^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 08/28/07

28 Ağustos 2007

SYLVIA PLATH



SYLVIA PLATH
(7ekim1932 Massachusetts Boston - 11subat 1963 ABD)

Sylvia Plath bir gün okuldan döndüğünde, annesinden, bir zamandır hasta olan babasının ölmüş olduğunu öğrendi. Sekiz yaşındaki kızın tek cümlelik tepkisi şuydu: 'Allah'la bir daha hiç konuşmayacağım! '. Allah, yaptıkları anlaşmayı bozmuştur ve o an kızgınlıkla söylenmiş bu sözlerdeki yakınlık duygusu, daha sonra kimseye bahsetmediği bu ilişkinin normalden çok daha derin bir önemi olduğunu dışa vurmaktadır: Sylvia Plath'ın Allah'la gizli ve çok özel bir dostluğu vardır. Allah, hemen ulaşabileceği kadar yakındır ona, adeta omuzunda gezer.Senin ya da başkası için çok safım ben.Bedenin Canımı yakıyor, dünya nasıl Allah'ın canını yakıyorsa (39.5 ateş)
Ted Hughes onun hakkında: 'Onda, fanatik bir Allah sevgisi taşıyan müslümanları andıran bir şey vardı' diyor.(modern bir dine karşılık düşmez, daha çok daha önceki çağlara ait dinselliğe karşılık düşer)


http://www.sylviamovie.com/flash.html
"movie trailer "
(SYLVIA PLATH,Gwyneth Paltrow -Ted Hughes,Daniel Craig )

..ozellikle babalar gunune rastlamis bu film bende daha farkli etkilerde birakti bu anlamda..reha muhtarin "terk edilmeden terkeden kadinlar " makalesine "babasiz kadinlar" paralelinde bakinca o kucukkizin 8 yasindaki babasizlik halleri ile kocasinin kendinden gidisi uzaklasmasi ve her turlu sadakatsizligi sirasinda hep biraz daha eksildigini ve paranoya hallerinin yukselisini gozlemledim + mutlaka anne ile baba ile, kurulan iliskilerin hayatimizdaki insani, "ozne" olarak nasil ozdestirdigimizi gormek acisindan onemli ve bunu ancak ,gercek ve surekli bir sevgi, iyilestirebilir boyle marazlari..

"Babacığım" Ariel'deki en meşhur şiirlerinden biridir. Sylvia Plath 8 yaşındayken babasını kaybetmesi onu psikolojik olarak hayatı boyunca etkiledi. "Babacığım" şiirini okuduktan sonra onu babasını pek sevmediği anlaşılıyor. Bu şiirde babasını bir Alman'a ,kendisini ise Yahudiye benzetir:
Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman'ı sen sanırdım
Hele o yüz kızartıcı dilin

Bir lokomotif, beni bir Yahudi gibi
Çuf çuf alıp götüren bir lokomotif
Dachau'ya, Aushwitz'e, Belsen'e
Yahudi gibi konuşmaya başladım
Sanırım bir Yahudi olabilirim.

Şiirin sonunda ise babasına şöyle seslenir:Baba, babacığım, alçak herif,Seninle işim bitti...



Feminist Öğeler
Kocasından duvardaki örümceği dışarı atmasını isteyen veya uzanamadığı raftan reçel kavanozunu indirmesini isteyen kadın tipine benzemez Sylvia Plath. İçinde bir 'öldür gücü' gezdirir, sadeceçiçekler onun canını acıtabilirler; yaptığı işinde en az erkekler kadar ciddidir, çoğundan daha ciddiyetle ele alır yaptığı her işi:

Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gucu
Evimde, etimde olacak
Ve işte ben gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım. (bayan lazarus)..


