçıplak, yapayalnız kalan ve bunun bunaltısını duyan bireyin yazarı; diğer insanlar ilgilendirmez onu "Anlatamayacağım. Bu insanlar 'Guguk Kuşu' filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?"(12)

Önyargıları yıkmak

Tezer Özlü, "Ne 12 Mart döneminde, ne öncesinde ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz,"(13) dese de, çağının ve toplumunun siyasal olaylarına gözlerini kapatmamıştır hiçbir zaman. Şöyle ekler "Benimle büyümüş, benimle gelişmiş, varoluşumun özü devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını istemek. Ölümle burun buruna gelince, kendiliğinden dışa yansımış bir dilek. Düşüncelerimin özü." Aslında, gerçek bir devrimcidir o Hep hareket halindedir; yaşamın bütün sınırlarını; bilincin bütün önyargılarını yıkan ve bunu bir etik tavır olarak inşa eden bir devrimci. Onun bu etik tavrı, Wittgenstein'ın, "Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir," sözünü getirir akıllara.

Tezer Özlü, yalınlığından hiçbir biçimde taviz vermeden, uzun uzadıya büyük felsefi çözümlemelerle boğmadan okuyucuyu, salt izlenimlere, salt kahramanlarının anlık duygulanımlarına, bu duygulanımlardaki dalgalanmalara yer vererek toplum eleştirisini, daha ilk ürünlerinden itibaren olanca sarsıcılığıyla ortaya koyabilmiş bir yazardır.

Hiç şüphe yok ki, yaşasaydı, bu yönde eserler vermeye devam edecekti; konu sıkıntısı çekmiyordu. Leylâ Erbil'e yazdığı bir mektupta şöyle der "Kendim 30-40 sayfa kadar yazı yazdım. Ancak konulu bir şey anlatmak istemiyorum. Konu o kadar çok ki, çevresine bakan binlerce konuyu görür, görsün."(14) Başına buyrukluğunu, bir başınalığını kendine kılavuz edinmişti; bu yüzden, ünlü olmak derdinde de değildi "Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yaparsam, okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu rahatsız etsin istiyorum."(15)

Tezer Özlü, aramızdan ayrılalı tam on yedi yıl geçmiş. Yaşamı boyunca aradığı sınırsızlığa on yedi yıl önce kavuşmuştu Tezer Özlü. Sürekli bir yolculuk duygusu içindeydi; yaşamı 'gitmek' olarak algıladığını söylüyordu; çünkü, sınırları can sıkıcı olarak görüyor, sınırları yıkmak, aşmak için yaşıyordu.

"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep."(16)

Tezer Özlü, son yolculuğunu, ardında yeri doldurulamayacak bir boşluk ve edebiyatımızdan hiç silinmeyecek izler bırakarak yaptı. O izlerle hesaplaşmayı göze alacak okurların olduğuna inanmak belki rahatlatıcı olabilir; ama Tezer Özlü'nün eserlerini gelecek kuşaklarla buluşturmak sorumluluğunu her zaman taşımamız ve bunun için bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

SERDAR GUNEY - 2003

(*) Güney, Serdar. "Gercek Bir Devrimci: Tezer Ozlü" (A Real Revolutionist: Tezer Ozlü). Cumhuriyet Kitap. 20 February 2003
(1) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(2) Bir Romanı Okurken; Çocukluğun Soğuk Geceleri Yazko Edebiyat, Mart 1981 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997)
(3) Eski Bahçe-Eski Sevgi (Bütün Öyküleri), Yapı Kredi Yayınları, 1997.
(4) Cumhuriyet, 9 Kasım 1978 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(5) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(6) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(7) a.g.e.
(8) "Bir İntiharın İzinde" Zaman; Varlık, 25 Şubat 1992 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(9) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(10) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(11) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(12) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(13) a.g.e.
(14) Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar , Yapı Kredi Yayınları, 1996.
(15) a.g.e.
(16) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.

Bir Arkadaş İçin ;
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal bir cama vuruyor
Tezer
Can Yücel
(Cumhuriyet Kitap)
---

128 NILGUN 99 TEZER




foto:Misha Gordin

Anagramlar

[3]

Üşüyen, düşleri miydi? “Çok kullanılmış bir zamanın gözlerini kapat”ırken duyulan kuğu ezgileri, o çok kullanılmış zamana gözlerini kapatmanın şerefine verilen bir resital olmasındı –“çığlık tünelleri”nin açıldığı çiçekli meydanda verilen? / Dil: Yokluk’un, kendine itirazı mı? Varoluş’un, kendine yönelttiği kargı mı? Evrenin darası mı? Onu geçersiz, değersiz kılacak karşı-dil için zorunlu bir çıkış noktası mı? Zihinde kurulu, yıkılası bir paralel-evren mi? / Dil, siyahtır. Siyahın dili de siyahtır. / Siyah, dildir. / Siyah, içinde dönendiğin, tinine dolanan herşeydir. Dünyanın bulaşması, Kusur’un tümelliğidir. / Siyah, nefretten bile anlamaz. Yokluğun pelüş şiddetiyle dokunaklı bir yanıt verilebilir ona ancak. Ele tutuşturulan mektupta beyazlık bile yazılı değildir. Sobe! /


