KALP YIYEN
Colde
Bir yaratik gordum, ciplak, vahsi .
Comelmis oturuyor
Yuregini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: "Tadi guzel mi dostum?"
"Aci , aci ", diye karsilik verdi;
"Ama seviyorum
Cunku aci
Ve benim kalbim"
(Hart Crane )ABD
(1899-1932)
Hart Crane denize atlayarak 33 yasinda yasamina son verdi
"Monody shall not wake the mariner.
This fabulous shadow only the sea keeps. "
"Hosca kalin hepiniz"
---
27 Ağustos 2007
"KALP YIYEN" HART CRANE
Gönderen Ey'lûl
BIR OZGE DIRIK MASALI
“Akasyalar Kaçarken” dedi Özge ,
kimse inanmak istemedi.....
Bir Özge Dirik Masalı
(14 ekim 1978- 27 ağustos 2004)
“ ardından baktığımda
kötü karanlık gülüyordu.
sana kimse söyleyemedi
sevdayı , gidenlere harcamak
bir “ben” klasiği.
Özge Dirik ( masalınız var adlı şiir’inden)
Protagoras’ın düş denkleminde yürüyen genç bir şair ve hayatla “kaotik” ilişkiler yumağı,
İçten içe başka bir zırh’la donatılmış bir “ben”, ardından Georgias’a göz kırpan fikirler zinciri:
“ Bir şey yoktur.
Olsaydı da bilemezdik.
Bilseydik de bir başkasına aktaramazdık.”
Georgias
“ tekrar acıkan tekrar ağladı dünyaya.
oysa bana okunan masallarda
ağlamak mutlu sona yaklaşmadan verilen
bir çocukluk molasıydı”
Ö.Dirik
Kimi Şairler, hep değişmeden soluklanan şeylerin ve onların bilgisinin peşinde bir şifre çözücü gibi koşarlar, ve kendiliğinden gerçekliğin ne olduğunu gösterdiklerini savlamışlardır,
ama bu düşüncenin etrafını bir kuşku halesi kuşatmıştır, üstelik yeni bir olgu da değil, asırlar öncesinden sofistler tarafından da dillendirilmiştir.
Hani o bilginin göreliliği düşüncesi.
Özge’nin “ bir çocukluk molası” dizesinin geçtiği şiir her tür bilginin esas dayanağının öznel tecrübe olduğunu bize anımsatmak ister, ve biliyoruz ki bunun ardından “algı” sistemi devreye girer, yine biliyoruz ki o eski sofist şairler algının güvenirliliğini (bir zamanlar ) tartışılır hale getirmişlerdi, aradan çok zaman geçti, ve sofistlerden adeta Husserl’a sıçrama yaparak gerçek olarak kabul ettiklerimizin “gelenekle” oluşturulan kendi iç karelerimize karşılık geldiklerini izledik durduk, ona “ okunan masallarda” gerçekliğin sürekli olarak yeniden kurulduğu bir dünya, belki de insanı can sıkıcı tekdüzelikten kurtarır.
Özge’nin birçok dizesinde bir tür fenomenolojik tavır alış var, biliyoruz ki bu doğal tavırdan çok farklıdır, varoluşun tüm değerlerinin ve kültürünün paranteze alınmasını (epokhe) içerir, bilinç şüphe götürmez bu durumda, mutlak varlıktır, çünkü varolmak için doğal dünyayı gereksememektedir, tersinden bakılırsa aslında hiçbir şey yitirilmemiştir !
“kurdelelerden görünmüyor
üç artı bir renkli tırnaklarınızı kiralayan elleriniz.”
özge dirik
“Şair gidişinin” yüklediği
İçsel konuşmalarım:
Aşk, neden uçup giden bir kuşun adı oldu senden sonra?
Cennetin seni kıskandığını
Sevdiğine yenilmenin verdiği mutluluğu yaşarken
nedenli fark ettin sevgili Özge?