Aile kadını olmak sıkıcıydı. İki çocukla, bir aile arabasında, haftaiçi alışveriş - hafta sonu piknikten ibaret bir hayat yaşamak üzere gelmemişti bu dünyaya. Robert Lowell, Sylvia Plath'a yazdığı şiirde onun ağzından 'Gerçekten kadın mıyım ben? ' diye soruyor: Değildir.Sylvia Plath 1960'da ne Amerikan ne İngiliz toplumsal yargılarınagöre kadın değildir: Kadından çok erkeğe, erkekten çok kadınayakındır. Şöyle yazar:
Kendimi bir gölge gibi duyuyorum, ne bir erkek ne de bir kadın,
Ne de bir kadın, bir erkek gibi olmak isteyen, ne bir erkek
Bir eksiklik hissetmeyecek kadar küt ve düz.
Ben bir eksiklik hissediyorum. (üç kadın)

http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp?sair=16285&siir=161407
SYLVIA & TED HAKKINDA1,2,3 - ENIS AKİN ARAF Dergisi


AY VE PORSUK AĞACI
Sylvia Plath

Bu aklın ışığı, soğuk ve gezegensel
Aklın ağaçları kara. Işık mavi.
Çimenler kederlerini ayaklarıma boşaltıyorlar sanki ben Tanrıymışım gibi
Ayak bileklerime batıyorlar alçakgönüllülüklerini mırıldanaraktan
Pis kokulu dumanlı ruhsal buğular yaşıyor bu yerde.
Evimden bir sıra mezar taşlarıyla ayrılmış.
Nereye ulaşılacağını bir türlü göremiyorum.

Ay kapı degil. Kendi başına bir yüz,
Parmak boğumları gibi beyaz ve son derece sinirli.
Denizi arkasından çekiyor karanlık bir cürüm gibi; sessiz
O-şeklinde tüm bir ümitsizlikle. Ben burada yaşıyorum.
Pazar günü iki defa çanlar göğü şaşırtır—
Yeniden dirilmeyi kanıtlayan sekiz tane büyük dil
Sonunda, aklı başında bir şekilde gongla çalarlar isimlerini.

Porsuk ağacı parmağını yukarıya doğru çevirir, Gotik bir şekli var.
Gözler kalkarlar onu takip ederek ve bulurlar ayı.
Ay benim annem. Mary gibi tatlı değil.
Mavi giysileri küçük yarasaları ve baykuşları yerinden oynatır.
Ne kadar çok isterim yumuşak başlılığa inanmayı –
Mumlarla kibarlaştırılmış nefret edilen bir insan maskesi,
Eğilen, özellikle bana doğru, yumuşak gözleri.

Çok uzağa düştüm. Bulutlar çiçek açıyor
Mavi ve esrarlı yıldızların yüzünde
Kilisenin içinde, azizler hep mavi olacak,
Soğuk sıraların üstünde hassas ayakları üzerinde yüzerekten
Elleri ve yüzleri kutsallıklan katılaşmış.
Ay bunların hiçbirisini görmüyor.
Kafası dazlak ve vahşi bir kadın.
Ve porsuk ağacının mesajı karanlık- karanlık ve sükut.
Çeviren: Vehbi Taşar

Sylvia Plath’in çocukluğu ve annesi (ay) ve babası (porsuk ağacı) hakkında yazdığı bu şiirdeki sembolleri daha iyi anlamak için, çok kısa süren hayat öyküsünü okumanızı öneririm.Saygılarımla,Vehbi
The Moon and the Yew Tree
By Sylvia Plath
http://www.mevsimsiz.com/forums/index.php?showtopic=3627&st=15