[4]

Şiiri, onun masum suç ortağıydı. Susku’nun, çok bile konuşan Suskun’un görkemli veda-buluşma hazırlığı. / Tersyüz edelim yüzlerimizi, belki gözümüze görünür içimiz. Belki ummadığımızca çizik çiziğizdir. Belki Şiiri’ne dokunuruz. / NARİN MARAL… GÜM! Bakmayın bu dandik anagrama, ‘kahramanımız’ kızıl-kahverengi bir denize akmayı varoluş manası edinmiş bir Nil’dir, Yedi Günler Oyunu’na Katılmayı Reddeden isminde bir Gün… Güm! / Susku eşit değildir Sessizlik. / Sesin sessizliğini, sessizliğin sesini denedi; kendini buldu, kutladı. / Ölmüş müdür? İçini doldurmuştur Yokluk’un. Boşaltmıştır içini. Doludizgin. / – 128 Nilgün? – Burda! – 127 Tezer? – Burda! – 126 Sevim? – Burda! – Çıkarın kağıtları! – Ama örtmenim, akşam misafirler vardı, elektrikler kesikti, dünya dardı. /

– Gencim daha, 18 ölü-yaşındayım!
Anagramlar "jazzetta"

"uçurumları sevenin kanatları olmalı" -nietzsche
---

LIRIK PRENSES'in PEMBE TA$I

"ben 128 nilgün marmara ile 99 tezer özlü'yü silgileri boyunlarında olarak ve mor mürekkepli cam hokkalarıyla aynı sıraya oturtuyorum.."ece ayhan
t e z e r i m
... tezer özlü'nün "yaşamın ucuna yolculuk" adını verdiği, ilk yazımı almanca olan bu kitabın ismi "intiharın izinde"..(1983) ertesi yıl tezer özlü kitabı türkçeye çeviriyor..ölümünden sonra çıkan "kalanlar" isimli kitabın çevirilerini ise ablası sezer duru yapıyor..bir de "tezer'e armağan" diye bir kitap yazıyor..gölcükteki çocukluklarından başlayarak tezer'in ölümüne dek olanları dokunaklı bir şekilde anlatmış..

"yaşamın ucuna yolculuk"ta bir anlatı kitabı..yazar üç sevdiği yazarın (kafka, pavese, svevo) peşinden gidiyor, iz sürüyor, izlekler eldeliyor. yazarların her biri ayrı ülkede olan mezarlarına giderken, bizi aslında içsel bir yolculuğa çıkarıyor. öyle bir yol ki gösterdiği, çok engebeli, çatallı ve acı dolu..kitabı bir yerinde bırakıyorum..tamamlamaya gücüm yetmeyecek...hem kaç kitabı var ki onun..hepsini okursam sonra, ne kalacak ondan okumaya gibi bir saplantıya da sahibim. bu kadar genç ölmek ve bu kadar özgün olmak...bu haksızlık..ece ayhan şöyle söylemiş, "ben 128 nilgün marmara ile 99 tezer özlü'yü silgileri boyunlarında olarak ve mor mürekkepli cam hokkalarıyla aynı sıraya oturtuyorum.." nilgün marmara'da genç yaşta kaybettiğimiz biri, bir şair..

bir çok kişi yazdıklarından ötürü tezer özlü'yü intihar etti sanıyor. oysa tezer 1986 yılında kanserden ölüyor. sezer durunun kitabında aktardığına göre, eşi bir dizi işlemi başlatmak üzere hastaneye gidiyor. tezer "gitme, yalnız kalmak istemiyorum" diyor. eşi ise vakit kaybetmek istemediği için onu evde yalnız bırakıp gidiyor. ve tezer yalnız başına ölüyor..ölürken yalnız olduğumuzu biliyoruz da "sevişirken bile yalnızız" demişti bu varoluşunu, ona ne kadar acı verse de sorgulamaktan bir an için vazgeçmeyen kadın."kimseyle yaşlanmak istemiyorum, kendimle bile" diye de o söylemişti.

"ölüm yaşamla, yaşam ölümle tanımlı" diyerek her varoluşun kendisiyle birlikte ölümü de getirdiği gerçeğini bize duyurmuştu..

bir çok arkadaşımla onun mezarına gitmeyi planlamıştık..olmadı..özençle(dün şeyh bedretin'in mezarını tesadüf eseri bulduğum arkadaşım) gidecektik aşiyana..ben gene istanbula biraz uzun soluklu olmaya gelmiş ve özençlerde kalmıştım gene. taksimdeki orhan veli şiir evine gidiyorduk her gün..benim aşiyana ne kadar çok gitmek istediğimi biliyordu..hem orhan veli'nin mezarı da oradaydı..bir gün şiir evinden çıktık ve bebek arabalarına doğru yürüdük..tezer özlü'nün dediği gibi..gitmek..yaşam gitmektir..