Cenneti ve Cehennemi bir arada yaşayan sen.
Kimi anlarda Nağmelerin girdi devreye, öyle herkesin duyamayacağı türden şeyler.
Elbet ki dinledin rüzgar mırıltısı sandığın seslerde yatan destanları.
Şehir hatlarının acı çayından yudumladın,
Şiir yazdığın dergileri mumyaladın.
Korkuyu hissettin, yalnızlığın genizleri yakan kokusunu duydun...
Masumiyet kokan düşlerini tatile gönderdin.
Defalarca kendinle karşılaştın, o “öteki”ile .
Yandın yanmayı öğrenerek...
Ya da kendi kenini yakarken fark ettin mi cehennemin sana özendiğini.
Dolunay’a ışık tuttun,
dünyayı aydınlatsın diye…
* * *
Adı :Özge,
Onu daha önce sadece edebiyat dergilerinde çıkan “aykırı” şiirleriyle tanıdım, yüz-yüze hiç görüşmedik ama onu yüz yüze görüştükleri kadar tanıdım sanırım.
Adı:Özge. bir tek sözcüğü çağrıştırdı bu isim bana: “ öteki”...
“insana tutsaklık başkasından değil, bizzat kendinden kendi varlığından gelir” der Levinas.
Belki de bu izlekten “ötekini” koşulsuz olarak benin öz-niteliniminin temeline yerleştirir, Rousseau’nun etkili olmuş , ele geçmez, belirsiz , ussal iyi öz kavramı kanatlarını kuşanır , sözü bile edilmez.
Kendini aradan kaldıran bir “öteki”, koşulsuz varlığını nasıl sundu?
Onun (ötekinin) karşısında duyduğumuz bu güçsüzlük, ötekini ele geçirmemizi sağlayan epistemolojik dolayısıyla metodolojik bütün olanakların ortadan kalktığı bir erk yitimi duygusudur.
Onun şiiri hakkında düşünürken Özdemir Asaf yokluyor hafızamı
“ öyle bir kelime söylesem ki diyorum / dışarıda bir başkası kalmasa”...
Sizce Şair(dünya) sığabilir mi ki tek satıra?
Onu özel kılan dokunaklı, elem kokan, canhıraş tercihi değil sadece, şiiri, şiire bakışı da önemlidir, eminim tuttuğu bir güncesi, özel notları ve yığınla “tereke” dokümanı var geride, bir senedir kendi kendime yönlendirdiğim sorulardan birdir, “ kim ilgileniyor acaba?”.
Suların durulmasını beklemek bazen gereğinden fazla iyimserlik tadı taşır, ve birisi eğer kalıpları göstermek isterse yine fazlaca kabalık olur belki de.
Her gece onun kapısına dayanan sarsıntıyı, o sarsıntıları bilen,tanıyan birisi ancak kavrayabilir diye düşünüyorum.
Önce titresiniz, sonra ağzınız kurur, ardından bulduğu kapı-pencereden girer düşler, karabasanlar, sözcükler…
Islak-Kuru sözcükler.
Sonra o sözcükler geri döner teninize saplanır, her yanınıza, korkarsınız, acı duyarsınız.
Kargaşanın boyutu çok büyük dostlarım, anlatılabilecek olsaydım , evet ömür boyu susardım.
Şair korku tünelinde oyuncak bir dünyaya ilerleyen çocuk gibidir.
Şairin bir alfabesi var, onun bu donanımı daha yakından bakmak içindir, kendi hafifliği, ağırlığına...
Bir ağrısı var şair’in, onu uyutmayan, bir bacak kırılması gibi !
Yazıyorsunuz buradasınız,
yaşıyorsak yalnızız ...
Abartılmış hayatlara tebessümdür varoluşları, Sonsuza açılan rüya, uyandıklarında iç burkan bir muamma, bir sağanak yağmur, fırtına, adı Özge , Nilgün, Gazale olsun, ya da Siz? Ne fark eder gerçekten...