boyunayım
Ama enine olmayı tercih ederdim.
Ben kökünü toprağa batırmış bir ağaç değilim
Taşları ve o ana sevgisini emen
Bu yüzden büyüyemiyorum parlak yapraklara her nisan,
Bir çiçek tarhının güzelliği de olamadım ne yazik ki
Sanki özenle boyanmıs ve kendi payına düşen hayranlarını kabul eder gibi,
Pek yakında bütün yapraklarından birer birer döküleceğini bilmeden.
Benimle karşılaştırılırsa, ölümsüz sayılır bir ağaç
Ve bir çiçek o kadar uzun boylu değildir belki,
ama kalkişmanın anlamını bilir,
Bense ömrünü bir ağacın,
cesaretini istiyorum bir çiçeğin.
Bu gece, yıldızların o sonsuz incelikte ışıkları altında,
Ağaçlarla çiçekler serin kokularını serperlerken havaya.
Aralarında yürüdüm, hiçbiri farkıma varmadan.
Uykuya dalmadan düşünürüm de bazen
Ben de onlar gibiyim aslında
–Düşüncelerim bulanır sonra.
Uzanıp yatmak, daha doğal geliyor bana.
Sınırı olmayan sohbet yürürlüğe girdiği zaman, gökle aramızda.
Ve son kez uzanıp yattığımda bir gün
ben asıl o zaman yararlı olacağım:
O gün ağaçlar bana bir kez olsun dokunabilecek ve benimle ilgilenecek vakti olacak çiçeklerin

Sylvia Plath

Eserleri
Şiir The Colossus (1960)
Ariel (1965)
Crossing the Water (1971)
Winter Trees (1972)
The Collected Poems (1981)
Düz yazı The Bell Jar (1963)
Letters Home (1975)
Johnny Panic and the Bible of Dreams (1977)
The Journals of Sylvia Plath (1982)
The Magic Mirror (1989)
The Unabridged Journals of Sylvia Plath
Çocuk kitapları The Red Book (1976)
The It-Doesn't-Matter-Suit (1996)
Collected Children's Stories (İngiltere, 2001)
Mrs. Cherry's Kitchen (2001)
Türkçe'de yayınlanan kitapları:
Sylvia Plath'ın Günceleri OĞLAK, 1998
Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı
ALTIKIRKBEŞ, 2000 Çeviren: Olcay Boynudelik
Ariel İMGE,1996 Çeviren Yusuf Eradam
Sırça Fanus CAN, 1989
Üç Kadın OĞLAK, 1994

A Tribute To Sylvia Plath And Ted Hughes Part 1-2

www.myspace.com/poetesssylviaplath
ingilizce bir kaynak-video ve poet band
---

VE TEZER OZLU


VE TEZER OZLU
(9eylul1943 SIMAV-
18subat1986 ISVICRE-Zurih)