aşiyananın huzur veren bir yanı var..neredeyse insana ölümün güzel bir şey olduğuna inandırıyor..tezerin mezarını biz bulduğumuzda hava iyice kararmaya başlamıştı ve biz bulamayacağız diye çok korkmuştuk. koca bir ağacın altında tezerimin mezarı..yapı kredi kitaplarının arka yüzünde anıldığı gibi, türk edebiyatının gamlı prensesi..lirik ve yitik prensesi..pembe bir mezar taşı var..üzerinde sadece adı yazıyor..o güzel adı..

aşiyandan çıktığımızda pek normal olduğumuz söylenemezdi..bir tarafta kadim mezarlığın duvarları bir yanda solaryumdan yeni çıkmış güzel bebek kadınları..yaşamla ölüm arasında kalmıştık...bizi hayata geri götüren otobüsteki herkese tezerimin cümlelerini fısıldamak, bağırmak istiyorum.

"her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşındakine birşey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler.bir bedenin üzerinde dolaşan her el,kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde."

"monochrome"
---

07 Eylül 2007

TEZER OZLU'den Mektuplar



Yaşantı-metin olarak geçen 'Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar'... İki 'deli' kadın, iki korkusuz. Ve akılsız bir hastalık Özlü'nün göğsüne yapışan. Aşk, dönemin tatsız politikaları, ülkeler arası devam eden sıkı bir dostluk.

Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar
Duyguların, duyumların, düşüncelerin, dolaysız, sade, birebir aktarımıdır bu mektuplar. Hele de "en yakın" arkadaşa, bir "can dostu"na yazılmışsa, yazılan Leylâ Erbil, yazan da Tezer Özlü'yse...bu mektuplar, okuru bir başka boyuta taşıyor.

TADIMLIK
Önsöz

Tezer Özlü ile iki konuda birbirimize söz vermiştik.
İlki evlilik kurumunu, kocaları, daha çok eşlerimizi anlatacak birer roman yazmaktı. Ben bu sözü Mektup Aşkları’yla yerine getirmeye çalıştım. Yazık ki Tezer, kendininkini yazmaya fırsat bulamadan, benimkini de göremeden hayata veda etti.
İkinci sözümüz ise, mektuplarımızı yayımlamaktı. Ortak dostumuz Harald Schmidt’in de tanık olduğu, daha sonra eşi Hans Peter’e yinelediği bu isteği ise bu kitapçıkla yerine getirmiş olacağım.
Hepimizin hayatında karşılaşmaktan, dostluk etmekten pişmanlık getirdiğimiz insanlar olmuştur. Hayatımızı güzelleştiren karşılıklı olarak yüreklerimizi değiştirdiğimiz insanlar da. Tezer Özlü benim yaşamımda, ne şanslıyım ki sayıları pek de az sayılamayacak derin dostluklar kurabildiğim bir kişi olarak yerini aldı. Tıpkı Sait Faik, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Fikret Ürgüp, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Nermin Menemencioğlu, Turhan Sonuç, Sevim Burak ya da bugün hayatta olan ünlü ünsüz başka dostlar gibi. Sevim Burak’ın sonunda beni düşman gibi görmesine aldırmıyorum, zira artık dostunu düşmanından ayırt edemeyecek duruma gelmiş ya da getirilmişti.
Özverinin, kardeşlik duygusunun silinip, kullanmanın, çıkar ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada dostlar olmadan ne yapardık bilemiyorum.
Mektuplar insanın bir başka yüzünü açığa çıkararak, edebiyat dünyasına daha sıcak bir tat sunar. Tezer’in taşkın duyarlılığından kaynaklanan yergi ve övgülerindeki coşkuya da bu mektuplarla yaklaşacaksınız.
Gerçi Tezer Özlü, okurlarıyla arasındaki uzaklığı, resmiyeti yok edebilmekte, adetâ yeni bir yazar ahlâkı sergilemekte eşsizdi. Gene de onunla karşılaşma şansına erişememiş okurların, yazarın mektuplarıyla onu daha çok sevip kucaklayacaklarına, dünyalarının zenginleşeceğine, dağarcıklarının ağırlaşacağına inanıyorum.
Öyle sanıyorum ki, Tezer de bunun bilincindeydi; ısrarla, “Mektuplarımızı bir gün mutlaka yayımlamalıyız Leylâ...” derken bence biraz da yakınlaşmakta olan sonu sezmiş ve kendini değil, gene okurlarını, insanları düşünmüştü.
En parlak yazın dönemine girdiği anda yitirdiğimiz Tezer Özlü’yü sevgili okurlarıyla yeniden buluşturacağıma seviniyorum.