Yaşadığımız hayatta çevremizin bir şekilde bir imajlar dünyasıyla kuşatılmış olması, bireyin özgür seçimlerini uygulayamaması, diğer insanlarla ilişkilerinde bir sahte benlik geliştirip oyunlar oynaması sonucunu da doğruyor, hiçbir şeyin tadını almadan, aşkı, sevinci, ölümü, acıyı gerçekten hissetmeden yaşıyorlar, Ruhsuzlaşan insanın gerçeklerden, gerçek dünyadan yalıtılarak hastalıklı bir toplum oluşturduğunu vurgular her hangi bir bölünmüş benlik.
David Fincher’ın Fight Club (dövüş kulübü) adlı filminde hayatın kimi çok ilginç ve aslında günlük hayat yoğunluğunda insanların unuttukları kimi değerler üzerinden vuruşlar yapar, modern toplum korkunç bir saldırganlıkla hayatları kuşatmıştır, tüm alanlara sızdıkça sızıyor. Sürekli bir tamamlanmamışlık duygusu yaşatılıyor insanlara.
Bu duygu insanda boşluk, anlamsızlık gibi çok daha riskli duyguları tetikliyor, Şair, Ressam, Yazar da bu toplumun bir ferdi, uzaydan gelmediler ki !
“Ağır sıklet hüzünler yarışırken,hep ortalamaydı akan yaşlarınız.Fotofiniş seslenince usulca,taçlandı gözlerinizde asılı bebekleriniz.Islanan güneş kurularken bedenini,ayazlarınız oldu ayakları çıplak.Tüm şarkılar gitmeye öykünse,bahçıvanın türküsü kalırdı size;vefalı bekleyişlere gebe.Anaokuldan terk bir bedenin içine,yakışmayınca büyük göğüsleriniz,iki yumruğun kalbe daha çok benzediğini anladınız,tek yumruğunuzun yalnızlığına küsüp.Trenleriniz hep son istasyon sandı ilkini.Gerçek sonlarda daha yorgundunuz kaplumbağadan.Hem sizi rakip belleyen bir tavşanınız da olmamıştı.Güller taşımaya başladınız vagonlarda; savaş gülleri.Su dolu vagonlara yetişmek için,nasırlaştırdınız aylak raylarınızı.Bir ucuz bilmecesine geçmişin,pazarladınız tüm sebillerini geleceğin.Sahipsiz çocuklarınız oldu,pıhtılaşmış gül yapraklarının çapkınlarından.Yoksul bir tarlaydı yüreğiniz,ne ektiyseniz; karın tokluğu biçtiniz…”(özge dirik; rötar adlı şiiri)
Şiir’in fonetiğine bakıyorum, kendi sesimle, duygularımın çıkardığı seslerin aynı tınıda buluşmasını arzuluyorum onu okurken, yani ne düşündüğümün sesiyle, nasıl düşündüğümün sesini düşünüyorum.
Zaman diyorum, sevgili Özge,
Hani o iki boyutlu , uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış türden,
Ve bir med-cezir ummanından şiirin (senin) kulağına fısıldıyorum:
hiç şaşırma, gerçek iki yüzlüdür,
Uyku ve uyanıklık arasında !
Şiir yapısal olarak boş bir sıfır rakamı gibidir, her doluluktan daha dolu bir boşluk, hiçtir, öyle bir sessizliktir , suskudur ki onca “dil”i aracı kılar konuşmaya !
