^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 09/14/07

14 Eylül 2007

SEVGI (YENEN) SOYSAL


"... Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller. Hava serin, erken kararıyor ortalık. Yürümek, dönüp bakmamak arkaya..."
... diyor Sevgi Soysal üçüncü kitabı(1970) Yürümek’in son satırlarında.
TRT’nin küçük daktilosu 1970’de bir kitap daha kazandırır literatüre: Yürümek. 1970 yılında TRT Başarı Ödülü’ne, 12 Mart sonrasında ise Türk Ceza Kanunu’nun 426/427. maddelerine muhalefetten yani müstehcenlikten toplatılma cezasına layık görülen Yürümek’te Sevgi Sabuncu “kadınlıkla” hesaplaşmaya devam eder ve yanına bir yeni soru daha ekler: Peki, erkeklik neye benzer? İşte bu toplumsal cinsiyet rollerinin kuruluşunun seyrini Ela ve Memet’de süreriz.

(...)
Özdemir Nutku. Genç aşık Sevgi Yenen, bu “uysal” üniversite hayatındaki en büyük “asiliği”, bu genç yaşında sevdiğine varabilmek için yapıyor ve evlenmelerine izin vermeyen ailesine ders vermek için bir kutu aspirini mideye indiriyor, ardından da “ya ölürsem” korkusuyla kendini karşı komşuya dar atıyor!
(...)Almanca’dan çeviriler yapmasının yanı sıra şiire yakın düz yazılar ve kısa öyküler de yazmaya başlayan Sevgi Nutku’nun bir yazısı ilk defa bir dergide yayımlanır. Yıl 1961’dir.
Sana söyleyemediklerimi yalnız karıncalara söyleyeceğim, bozkıra, senden benden yalnız.
Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz.


Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın -ya en boş damlalar gözlerimizde.
Bak tozluyuz biz, çok tozluyuz -ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz.

Bırakıp bırakıp ırak kentlere gidemeyiz, bu uğraşı ister.
Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır.

Yukarıdaki satırlar Sevgi Nutku’nun bir dergide yayımlanan ilk yazısından, “Ne güzel suçluyduk biz hepimiz”den. Bir dergi denildiyse öyle herhangi bir dergi değil bu dergi. Bu, bizzat Sevgiler’deki tartışmaların sonunda fikri ortaya atılmış ve Hüseyin Cöntürk, Turgut Özakman, Orhan Duru, Metin And, Ali Püsküllüoğlu, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Özdemir İnce, Ece Ayhan gibi “sıkı arkadaşlar”ın çıkardığı Değişim dergisi. Zira zaman değişim zamanı. (...)


Sevgi sıkıntısını kitabında konuşturduğu kadınlarla dillendirir: “Şeylerden şeyler işte -sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa günlerdir tutkularım perçemlerimde dolaşıyorum.” diye başlar Tutkulu Perçem. Konuşan, bir kadındır, erkeklere kızgın bir kadın: “Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı, oysa tek dolaşıyor onlar -güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım.” Tutkulu Perçem sırf fark edilmek için “bir troleybüs direği, bir yol makinesi, bir kavga” olmayı diler. “O zaman bakacaklardı” der. Ve günün nihayetinde, tutkularını, perçemlerinden çıkarıp mazgaldan aşağı lağım sularına atar.


(...)
Dönemin edebiyat çevreleri ilk görüşte bağırlarına basmazlar Tante Rosa’yı. Kimdir bu kendilerine hiç benzemeyen kadın? Ne denilirse denilsin, edebiyatta yeni bir kadın tipinin ve yeni bir kadın yazarın muştuluyacısıdır Tante Rosa. Yıllar sonra daha “yetkin” yapıtlarını yazdığında bile “haşin” edebiyatçılara yem yapmayacaktır Tante Rosa’yı.
“Sana bir vasiyetim var, Özdemir [İnce].”
“Çüş!”
“Çüş müş yok oğlum. Vasiyet vasiyettir. Şimdi bu hırdavatlar, Yenişehir’de Öğle’yi şunu bunu öne çıkartıp Tante Rosa’nın boynunu vuracaklar. Sen benim ne halt ettiğimi ilk hikâyelerimden bu yana biliyorsun. Tante Rosa’ya sahip çıkın" (...)


kynk:http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=71

"Anneannemden Başlayıp Bende Biten Bir Çizgi"

“ ...aslında Tante Rosa ne büyükannemin, ne de teyzemin yaşantılarını anlatır. O, büyükannemden başlayıp bende biten bir çizgidir. Küçükten bildiğim bir benzeme korkusudur; okuduğum bir mektup; bir iki soluk fotoğraf; anımsadığım bir şarkı; birkaç damla gözyaşı; kendi deneyimlerimde yeniden yakaladığım gülünçlükler; saçmalardır. Çocukluğumda, kabahat işledikçe onun bunun yaptığı benzetmelere duyduğum unutulmuş öfkedir."