Leylâ Erbil
Teşvikiye, 2 Kasım 1994



Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektup (Zürih, 3 Ocak 1985)

Sevgili Leylâ'cığım,*

Yeni yılın ilk mektubunu sana yazıyorum. Yalnız bu arada İsviçre klavye ve elektronik daktiloya alıştığım için, benim bu küçük daktilo ile yazmak çok güç geliyor. Neyse... Bugün kartın geldi. Sağol. Ben yeni yıl için kimseye yazamadım. Yılların yeniliği ya da eskiliği olmuyor galiba. Burada en çok seni arıyorum. Ne önemli, yeri doldurulmaz bir boşlukmuş, dostlukmuş... senin bazı sıkıntılara düştüğünü biraz Sezer, biraz da Harald'dan duydum, ikisi de ayrıntılı konuşmadıkları halde, tabii bunalımlarının nerede yattığını, yıllarla birlikte gelen toplumla ilgili, toplumlarla ilgili, yakın ve uzak insanlarla ilgili, edebiyatla ilgili, edebiyatçılarla ilgili vs... hepsini biliyorum, içten duyuyorum. Aslında memnunluk ya da rahatsızlıklarımızın tümü kendi içimizden kaynaklanmıyor mu? Türk edebiyatında çığır açmış bir yazar olmana karşın, çağdaşlarının geriliği nedeniyle cahillerin baskısı altında kaldın. Ama bu yalnız sana özgü bir durum değil, tüm ülkelerde örneği var. Seni anlayan, seven, değerini bilen mutlak önemli bir kesim var, bu kesim hiç de küçük bir kesim değil. Zamanlara dayanacak bir öncüsün. Senin gibi bir kadın -kadın olmasın, kadın demeyeyim, insan- kiminle yaşarsa yaşasın, sorunlar olacaktır. Bizler belki de, kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız... Paris, New York gibi kentlerde olsaydık, belki başka türlü yaşardık... bilmiyorum. Ama İstanbul'da da çok derin yaşadığımızı, içten insanlar bulduğumuzu... burada daha iyi algılıyorum.

İstanbul'dan ayrılalı 10 ay oluyor. En çok Mehmet'in, 'kız özlersin, insan memleketini özler,' sözcükleri kulaklarımı çınlatıyor. Biraz kesin gibi görülen -tabii hiçbir şey kesin değil- bu ayrılık bana oldukça güç geldi. Bu toplumu iyice gözetledim. Kitap, dergi, gazeteleriyle kavramaya çalıştım. İnsan ruhu olarak yaşamayan bir toplum. Dinamizmi de yok. Almanlara da hiç benzemiyorlar. Hepsi çok iyi tüccar. Almayı, satmayı, biriktirmeyi biliyorlar. Can sıkıcılar. Ama kent güzel. Bildiğin gibi mimari çok insancıl boyutlarda. Sokaklar, evler... küçük alanlar insanlardan daha güzel. Ayrıca burada ilk kez, yaşamın durgunluğu ve günlük pratik yaşamın hiçbir sorun çıkartmaması nedeniyle 'zaman'ı algıladım. Zamanı algılamanın çok olumlu yanları var. İnsanı biraz durgunluk düşüncesine itse de... zamanı algılayarak yaşamayı özlemiştim. Henüz burada hiçbir şey yazmadım, ama zaman zaman bazı duygu ve resimler içimde beliriyor. Belki yakında onları bölük pörçük yazmaya başlarım. Burada hem Türkçe, hem de Almancadan uzağım. Onun için yazmak kolay değil. Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da -bir süre için görülen- uzaklık nedeniyle çocukluğumdan da uzağım. Bu da iyi. İlk kez çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanım içindeyim. Ancak, Arnavutköy'ü gerçekten özlüyorum. Orada benimle tümüyle bağdaşan bir olgu var. Deniz, yokuşlar, ağaçlar, taşrayı andıran evler... Orada kendimi her zaman güçlü duymuştum. Erden de bana beni her zaman güçlü duyurtmuştu. Hans Peter bana çok benzeyen bir insan. Onunla ilk kez iki insan arasındaki sevgiyi, insandan insana geçen sevgiyi duydum. Ama bu da kolay değil. Çünkü sevgi de (istersen aşk de) üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. Olması güzel (yani tender), ama belki olmaması daha rahat.

Deniz okuluna alıştı. Her yere uyum sağlayan bir insan. O da arkadaşlarını, İstanbul'u çok özlüyor. Epeyce büyüdü, boyu bana yaklaştı, göğüsleri çıktı. Bütün gün, okul yoksa, rock müziği dinliyor. Bana da hep itiraz ediyor, sonra gene yumuşuyor. Ara sıra bazı işlerimiz oluyor. Çeviri, Hans Peter'e fotoğraf asistanlığı gibi. Biraz ben ders de verdim. Sonra işler bitiyor, yenilerini bekliyoruz... Aslında böylesi daha rahat. İnsan arada boş kalıyor, yorulmuyor, yeterince, serbest iş bulursa tabii. Şimdilik bizimkiler yeterince değil, ama açılmak üzere. Erden hemen hemen haftada bir arıyor. Onun da konu düşünmekte, senaryo aramakta nasıl güçlük çektiğini sezinliyorum. İşte belki de bundan sonra yazacağım kitapta bu kopuşu işleyeceğim. Toplumsal ve siyasal ve duygusal parçalanmayı. Sezgilediğim konu bu.