İbni Sina der ki :“contrast (Farsç’ada “tekabul”,Türkçe’de ise “zıtlık” dediğimiz) düşünce gücü o dur ki, biçimleri birleştirsin ve sonra ayırsın”; yani bir tür yap-boz’dan söz ediyor ibni Sina, karşıt nokta arayışıdır, baktığımız, gördüğümüz her şeyin zıddını aramak, aralamak.
dil çift anlamlıdır dediğimiz gibi, hakikatin karşısındaki hakikatsizliği aramasıdır Özge’nin dünyası ! eğer “Var”- ı aralıyorsan , “Yok” ve yokluk için de bir telaş gerekir. Şair “ben” ile hesaplaşır, ve orada bütünsel insanı kucaklamak ister, yoksa durduk yerde sıradan, ucuz “bunalım” edebiyatı ve tanımlamasıyla işin içinden kimse çıkamaz !
Özge’nin durduğu ufkun sekisinden adeta Borges seslenir,
“Hepsi ve Hiçbiri” adlı o güzel ve tadına doyumsuz yazsındaki gibi,
önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sanar ama içindeki boşluktan bir arkadaşına sözettiğinde yanlışını fark eder borges.
Aşk diyorum ey aykırı duruş ... örtülerden arınmak mı?
Evin kapısı, penceresi onu koruyamaz ki...
Saray’da birisi Leyla’ya derki:” ey leyla, aslında sen çok da güzel bir kadın değilsin, neden Mecnun bunca aşık sana? Sende ne buldu, ne gördü ki?”
Leyla cevap verir:” senin göremediğini, o sen ki her zerren toplansa bir Mecnun etmez!”
Tehlikeli bir masaldır aşk, bir şarkı duyarsın ve yakıcı raksa tutunursun, hepsi bundan ibaret...tıpkı özge gibi...
Şiirin , Şairliğin Quantum hesabına tersten çizgi atarsın ve “emotional” kısımıyla fil kulesi erbabı ilgilensin istersin, onca süre zarfında sizi görmemezlikten gelen tüm “gidici” “üçucu” geveze fosiller...
Bana senin küçük , narin , dokunsam pervane kanadı gibi dökülen renkli pulların gerek ...görüyorum... burdasın.. burada kalacaksın....
Benim korkum : şair hayatının ucuz olduğu bir diyarda yaşamaktandır...
“ tırnak içine alıp, hatırlattığınız
güzel bir mısrası olsaydı Arzu’nun
nasıl barışırdık o zaman bir bileseniz
isra(f)il bile çıldırır,
göçerdi aramızdan...”
özge dirik
YAZARI:Cavit Mukaddes
Kynk:www.borgesdefteri.blogspot.com
---
kimse inanmak istemedi.....
Bir Özge Dirik Masalı
(14 ekim 1978- 27 ağustos 2004)
“ ardından baktığımda
kötü karanlık gülüyordu.
sana kimse söyleyemedi
sevdayı , gidenlere harcamak
bir “ben” klasiği.
Özge Dirik ( masalınız var adlı şiir’inden)
Protagoras’ın düş denkleminde yürüyen genç bir şair ve hayatla “kaotik” ilişkiler yumağı,
İçten içe başka bir zırh’la donatılmış bir “ben”, ardından Georgias’a göz kırpan fikirler zinciri:
“ Bir şey yoktur.
Olsaydı da bilemezdik.
Bilseydik de bir başkasına aktaramazdık.”
Georgias
“ tekrar acıkan tekrar ağladı dünyaya.
oysa bana okunan masallarda
ağlamak mutlu sona yaklaşmadan verilen
bir çocukluk molasıydı”
Ö.Dirik
Kimi Şairler, hep değişmeden soluklanan şeylerin ve onların bilgisinin peşinde bir şifre çözücü gibi koşarlar, ve kendiliğinden gerçekliğin ne olduğunu gösterdiklerini savlamışlardır,
ama bu düşüncenin etrafını bir kuşku halesi kuşatmıştır, üstelik yeni bir olgu da değil, asırlar öncesinden sofistler tarafından da dillendirilmiştir.
Hani o bilginin göreliliği düşüncesi.