30 Eylül 1936’da İstanbul’da doğuyor Sevgi Soysal, daha doğrusu Sevgi Yenen. Alman asıllı anne Anneliese Rupp- Aliye Yenen, Mithat Yenen’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır. O zamanlar Aliye Yenen’in ismi henüz Anneliese’dir. Sevgi Soysal’ın yazdıklarında Anneliese’in izlerini buluruz. Annesinin ve hatta anneannesinin kadınlık serüveni Soysal’da farklı imgelere kuşanarak zaman zaman yazıya dökülürler.

Anneliese, annesi Rosa ve kızkardeşler... Tüm bunlar Sevgi Soysal’ın kadınlık tarihinde birer mirastırlar. Reddedilen ya da devam ettirilen. Peki bu mirası kendi yaşadıklarıyla inşa eden Anneliese kim?

Anneliese, Mithat Bey’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır ve ona tutkulu bir aşkla bağlanır. Türkiye’ye yerleşir, Aliye ismini alır. Altı çocuk doğurur ve vefalı bir eş ve anne rolünü üstlenir. Belki de Sevgi Soysal’ın kadın karakterlerinin vazgeçişlerinde, yürüyüp gitmelerinde, kendi kadınlık serüvenlerinin izlerini sürmelerinde bu tarihin mirası bulunabilir.





Hoş geldin Ölüm
Soysal, İlk kitabı Tutkulu Perçem'i 1962'de yayınlamıştı. 1968'de Tante Rosa, 70'de de Yürümek adlı kitapları yayınlandı. 12 Mart ve getirdikleri birçok insanı olduğu gibi Soysal’ı da derinden etkiledi. Bu dönemin izlerini eserlerinden de takip ettik. Yine de şunu söylemek doğru olacaktır: Onun eserlerinde ezme-ezilme ilişkilerini, baskıların yol açtığı hezeyanları görüyor olsak da ne kendisini ne de kahramanlarını gözü yaşlı birer sözcü olarak görmedik. O da birçokları gibi tutukluluk ve sürgün dönemleri geçirdi. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni hapishane’de yazmıştı, Adana’da sürgünlüğünü yaşarken ise Şafak'ı yazdı. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni yazdığı mekana yani hapishaneye dair anıları ise Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adı altında 1976’da basıldı. Aynı yıl öykü kitabı Barış Adlı Çocuk da yayınlandı. Ve yine aynı yıl meme kanserine yenildiğinde Hoş geldin Ölüm'ü yazıyordu. Ölümünden sonra, yazıları Bakmak adlı kitapta toplandı.


SEVGİ SOYSAL
(30Eylül1936İstanbul-22Kasım1976İstanbul)

Sevgi Soysal, Son romani Hos Geldin Ölüm'ü tamamlayamadan 22 Kasim 1976'da kanserden yasamini yitirir.


Sevgi Soysal kizi Defne'yi 1973'te, Funda'yi ise 1975'te dogurur.

Ölümünden neredeyse 27 yil sonra Sevgi Soysal'in kitaplarinin yeniden basilmasi sirasinda kitaplarinin editörlügünü kizi Funda yapiyor.
Funda söyle anlatiyor bu süreci:
"Evet ben annemi hiç tanimadim, onu hiç hatirlamiyorum. Ancak onun kitaplarini okuyarak büyüdüm. Her kitabini defalarca okudum. Bu okumalar araciligiyla annemi tanimaya, ondan birseyler ögrenmeye çalistim. Yazar Sevgi Soysal'la anne Sevgi Soysal iç içe geçti bende. Annem yoktu, ama Sevgi Soysal kitaplari vardi. Galiba ben küçükken bir yazari anne edindim. O kitaplardaki her lafi anne ögüdü oldu, öyle baktim. Aci belki, ama hiç yoktan iyi degil mi? Kendi annesizligime isyanim dindi, simdi ona evlatlik yapiyorum."