Sezer'in gelmesi iyi oldu. Epey hava getirdi, eve neşe getirdi. Ona çok alıştım, gidince henüz yalnızlığa alışamadım. Başımdan çok tatsız bir olay geçti. Genel durumla ilgili 10 günlük müthiş bir sıkıntıdan sonra sol koltuğumun altında bir beze şişti, sol göğsümde de bir süt bezesi.. Beni müthiş bir kanser aramasına tabi tuttular. 15 gün beni müthiş korku altında yaşattılar. Sonra gene de bunu almak gerek dediler. Oysa bunlar çok ağrı yapan, kolum tutulan iltihap gibi bir şey. Bir ayda da epey küçüldüler. Sonunda ben boş verdim. 'Sorumluluk bana ait' deyip, bir kağıt imzalayıp, ellerinden kurtuldum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Nezle olanların bile röntgenini çekiyorlar. Doktorlar hiçbir şeye bakmıyor, her şey makineden geçiyor. Makine, kompütür... onlara da inanmayıp kesmek istiyorlar. İnsanın hormonal dengesi bozuk olunca, böyle beze şişmeleri de oluyor. Artık aldırmıyorum. Bir daha da doktora gitmemeye karar verdim. Ancak insan somut olarak böyle durumlarla karşılaşınca, ne zor olduğunu gördüm, yaşadım.

O korkulu günlerimde hep seni düşündüm. Korkum geçmeseydi, atlayıp senin yanına gelecektim. Yahu, sen atlayıp buraya gelsene!!!

Fatoş ne alemde? Vakko'da iş bulduğunu duydum. Keyfi nasıl? İstanbul'a adapte olabiliyor mu?

Mehmet'in durumu nasıl? İşine devam ediyor mu?

Edebiyat alemi nasıl?

İstanbul'a ne zaman geleceğimi bilmiyorum. Hiç belli olmaz. Uçaklar bu kadar pahalı olmasa...

Üç gündür kar yağdı. Kent beyazlaşınca aydınlandı büsbütün, geceler de karla birlikte daha aydınlık. Karlı Zürih oldukça hoşuma gitti.

Televizyonda 14 kanal var, zaman zaman ilginç programlar oluyor. Noel'den bir gün önce 2 gün Münih'e gittik. Chiristian Enzensberger'in bir partisi vardı. Orada bazı Alman yazarlarla buluştuk. Güzeldi. Münih buradan araba ile 4 saat.

T. zaman zaman akıl almaz saçmalıklar yapıyor. O denli tatminsiz ki, anlatamam. O yüzden onu görmekten kaçınıyorum. Tektaş iyi. Ezel epey sıkıntı geçirdi, şimdi iyileşiyor. Burada depresyon çok yaygın. O yüzden ben de kendimi uzak tutuyorum. Evimiz aydınlık, pırıl pırıl ve sıcak. Önünde bir Boğaz eksik. Bir de sen çok eksiksin Leylâ'cığım. Kendini zorla ve bana ayrıntılı yaz. Senden başka yürekten konuşacak arkadaşım yok. Yılbaşında Gönenç geldi, çok iyi oldu, onunla da özlem giderdik. Hepinizi sevgiyle öperim.

Tezer


Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektup (12 Ağustos 1985)

Canım Leylâ'cığım,*

Bu sabah kısa da olsa Fatoş ile konuştum. Sesi nasıl sana benziyor. Sonra Sezer ile konuşurken dün görüştüğünüzü söyleyince ağlamaya başladım. Bu kadar seni özlediğimi düşünmek bile istemiyorum. Çünkü en büyük acı düşünceler. Senden önce Demir'e yazdım. Biraz vasiyet gibi bir mektup oldu.

Leylâ'cığım, Türkiye'den umudu kesip, burada tutucu ortaçağ kafası ile karşılaşmak bu hastalığın nedeni oldu. Ve olayların yoğun birikimi. Bir sabah uyandığımda koltuk altımda 2 ceviz, göğsümde 5cm. bir taş parçası buldum. Koltuk altı lenflerim kanser demek. Bunu kesemezsin ki. Aylarca düşünce ile bunu yenmeye çalıştım. Korku ağır bastı. Depresyon geçirdim. 20 gün yatakta beni kayışla bağlı tuttular. Göğsümdeki rahatsızlığı bile bile bana verdikleri ilaç kanser için en zararlı ilaç. O kayış içinde 2-3 kere öldüm, ama kendimi dirilttim. Oradan çıkıp, öteki hastaneye yattım, 5 gün. Parça aldılar, en azılı kanser çıktı. Şu şansa bak: Sinir hastanesinden çıkıp, kendini kanserin kucağında buluyorsun. Ama depresyon iyi oldu, korkularımı kustum.

Beş dakika oturamayacak halde iken, kemik tedavi yapması gereken doktor 3 saat bekletti. Burada her doktor, bütün tedavileri baştan yapıyor (para kesmek için) sonra beni kemik röntgenine yollamak istedi. Kemiğin içine iğne ile renkli ilaç verecekler, ertesi sabah aç karnına ilaç yutup karaciğer röntgenine gideceğim. Sonra bu doktorun zehirlerini damarıma verdireceğim. Sabah odasına girdiğimizde önüne dergiler sermiş: 'Chicago'da, Milano'da, Paris'te arkadaşlar neler yapıyor, bilmeliyim' diyor. Ulan salak, bunu benim yanımda mı okuyacaksın? Kafanda yok mu? 'Zürih'in en büyük otoritesiyim' diyor bir de!! Sonra benim kalbim 140 atmaya başladı. 'Kalp hastası mısınız, şeker hastası mısınız?' diye her gün üstüme yürüyorlar.