Yasamin Ucuna Yolculuk - Tezer Ozlu
Her sevginin baslangici ve sureci, o sevginin bitisinin getirecegi bosluk ve yalnizlik ile dolu. Belirsizlikler arasinda belirlemeye calistigimiz yasam gibi. Sevgi istegi, kendi kendine yasami kanitlama istegi kadar buyuk. Belki kendilerine yasami kanitlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinligine duymadan, aciya donusturmeden yasayip gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberligi beraberlik, ayriligi ayrilik, yasami yasam, olumu olum olarak yasiyorlar. Oysa yasam olumle, olum yasamla tanimli. Ama sen. Senin icin her beraberlik ayrilis, her ayrilis beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzlugun basldadigi an. Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi varolusumu unutmak mi. Ya da daha derin algilamak mi. Kendi varolusum. Her varolus kendisiyle birlikte olumu getirmiyor mu.
Yasamin, daha dogrusu yasamin ortasinda, tum ozlemlerimin doyumsuz kaldigini nasil da algiliyorum. Ama artik yorulmaksizin aramak yok. Aranan yasantilar arandi. Yasandi. Bir kismi gomuldu. Yeniden toprak oldu. (...)
Insan yasaminin mutlak en onemli olgusu sevilen bir insani ozlemek, istemek. Onun yanindayken de ozlemek, istemek. Oysa yasam genellikle insanin bir basina kalmasi. (...)
Her ani oludur.
Simdi sen de bir olusun. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte tasidigim sozcuklerime donmem gerek. Sozcuklerim olmadan o gokyuzune nasil dayanabilirim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyaniklik arasinda oylesine yatip uyuyamadigim icin sinirlendigim ve herseyi dusunup, kalkip dusunduklerimi sozcuklere ceviremedigim gecelere. Ya da uykunun olumsu derinliginde var olusumuzun kucuklugunu algiladigim gecelere Bu yasama ancak beni icimde esen ruzgarlari, icimde seven sevgileri, icimde olen olumu, icimden tasmak istiyen yasami, sozcuklere donusturebildigim zaman ve sozcukler, o ruzgara, o olume, o sevgiye yaklasabildigi zaman doluyor.
Baska hicbir sey.
Sevgi, istenilen bir olguya aktarilir, aktarilabilir. Cesitli anlara, cesitli insanlara, cesitli kentlere, caddelere, tepelere aktarilabilir. Insan ne denli derin dusunebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acisi da o denli buyuk. Yasam acisi.
Sen dusuncelerle yasiyorsun, digerleri gerceklerle.
Oyku ve siir yaratmak icin dogmus olanlar, asik olmakla yetinemezler, cunku askin sanatsal bir yapiti olusturacak entelektuel orgusu yoktur. (...)
(...) Ondan, bu duygudan, bu istekten, icimizde yasatma cabasi gosterdigimiz bu sevgi ozleminden, ozlemin bicimlendirdigi kisiden, dusuncelerimizin bicimlendirdigi derin baglarda, bu duygular kendi dunyamizda, yalnizligimizda kalsa da, bir rahatlik, bir kalicilik, bir hosnutluk akiyor. Susarken, yururken, sigara icerken, bakarken, uyurken, severken, bosalirken. Bu duyguyu yitirmedigi surece insanin bunalimi bile anlamli. Duygular bir kisi olarak belirmese de. Ama insan bu duygularini, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu basardigi an yasam inandirici oluyor. Insan hic gecmesin istiyor varolusu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. Insanda bicimlenmese de. Bu duygu beni yenen, icimde yasayan ve olen canliyi yenen tek duygu.
Hic durmadan dokuz saat araba kullandi. Kendi icine yonelik bir yolculukta. Kendi derinliklerine varmak istediginde. Ustelik yirmi yasinin verdigi doldurulmasi olanaksiz kayginin baskisi altinda. (Ama kirik yasinda olan ben neden bitirmiyorum kendi icime olan yolculugumu.) Ama bitirme, bitirme. Insan yirmi yasinda ya toplumun akilla bagdasmayan duzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sinirlarini zorluyor. Ben de gidiyorum. Henuz uyum duyacagim hicbir seyle karsilasmadim.
(...) Oysa sevgiyi genellestirebilmek icin insanin kendisini tumuyle egemenligi altina alabilmesi gerek. Zaman zaman kendi kendimden ciktigimda, baslangictaki bir genc gibi bocaliyorum. Oysa ben, hicbir zaman, hicbir olgunun baslangicinda olmadim. Her zaman, her baslangic ve her son belliydi benim icin. Yasami tipki, aynen Anadolu'nun sikici kucuk kentlerinde buldugum bicimde avucuma ya da dusunceme ya da gozlerimin ufkuna aldim ve sonra kendi begenime gore istedigim bicimi verdim bu onumden gelip gecen ya da benim onunden gecip gittigim yasam denen olguya. O durgun bunalim canli oldu ve canli olan durgun, bunalimli.
Yeterince dolastim dunyayi ve anladim ki her insan iyi ve herbiri digeri ile esdegerde.
(...) Yasamim boyunca icimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarinizla. Is yerlerinizle. Ozel ya da resmi kuruluslarinizla icimi kemirttiniz. Olmek istedim, diriltiniz. Yazi yazmak istedim, ac kalirsin, dediniz. Ac kalmayi denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hic aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben butun bunlarin disindayim. Simdi tek konugu oldugum bu otelden ayrilirken, hangi otobus ya da tren istasyonuna, hangi havaalanina ya da hangi limana dogru gidecegimi bilmedigim bu sabahta, iyi, basarili, duzenli bir insandan baska her sey oldugumu duyuyorum.
(...) raslantilardan olusan bir yasamin yasam olmadigini dusunuyorum. Ve kendime gercekten rastlantilardan siyrilip siyrilamadigimi soruyorum.