Özge’nin “ bir çocukluk molası” dizesinin geçtiği şiir her tür bilginin esas dayanağının öznel tecrübe olduğunu bize anımsatmak ister, ve biliyoruz ki bunun ardından “algı” sistemi devreye girer, yine biliyoruz ki o eski sofist şairler algının güvenirliliğini (bir zamanlar ) tartışılır hale getirmişlerdi, aradan çok zaman geçti, ve sofistlerden adeta Husserl’a sıçrama yaparak gerçek olarak kabul ettiklerimizin “gelenekle” oluşturulan kendi iç karelerimize karşılık geldiklerini izledik durduk, ona “ okunan masallarda” gerçekliğin sürekli olarak yeniden kurulduğu bir dünya, belki de insanı can sıkıcı tekdüzelikten kurtarır.
Özge’nin birçok dizesinde bir tür fenomenolojik tavır alış var, biliyoruz ki bu doğal tavırdan çok farklıdır, varoluşun tüm değerlerinin ve kültürünün paranteze alınmasını (epokhe) içerir, bilinç şüphe götürmez bu durumda, mutlak varlıktır, çünkü varolmak için doğal dünyayı gereksememektedir, tersinden bakılırsa aslında hiçbir şey yitirilmemiştir !
“kurdelelerden görünmüyor
üç artı bir renkli tırnaklarınızı kiralayan elleriniz.”
özge dirik
“Şair gidişinin” yüklediği
İçsel konuşmalarım:
Aşk, neden uçup giden bir kuşun adı oldu senden sonra?
Cennetin seni kıskandığını
Sevdiğine yenilmenin verdiği mutluluğu yaşarken
nedenli fark ettin sevgili Özge?
Cenneti ve Cehennemi bir arada yaşayan sen.
Kimi anlarda Nağmelerin girdi devreye, öyle herkesin duyamayacağı türden şeyler.
Elbet ki dinledin rüzgar mırıltısı sandığın seslerde yatan destanları.
Şehir hatlarının acı çayından yudumladın,
Şiir yazdığın dergileri mumyaladın.
Korkuyu hissettin, yalnızlığın genizleri yakan kokusunu duydun...
Masumiyet kokan düşlerini tatile gönderdin.
Defalarca kendinle karşılaştın, o “öteki”ile .
Yandın yanmayı öğrenerek...
Ya da kendi kenini yakarken fark ettin mi cehennemin sana özendiğini.
Dolunay’a ışık tuttun,
dünyayı aydınlatsın diye…
* * *
Adı :Özge,
Onu daha önce sadece edebiyat dergilerinde çıkan “aykırı” şiirleriyle tanıdım, yüz-yüze hiç görüşmedik ama onu yüz yüze görüştükleri kadar tanıdım sanırım.
Adı:Özge. bir tek sözcüğü çağrıştırdı bu isim bana: “ öteki”...
“insana tutsaklık başkasından değil, bizzat kendinden kendi varlığından gelir” der Levinas.
Belki de bu izlekten “ötekini” koşulsuz olarak benin öz-niteliniminin temeline yerleştirir, Rousseau’nun etkili olmuş , ele geçmez, belirsiz , ussal iyi öz kavramı kanatlarını kuşanır , sözü bile edilmez.
Kendini aradan kaldıran bir “öteki”, koşulsuz varlığını nasıl sundu?
Onun (ötekinin) karşısında duyduğumuz bu güçsüzlük, ötekini ele geçirmemizi sağlayan epistemolojik dolayısıyla metodolojik bütün olanakların ortadan kalktığı bir erk yitimi duygusudur.
Onun şiiri hakkında düşünürken Özdemir Asaf yokluyor hafızamı
“ öyle bir kelime söylesem ki diyorum / dışarıda bir başkası kalmasa”...
Sizce Şair(dünya) sığabilir mi ki tek satıra?
Onu özel kılan dokunaklı, elem kokan, canhıraş tercihi değil sadece, şiiri, şiire bakışı da önemlidir, eminim tuttuğu bir güncesi, özel notları ve yığınla “tereke” dokümanı var geride, bir senedir kendi kendime yönlendirdiğim sorulardan birdir, “ kim ilgileniyor acaba?”.