'Hayır, sadece 22 şok yedim' dedim. 'İyi geldi mi?' diyor. Ulan salak, şok adama iyi gelir mi? Bir çeşit giyotin. Sonra bana 'buz başlığı ister misiniz?' dedi. 'O ne?' dedim. 'Sizin gibi atraktif bayanlar onu geçiriyor ki, saçları dökülmesin. Sonra hem dansa gidiyor, hem bisiklete biniyorlar' dedi. Salak, sanki ben hayatımı dans ve bisikletle geçirirmişim gibi. 'Kaç derece buz başlığı?' dedim. 'Eksi 20' demez mi? Leylâ, düşün, insan nasıl kafasını '20 dereceye 10 dakika sokar? Düşünce ve beyni donmaz mı? Bunlar herhalde Doktor Mengele'nin deneylerinin sonucu. Sekiz hafta bunu geçireceğim, sonra sol sonra sağ tarafımı kestireceğim.

Bazen düşünüyorum da, idam mahkumundan beter. Sonra beni gene EKG'ye bağladı. Kalbinim dayanacağı anlaşıldı. Sonra da sekreteri kafamda dır-dır konuşuyor, ben açacağı an oradan fırladım. Korkunç bir hafta sonu geçirdim. Eray da vardı. Hep hasta göğsümü öptü, evladım. Aynı çocukluk düşleri gibi, küçük boşluklara düştüm. Uykuda ölecek gibi olunca bir ses 'Tezer' deyip beni uyandırıyor.

Canım Leylâ'cığım, benim için bir gün Kaptan'da kafayı çek. Yediğin, içtiğin, gördüğün her şeyi benim için de yap. Geceleri acıdan kıvranıp duruyorum. Korkmuyorum. Hastayım ama mutluyum. Bana en güç gelen, Deniz'den ayrılmak. Bakalım. Müthiş kitabını duyarlılıktan daha okuyamadım. Senin, Demir'in, benim kitabın aynı yıl çıkmış olması ne güzel. (...)

Sonsuz sevgiyle öperim. Bana yaz. Bir kere de benim için yüz.

P.S. Bugün doktorumla (masaj yapan) uzun konuştuk. Bir bedenin kansere karşı bu tür iltihaplanma ile mücadelesi görülmüş durum değil, diyor

Notlar:
*Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar (Yapı Kredi Yayınları, 1996)
---

TEZER & PAVESE - 9eylul



Aralik 2006-Varlık dergisi Sennur Sezer, "Tezer Özlü adlı kız çocuğu" başlıklı yazısindan,

"...Peki nasıl bir kişiliktir Tezer? Bence bir dişi Peter Pan!.. Ben Tezer Özlü bir öykü kahramanı olsaydı, Peter gibi büyümemeyi mi seçerdi diye düşünürüm. Çünkü "kaçıp gitmek"ten ilk o söz etti galiba. Gerçek yaşamın sokaklarda olduğundan..

...Tezer'in karşı olduğu ilk şey güvenli bir yaşamdır zaten: "Düzen ve güven kadar ürkütücü birşey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri ge, kahvelerde otur - artık hiçbir yerdesin."

...Tezer Özlü bir kız çocuğuydu. Büyümek istemeyen, büyüme sancılarından kaçamayan bir kız çocuğu.. Çünkü o büyüdüğü büyük şehirde de kız çocuklarının çocuklukta bile sorumluluklardan kaçınamadığı bir toplumun çocuğuydu. Ve buna karşı çıkışını haykırdı yazdıklarında...
Onun anısı için yapılacak en yerinde şey, çocukların çocukluklarını yaşayabilecekleri, kaçıp gitmek istemeyecekleri bir dünya yaratmak belki de..."


_All is the same
__Time has gone by
___Some day you come
_____Some day you ll die
_______Someone has died
___________Long time ago


TEZER ÖZLÜ
(9eylul1943Simav-18subat1986Zurih)

"Benim en büyük mutluluğum herşeyden kaçmak.Herşeyden.Tüm çocuklardan.Tüm acılardan.Tüm sevgilerden.Tüm orgazmlardan.
Tüm gecelerden.Tüm günlerden..."


Gidebilmenin arayış kısmını Yaşamın Ucuna Yolculuk da görürüz. Yaşamının son döneminde cıktığı bir yolculuktur bu; Cesare Pavese, Italo Svevo, Franz Kafka nın peşinde; ama aradığı onlar değildir. Onların yaşadığı yerler, oturdukları kahveler, yürüdükleri sokaklar,yaşama dair birşeyler oluşturdukları mekanlarda bulunmak... Büyük bir tutkudur bu yazarlara karşı hissettikleri; onların yaşamlarına ve yaşama dair oluşturduklarına karşı.