Yalnızlığa tahammül edemeyen bir kadın
Yalnız kalmayı sevmezdi yazar Sevgi Soysal. Belki de bu yüzden iki kocası da askerdeyken başka erkeklere âşık oldu .
Genç yaşında meme kanseri nedeniyle yaşamını yitiren yazar Sevgi Soysal’ın hareketli yaşamı, Everest Yayınları’nın biyografi dizisinden çıktı.
Erdal Doğan’ın yazdığı "Yaşasaydı Âşık Olurdum" adlı kitapta Sevgi Soysal’ın, ilk kocası Özdemir Nutku’yu, Başar Sabuncu için; ikinci kocası Başar Sabuncu’yu da Mümtaz Soysal için terk ettiği anlatılıyor.

Her askere gidişte...
Kitaba göre, Sevgi Soysal, ailesinin muhalefetine rağmen yazar Özdemir Nutku’yla ilk evliliğini yaptı. Hatta evlenebilmek için iki kutu aspirin içerek intihara bile kalkıştı. Bir çocukları oldu. Ancak Nutku askerdeyken kendisinden yedi yaş küçük Başar Sabuncu’ya âşık oldu ve ilişkileri kocası askerdeyken başladı. Bir gün, izin alarak eve gelen Nutku, Sabuncu’nun özel eşyalarını ve aşk mektuplarını bulunca, boşandılar. Soysal, Başar Sabuncu’yla evlendi. Ve Sabuncu’nun askerlik zamanı geldi. Bu kez Sabuncu askerdeyken Mümtaz Soysal’ı tanıdı Sevgi. Kocası askerdeyken başladı ilişkileri. Sabuncu’dan boşandı ve Mümtaz Soysal’la evlendi.

Gizlice kürtaj oldu
Sevgi, yakında ikinci kocası olacak olan, ancak henüz evlenmediği Başar Sabuncu’dan hamileydi. Sabuncu’ya haber vermeden yasadışı yollardan bu işi yapan bir doktora gitti ve kürtaj oldu. Kürtaj sırasında yanında Sevim Özakman vardı.

Ve Mümtaz Soysal...
Başar Sabuncu, Sevgi’nin oğlunu kendi oğlu gibi sevmişti. Ancak askere gittiğinde Sevgi’nin yalnızlığa tahammülsüzlüğü, aynı sonu getirdi. Bir röportaj yapmak için tanıştığı Anayasa Profesörü Soysal, Sevgi’yi çok etkilemişti. Karısının Mümtaz Soysal’la ilişkisini öğrenen Başar Sabuncu evden ayrılarak Sultan Otel’e yerleşti.

Örsan Öymen’in bileği güçlü çıktı
Başar Sabuncu’nun otel borçları birikmişti. Örsan Öymen, arkadaşının borçlarını kapamak için otelcinin irikıyım oğlunu bilek güreşine davet etti. Yenerse borçlar silinecekti. İki kez kazandı, ancak borçlar silinmedi.

Mümtaz Soysal için oğlunu gönderdi
Mümtaz Soysal, Sevgi’nin oğlu Korkut’la, Başar Sabuncu’nun gösterdiği uyumu yakalayamayınca çocuk, babası Özdemir Nutku’nun yanına gönderildi. Oradan da babaanne ve dedesine... Annesinden de ayrı kalan Korkut, otistik bir çocuktu. Bir süre sonra hastalığı kronik şizofreniye dönüştü.


Erdal Doğan "Yaşasaydı Âşık Olurdum" -2003



---

(...)
'Sevgi Soysal'dan öğrenecek çok şey var'
TOMRİS UYAR
Sevgi Soysal'ın en önemli özelliği, kişisel yapısı ile dünyaya bakışını hiç zorlanmadan kaynaştıran bir biçem kullanması; kendisi kadar ele avuca sığmaz, hınzır, akışkan bir biçem. O kadarına ki öykülerini, romanlarını ince ince örmek için katlandığı sıkı denetim hemen açığa çıkmaz; ancak yapıtı bitirdikten sonra geriye doğru baktığınızda çözersiniz gizli ilmikleri. Sanırım onun yapıtlarını güncel kılan hep ustalıkla kurulmuş bir arka plana yerleştirilmeleridir.

Sevgi Soysal'ın bireyini yaşadığı toplumdan ayrı düşünemeyiz. Toplum bireyin yürümesini engelliyorsa birey de toplumun tartışılmaz diye önüne sürdüğü kalıpları alaşağı etmekten geri kalmayacaktır. Kendi içine kapanıp yakınmayan, sırasında kendisine de gülen, savaşmayı yaşamak için bir ön koşul sayan Sevgi Soysal'dan öğrenecek çok şey var okur ve yazar olarak.