Suların durulmasını beklemek bazen gereğinden fazla iyimserlik tadı taşır, ve birisi eğer kalıpları göstermek isterse yine fazlaca kabalık olur belki de.
Her gece onun kapısına dayanan sarsıntıyı, o sarsıntıları bilen,tanıyan birisi ancak kavrayabilir diye düşünüyorum.
Önce titresiniz, sonra ağzınız kurur, ardından bulduğu kapı-pencereden girer düşler, karabasanlar, sözcükler…
Islak-Kuru sözcükler.
Sonra o sözcükler geri döner teninize saplanır, her yanınıza, korkarsınız, acı duyarsınız.
Kargaşanın boyutu çok büyük dostlarım, anlatılabilecek olsaydım , evet ömür boyu susardım.
Şair korku tünelinde oyuncak bir dünyaya ilerleyen çocuk gibidir.
Şairin bir alfabesi var, onun bu donanımı daha yakından bakmak içindir, kendi hafifliği, ağırlığına...
Bir ağrısı var şair’in, onu uyutmayan, bir bacak kırılması gibi !
Yazıyorsunuz buradasınız,
yaşıyorsak yalnızız ...
Abartılmış hayatlara tebessümdür varoluşları, Sonsuza açılan rüya, uyandıklarında iç burkan bir muamma, bir sağanak yağmur, fırtına, adı Özge , Nilgün, Gazale olsun, ya da Siz? Ne fark eder gerçekten...
Yaşadığımız hayatta çevremizin bir şekilde bir imajlar dünyasıyla kuşatılmış olması, bireyin özgür seçimlerini uygulayamaması, diğer insanlarla ilişkilerinde bir sahte benlik geliştirip oyunlar oynaması sonucunu da doğruyor, hiçbir şeyin tadını almadan, aşkı, sevinci, ölümü, acıyı gerçekten hissetmeden yaşıyorlar, Ruhsuzlaşan insanın gerçeklerden, gerçek dünyadan yalıtılarak hastalıklı bir toplum oluşturduğunu vurgular her hangi bir bölünmüş benlik.
David Fincher’ın Fight Club (dövüş kulübü) adlı filminde hayatın kimi çok ilginç ve aslında günlük hayat yoğunluğunda insanların unuttukları kimi değerler üzerinden vuruşlar yapar, modern toplum korkunç bir saldırganlıkla hayatları kuşatmıştır, tüm alanlara sızdıkça sızıyor. Sürekli bir tamamlanmamışlık duygusu yaşatılıyor insanlara.
Bu duygu insanda boşluk, anlamsızlık gibi çok daha riskli duyguları tetikliyor, Şair, Ressam, Yazar da bu toplumun bir ferdi, uzaydan gelmediler ki !
“Ağır sıklet hüzünler yarışırken,hep ortalamaydı akan yaşlarınız.Fotofiniş seslenince usulca,taçlandı gözlerinizde asılı bebekleriniz.Islanan güneş kurularken bedenini,ayazlarınız oldu ayakları çıplak.Tüm şarkılar gitmeye öykünse,bahçıvanın türküsü kalırdı size;vefalı bekleyişlere gebe.Anaokuldan terk bir bedenin içine,yakışmayınca büyük göğüsleriniz,iki yumruğun kalbe daha çok benzediğini anladınız,tek yumruğunuzun yalnızlığına küsüp.Trenleriniz hep son istasyon sandı ilkini.Gerçek sonlarda daha yorgundunuz kaplumbağadan.Hem sizi rakip belleyen bir tavşanınız da olmamıştı.Güller taşımaya başladınız vagonlarda; savaş gülleri.Su dolu vagonlara yetişmek için,nasırlaştırdınız aylak raylarınızı.Bir ucuz bilmecesine geçmişin,pazarladınız tüm sebillerini geleceğin.Sahipsiz çocuklarınız oldu,pıhtılaşmış gül yapraklarının çapkınlarından.Yoksul bir tarlaydı yüreğiniz,ne ektiyseniz; karın tokluğu biçtiniz…”(özge dirik; rötar adlı şiiri)
Şiir’in fonetiğine bakıyorum, kendi sesimle, duygularımın çıkardığı seslerin aynı tınıda buluşmasını arzuluyorum onu okurken, yani ne düşündüğümün sesiyle, nasıl düşündüğümün sesini düşünüyorum.