"...Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?
Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz? ..."

"şimdi sen de bir anısın. sen de ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. başka hiçbir şey. "
Tezer Özlü - Yasamin Ucuna Yolculuk



" Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana'da Kafka'nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını. Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine belki biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kamplarında öldürülmüş kız kardeşler ile Milena'yı düşünmüştün. Kafka'nın bu kamplara girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç yaşta veremden ölmesi onun için en büyük acılardan kurtuluş da demekti. "
( Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.37, YKY )


"Başkalarıyla -hatta karşına çıkan tek insanla- sanki herşey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın." (Pavese)

Pavese gibi Tezer Özlü'de de yaşam anlardadır.Ve çoğunun tersine Tezer Özlu de çocukluk aranan bir şey olmaktan çok kaçılmasi gereken bir şeydir.
"Çocuk olmanın hiçbir güzel yanı yoktur: yaşlandığımız zaman, çocuk olduğumuz günleri hatırlamaktır güzel olan"

Ve Pavese nin son cümleleri,
"Gizlice en çok korkulan şey gerçekleşir hep sonunda... Bütün gerekli olan biraz cesaret... Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım."




CESARE PAVESE
(9eylul1908Torino - 26agustos1950Torino/İtalya)

Il mestiere di vivere: Diario 1935–1950, The business of living: Diaries 1935-1950 (published in English as The Burning Brand), 1952
"Yasama Ugrasi"1952
Pavese 1950 ' de Torino ' da bir otel odasında tüm yazılarını , kitaplarını yok edip geriye üzerine kırmızı mavi kalemle " Yaşam Uğraşı " yazdığı günlüklerini bırakarak intihar ediyor.
1935 - 1950 yillarini kapsıyor bu günlükleri;-son tarih 18 ağustos 1950

27 Ağustos 1950-
' yazmayacağım, artık eylem...'

1 Eylül 1950-
'Ve bu defter Pavese'nin yanında bulundu bir akşamüstü. Midesine doldurduğu haplardan kurtaramadılar onu.Ben Italo Calvino son satırını yazmak istedim, bana söylediği bütün güzel şeyler için...
Ölüm bu olsa gerek, bir insanı özlemek.'


1952 Yasama Ugrasi ;

"Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, Sen, acı.
Peki sonra? Bütün gerekli olan biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve keşinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendin beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. artık yazmayacağım..." 18 Ağustos 1950
(Arka Kapaktan)


“Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”-1936-



09.09 TEZER & PAVESE
---

SALVADOR DALI

♥ Dalí ♥
Dali images 1



Fertility
Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket

♥ Dalí ♥
Dali images 2



MirrorWomen
Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket

♥ Dalí ♥
images

06 Eylül 2007

PAVOR NOCTURNUS/ NILGUN MARMARA

Pavor Nocturnus Ya Da Delikli Uykular

Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!
Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu.
Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar...
Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?

Nilgün Marmara

---

NILGUN'e

Müntehirlerin nedameti / bağışlansın ışısın has bahçe ” Hikmetnâme

"...Nilgün’dü / İntihar karası bir kardeş / Adını verdi Marmara denizine / Saçları şelaleli amazon / İçe dönük güzel bir anarşist / Bende üç kez denedim / Marmara denizine parlak bir yıldız gibi düşmeyi / Uçurumlara uçurtmalardan daha yakındım... ”

Lirika Ülkesine Akan Irmaklar-HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU


Savruk Yılların Soldurduğu Bedenime Bak

-Nilgün Marmara'ya-
Sevgi en solgun mevsiminden
geçiyor belki de
ve biterken bir kahramanlık çağı
bu kanlı operayı seyrettiğim
alevlerle gölgelenmiş aynadan
kendime tutkun ayrılıyorum.

Loş ışıkların altında
birbirlerine kırık dökük
aşk öyküleri anlatan
orospu mesihlerden geçerken...

Bu artık son kez dokunuşum
akşamın parmak uçlarına.

Ey uyumlu şizofrenler
hüzünlü benciller
bağışlayın bana bu akşamı...

Kimsesiz çocukların gözlerinde
seyrettiğim bu akşamı.

Birkaç randevu için beklettiğim intiharım
ve umudun kan kıyısından gelen kadın
için bağışlayın.

O esirgeyen gülüşü ve köpüklü eşarbıyla
gelirdi çünkü umudun
kan kıyısından gelirdi.
Ve artık cüzzamlı çocukların
yüzlerini okşayan elleri
savruk yılların soldurduğu bedenime
dokunsa kaygılanmazdı

Sevgi en solgun mevsiminden
geçiyor belki de
çünkü dönemem bir sokak köpeği gibi
zehirlediğim yalnızlığıma...

Ve karşılıksız acılarda boğulurken gülüşüm
beni sana gittikçe bağlayan utancına sakla
hüznünü,
bana çirkinliğimden ve tarihimden uzak bir ölüm getir...
özentisiz ve kendine hayran olmayan
bir ölüm
gözlerin ve sesin kadar kesin olan
bir ölüm...