‘Eteklerin ne güzel uçuşurdu Sevgi!..’
OYA BAYDAR
1970 kışı, 1971 baharıydı. Ankara günlerimizdi. Ülkelerin, şehirlerin, insanların geçici olduğu; heyecanların, umutların, aşkın ve devrimin kalıcı olduğu gençlik günlerimiz.

Sen yeni başlayan, alev alev bir aşkın; ben bitirmeye çalıştığım saplantılı bir tutkunun çekimine kapılmış, yaklaştığına inandığımız devrimden çaldığımız özel yaşamlarımızdan neredeyse utanarak, çok yönlü, çok katmanlı, gece kurt, gündüz insan yaşamlarımızı sürdürmeye çalışıyorduk.

Ben Üniversite'deki iki dersin, sen TRT'deki iki programın arasında, gevşemek için pek de uygun sayılmayan bir zamanda, öğle vakti buluşur, ikinci sınıf bir otelin, o çok kasvetli ama bize pek hoş gelen barında, kahve ve ahududu likörü içerdik. Şimdi de, seni hatırlamak için kahve ve ahududu likörü içiyorum bazen, ama o eski tadı bulamıyorum bir türlü.

Sen daha çok aşktan, ben devrimden söz ederdik. O günlerin modasına uygun muydu, değil miydi hatırlamıyorum; ama iri kalçalarını pervasızca sergileyen, beline oturmuş uçuk renkli - belki de pembeydi - bol eteklerini hatırlıyorum. Ne kadar kadındın Sevgi, ne güzel kadındın!.. Kadınlığını bir özür, bir eksiklik, hatta bir meydan okuma gibi değil bir tanrıça doğallığı ile dolu dolu yaşayan...

Ne edebiyat, ne sosyalizm, ne devrim; seninle duygulardan ve aşktan konuşurduk. Çünkü sen, duyguları ve aşkı, tıpkı kadınlığın gibi, tüm doğallığı ile hilesiz, sansürsüz, doludizgin yaşardın.

12 Mart'ın uğursuz günleriydi. Tam da sana yakışan biçimde, "Gece yasağını ihlal" gibi anlamsız bir nedenle, aslında o günlerde evlendiğin, sevdiğin adamı yıpratmak için atmışlardı seni de içeri. Gülüyordun, tadını çıkarıyordun, "Ah, yine aşk uğruna yandım" diyordun. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nun gencecik tutsak öğretmen kızlarının şaşkın bakışları arasında, senin için özel olarak hazırladığım bol kolonyalı oraletlerimizi keyifle içerken yine aşktan, duygulardan, tutkulardan konuştuk. O gün bugün seni hep öyle hatırlarım: Ranzanın üstüne bağdaş kurmuş, yüzü o içten yansıyan ışıkla aydınlanmış, riyasız, yapmacıksız, âşık ve kadın. Hep olduğun gibi.


‘Sevgi iyi bir anneydi’
Kızkardeşi Mine Kazmaoğlu Sevgi Soysal'ı anlattı.
"... Güçlüydü, ama bir o kadar da kırılgan ve hassastı Sevgi Ablam. İnişli çıkışlı bir yapısı vardı. Günbatımları ona hiç yaramaz, morali bozulur, efkârlanırdı... Ancak tahammül sınırı zorlandığında, üstüne üstüne gelen durumlar karşısında patlayıp, en çok kendini yıpratan tepkiler verirdi kimi zaman. Sokakta nara atan gençlere, sinirlerinin bozuk olduğu bir anda balkona çıkıp avaz avaz bağırdığını bilirim örneğin...

... Biraz da bahtsız bir kadındı doğrusu. İlk eşi Özdemir Nutku, hiç ona uygun değildi. Bitmeye mahkûm bir evlilikti o. Ama öyle sanıldığı kadar da kolay olmadı bitirmesi, çünkü Özdemir ancak Sevgi ona bir ev bulup, döşedikten sonra gitti benim bildiğim. İkinci eşi Başar Sabuncu çok ince, zarif ama zor bir adam. İnsanı uğraştıran, manen yük olan türden. Mümtaz Soysal da zordu ama Sevgi'ye daha denkti belki... Başar'dan ayrılırken de çok gelgitler yaşadı Sevgi. Zor bir karardı; hani kolunu kesip atar gibi. Bir bedel ödedi hep... Başkalarından çok kendisine acı verdi en çok. Kanseri de başka türlü izah edemeyiz...