Zaman diyorum, sevgili Özge,
Hani o iki boyutlu , uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış türden,
Ve bir med-cezir ummanından şiirin (senin) kulağına fısıldıyorum:
hiç şaşırma, gerçek iki yüzlüdür,
Uyku ve uyanıklık arasında !
Şiir yapısal olarak boş bir sıfır rakamı gibidir, her doluluktan daha dolu bir boşluk, hiçtir, öyle bir sessizliktir , suskudur ki onca “dil”i aracı kılar konuşmaya !
İbni Sina der ki :“contrast (Farsç’ada “tekabul”,Türkçe’de ise “zıtlık” dediğimiz) düşünce gücü o dur ki, biçimleri birleştirsin ve sonra ayırsın”; yani bir tür yap-boz’dan söz ediyor ibni Sina, karşıt nokta arayışıdır, baktığımız, gördüğümüz her şeyin zıddını aramak, aralamak.
dil çift anlamlıdır dediğimiz gibi, hakikatin karşısındaki hakikatsizliği aramasıdır Özge’nin dünyası ! eğer “Var”- ı aralıyorsan , “Yok” ve yokluk için de bir telaş gerekir. Şair “ben” ile hesaplaşır, ve orada bütünsel insanı kucaklamak ister, yoksa durduk yerde sıradan, ucuz “bunalım” edebiyatı ve tanımlamasıyla işin içinden kimse çıkamaz !
Özge’nin durduğu ufkun sekisinden adeta Borges seslenir,
“Hepsi ve Hiçbiri” adlı o güzel ve tadına doyumsuz yazsındaki gibi,
önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sanar ama içindeki boşluktan bir arkadaşına sözettiğinde yanlışını fark eder borges.
Aşk diyorum ey aykırı duruş ... örtülerden arınmak mı?
Evin kapısı, penceresi onu koruyamaz ki...
Saray’da birisi Leyla’ya derki:” ey leyla, aslında sen çok da güzel bir kadın değilsin, neden Mecnun bunca aşık sana? Sende ne buldu, ne gördü ki?”
Leyla cevap verir:” senin göremediğini, o sen ki her zerren toplansa bir Mecnun etmez!”
Tehlikeli bir masaldır aşk, bir şarkı duyarsın ve yakıcı raksa tutunursun, hepsi bundan ibaret...tıpkı özge gibi...
Şiirin , Şairliğin Quantum hesabına tersten çizgi atarsın ve “emotional” kısımıyla fil kulesi erbabı ilgilensin istersin, onca süre zarfında sizi görmemezlikten gelen tüm “gidici” “üçucu” geveze fosiller...
Bana senin küçük , narin , dokunsam pervane kanadı gibi dökülen renkli pulların gerek ...görüyorum... burdasın.. burada kalacaksın....
Benim korkum : şair hayatının ucuz olduğu bir diyarda yaşamaktandır...
“ tırnak içine alıp, hatırlattığınız
güzel bir mısrası olsaydı Arzu’nun
nasıl barışırdık o zaman bir bileseniz
isra(f)il bile çıldırır,
göçerdi aramızdan...”
özge dirik
YAZARI:Cavit Mukaddes
Kynk:www.borgesdefteri.blogspot.com
---
Gönderen Ey'lûl
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)