En solgun mevsiminden geçiyor sevgi
unut beni unut,
belki de terk ettiğin son cehennemdir bu.

Ve akşam... yoksul anıları aydınlatırken
ansızın sesine vurulan kör bir kemancı kadar
ince ve dokunaklı olan
bu akşam
başka kıyılarda güneşlenen bir
alacakaranlık olsam da
savruk yılların soldurduğu bedenime dokun

Sesini bağışla bana
dağılan hayatıma bu akşamı bağışla
Cezmi Ersöz



...Ayin...

yetişkin döngüsünde
taş kırıyor orman iklimi
:
insan soyu tahtada!

duvara vuran gölgeyle oyalanırdı
aklına yaslanamıyor topal çoğulculuğunda

sınıfta kalmak bu!
çakmak, yazılı sözlü tüm sınavlardan!
mağaraya kapanmak
mürekkep lekesine kusarak hiçliğini

oku(n) maya dair kusurdu bilenmemiş kalem
kınalı masallar, itici fantezi satırlarda türeyen
aşk
iğdiş edilmiş günce

“bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için! ” *

vazgeçiyorum
sil baştan okusun ateş bizi!

kadife gölgelerde
pervasız
yarınlarla sevişen geleceğimizi


(*) Nilgün Marmara
(30 Mart 2007) - Naime Erlaçin ©



TANSIK
Nilgün Marmara' ya

I.

gri duvardan
üreyen gözler
bakışımsız bir an' ın
keşhane özlemi
sıkıntının genleştiği
güdük konum

t ü k e n e c e ğ i z...

yanlış bir salyangoz
izine karışan
tarih
andacında gerinen
uyku sersemi yarasalar
gecenin imleri

t ü k e n m i ş t i k...

söze kazınan çığlık
bir süreçti
kaos öncesi
tükeniş
küçük burjuva sultası
yağmalanan anlam

II.

sözcüklerini buldum
ellerin diye
dokundum
s a r ı s ı c a k a y a z
eridi...
Serdar Aydin



Gizli Cam Parçaları

Şehrin ortasındaki kır çiçekleri
Usulca çekildiler geldikleri yerlere
Kapatsak da olur artık camlarımızı
Balkonumuza serçeler beklemesek de

Şehrin ortasındaki kır çiçekleri
Çekildiler diyorum Metin Abi örneği
Ah hepimiz oluyoruz giderek
İntiharların çünkü biçimleri değişti

Büyük kalabalıklardaki yalnızlık intihardır
Görkemli caddelerin açılması uçuruma
Yapma çiçekler götürmek sevdiğimize
Yazmamak intihardır duyumsayıp da

Kesen bıçak değildir insanın bileğini
Yüreğimin kıyısındaki "gizli cam parçaları"
İntihardır bu çağda ağlamayı bilmemek (*)
Nilgün Marmara'yı sevmek, Beşir Fuat'ı

Ecza dükkanının önünde Metin Abi olsaydı!

(*) İntihar eden Şair Metin Akbaş’ın bir dizesi
Abdulkadir Budak /İmzası Gül-1993



"...Nilgün, Deniz ve Hür, hoş bir sohbete dalmıştılar, biraz onlara takıldık. Hasan motosikletiyle geldi, motor burada sessiz çalışıyordu. Gencecik Deniz, Yusuf ile Hüseyin, Adnan amca, Erdal, Talat ağbi, her zamanki gibi siyaset konuşuyorlardı. Ateş, onları dinliyordu ve sigara içiyordu... Edip ve Turgut golf oynuyordu. Ece, üç tekerlekli hi-tech bir arazi aracına kurulmuş, başında mor bandanası ve güneş gözlükleriyle, Cohiba purosundan küçük nefesler çekerek, çevrelerinde hızlı turlar atıyor ve 'Benim meramım bu! Bu!' diye bağırıyor ve gülüyordu. Cemal de onu, 'Evet, evet!' diyerek azdırıyordu." Mehmet Günsür, Mustafa Irgat'ı yazdığı hikâyesinde, 'karşı'daki dostları böyle anlatıyordu. Nilgün Marmara'dan Erdal Eren'e, Ece Ayhan'dan Mustafa Irgat'a, geride kalanlara bir 'kış kitabı' olan ölümün bahçesindeki ahbapları. Hikâyenin girişinde Asaf Halet Çelebi'nin 'İbrahim' şiirinden dizeler: "Ben ki zamansız bahçeleri kucakladım/güzeller bende kaldı/ibrahim/gönlümü put sanıp da kıran kim". 'İçeriye Bakan Kim'in cevabını erkenden veren Mehmet Günsür(...)
Geçen zamanla geçen arkadaşları, Şiiratı amblemini yapan Mehmet Koyunoğlu, yakışıklı arkadaşımız Mustafa Irgat, onu görmeye giden kardeşimiz Mehmet Günsür, neredeyse çocuk-giden Can Tanyeli'yi de 'Yaz Kitabı'nın bahçesinde ağırlıyor. "
Haydar Ergulen 11.07.2004 Radikal
---

 
Image Hosted by ImageShack.us