... Erdal Doğan'ın kitabında Korkut konusu çok doğru yansıtılmamış. Korkut'u hep 'karşı taraf'tan, 'bırakılanlar'dan dinlemiş çünkü. Başar, tamam, çok iyi bir baba oluyor, ama o melek de Sevgi ilgisiz bir anne filan değil. Başar evde çalışıyor, dolayısıyla Korkut'la daha çok birlikte. Ayrıca, çocuk bir otistik sempatik olabilir; çok güzel bir oyuncak hatta. Korkut, onun her dediğini yapıyor: Yani burada karşılıklı bir şey var; Korkut'un da ona sunduğu bir şey. Korkut o yıllarda görece daha kolay bir çocuk. Mümtaz'ın karşılaştığı ise ergenliğe girmiş bir oğlan. Kitapta bu yok. Asıl vurgulamak istediğim asla kötü bir anne değildi Sevgi Ablam.


‘İnsanın sesi, annesine dair konuşamıyor’
FUNDA SOYSAL
“Bir yazarı anne edindim,” demişim Radikal kitap ekine. Doğru, büyürken yaptım öyle bir şey gerçekten. Ama olmayan anneler var edilemiyor kolay kolay, yazar bile olsalar. Kitaptan okunmuyor sevgi. Yeni yeni fark ediyorum, anne edineceğim derken, kendimi parçalamışım bunca yıl; yakaladığım Sevgi Soysallıklarımı sevip, onun gibi olamayışlarıma yanarak. Bakmayın siz benim Sevgi Soysal’ın yazarlığı üzerine ciddi yazılar yazmış olmama. Beğenmiyorum ben onları. İnsanın sesi, annesine dair konuşamıyor. Onlar, bir büyüme habercisi. Bu yapay annelikten çıkarmak istemem Sevgi Soysal’ı. Solmayacak parlaklıkta olduğunu fark ettim; ondan olmak, yetiyor artık bana. Sevgi Soysal’dan bıkmak kolay değil; ama kızlar, annelerinden bıkınca büyür asıl. Yeniden yayımlayarak, harcamanız pahasına da olsa, onu size bıraktım. O benim annem; size kolay, bana zor.(...)

http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/030306/portre.html

ESERLERİ ;

ROMAN:
Yürümek (1970)
Yenişehir'de Bir Öğle Vakti (1973)
Şafak (1975)
Hoş Geldin Ölüm (1980, ölümünden sonra)
Bütün Eserleri (8 cilt, 1986)

ÖYKÜ:
Tutkulu Perçem (1962)
Tante Rosa (1968)
Barış Adlı Çocuk (1976)

ANI:
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)

DENEME:
Bakmak (1977)

ÖDÜLLERİ:

1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü - Yürümek
1974 Orhan Kemal Roman Armağanı - Yenişehir'de Bir Öğle Vakti
---


JOURNAL / NILGUN MARMARA



JOURNAL

Kayalıklarda teşhirci dalgalar çarpar başlarına...

Kendi içindeki düşüncesini köpükle kıran, ufalayan su,
insanların yüzlerine yükseltiyor iyilikçi beşiğini!
Bir elma ağıyor göğe, birden. Kırmızı yüzeyi, yuvarlaklığı,
gün ışığında, deniz tuzunda öylesine kışkırtıcı!
Dönmeye başlıyor insanlar arasında.
Kendi gizilgücüyle zıplayan elmayı yakalamaya,
birbirlerine ulaştırmaya çabalıyorlar.
Su üzerinde, yalnız başları, boyunları ve kolları görünen
insanlar ve çığlıklar içre, elma dansını sürüyor,
kimsenin eline geçmemeye devinerek.
Karşı karşıya olanlardan biri, elmayı atıyor diğerine,
onun yanıbaşına düşüyor. Bu kez bir başkası,
zayıf parmaklarıyla, suyun içinde yakalamayı başaran,
bir başkasına fırlatıyor. Tutmaya çalışanın ellerinden
kurtulan ve kendini yeniden dalgalara bırakan elmanın utku!
Ona ulaşmak için köpüğün içinde savaş sürüyor; kavranıp
yükseltiliyor kırmızı gülle, sunuluyor boşluğa...
Kaçıyor elma, düşüyor yanlarına, yörelerine,
avuçlar kapanmıyor üzerine, kapanamıyor; kayıyor ellerden,
gözlerin üzerinden; yönsüz hedefini kendi saptıyor ve
sonsuzca uzatıyor çift katlı devinimini, denizin
ve insanın...

Nilgün Marmara
Eylül, 1984

---

 
Image Hosted by ImageShack.us