Tezer Özlü
Herkes Herkessiz Ölebilir
Mehmet Fidan

-Yapma!
-Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
-Yaşarsın. Herkes herkessiz yaşayabilir. Bizim ilişkimiz bitti. Seninle ilk yattığımız gecelerde bile, sanki sevişmenin sonunda kollarımda bir ölü kalıyordu. Birbirimizi boşluğa sürüklüyoruz, öldürüyoruz.
-Birlikte ölelim!
-Ne farkı var. İstersen bahçeye bir çukur kazıp, ikimizi gömsünler.
-Gömsünler, isterim.
-Gömmesinler. Gel otur, getirdiğin konyaktan içelim. Sevdiğin kenti anlat.


Sezer Duru ve Demir Özlü’nün kardeşi olan Tezer Özlü, 10 Eylül 1943'te Simav'da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım...” diye anlatır o günlerini.


Austrian St.George College/ Tezer Ozlu

10 yaşındayken İstanbul'a geldi. (Austrian College)Avusturya Kız Lisesi'nde okudu. 1961 yazında ilk kez yurtdışına çıktı. 1962 ve 1963'te Avrupa'yı otostop yaparak gezdi. 1964'te Paris'te tanıştığı tiyatro sanatçısı, yazar Güner Sümer ile evlendi. Ankara'da Almanca çevirmeni olarak çalışmaya başladı. Yarım bıraktığı lise öğrenimini, İstanbul Erkek Lisesi'nin sınavlarına dışarıdan girerek, tamamladı. Ankara Sanat Tiyatrosu çevresinde yer aldı. Brendan Behan'ın Gizli Ordu adlı oyununda rol aldı. Eşinden ayrıldı, 1968'de İstanbul'a yerleşti. 1968'de sinemacı Erden Kıral ile evlendi. 1973'te kızı Deniz doğdu. 1981'de bir bursla bir yıllığına Berlin'e gitti. Erden Kıral'dan ayrıldı. Üçüncü eşi, Kanada'da yaşayan İsviçre asıllı Hans Peter Marti ile tanıştı. 1984'te Hans Peter ile evlendi, Zürih'e yerleşti. Yakalandığı hastalıktan kurtarılamayarak,18 Şubat 1986'da bu kentte öldü; 25 Şubat'ta Aşiyan'da son yolculuğuna uğurlandı. Yaşarken yayımladığı üç farklı kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden Tezer Özlü adına Gergedan Dergisi 13. sayısında, özel bir ‘fotobiyografi’ yayımladı.

Yazın yaşamına öyküler yazarak başlayan Tezer Özlü, her şeyden önce çok iyi bir okurdu. “Dönüşüm”, başarılı bir çevirmen ve yazar olan Tezer Özlü’nün anısına Ahmet Cemal tarafından dördüncü kez çevrildi. Ahmet Cemal’e ve kabul edilen bir gerçeğe göre Tezer Özlü; Türkiye’de Kafka’yı en iyi bilen insanlardandı. Yazının başında bulunan Tezer Özlü’ye ait söz de Kafka için çok şey anlatıyor. Eserin özgün adı “Die Verwandlug. “ Kafka’nın bu anlatısı Ahmet Cemal’den önce hep “Değişim” adı altında bizlere sunuldu. Ama Ahmet Cemal’in aradığı sözcük tümüyle değişip başkalaşmayı dile getiren- bir sözcüktü ve ‘Dönüşüm’ü seçti.

‘Dönüşüm’ Ahmet Cemal tarafından “Tezer Özlü için ölümle kesilmiş bir dostluğun ve ortak Kafka sevgilerinin anısına” çevrilmiş. Ahmet Cemal ve Tezer Özlü’nün bu kadar büyük olan Kafka sevgilerinin bir anlamı var. Toplum Gerçekleri…

Dünya yazınının tüm klasik yapıtlarını küçük yaşta okumaya başlayan Özlü, ortaokul dönemlerinde Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gogol, Steinbeck, Hemingway, Lagerlöf, Camus, Rilke, Hölderlin, Goethe, Schiller gibi pek çok ünlü yazarı okuyup bir taraftan da kendi kendine yazmaya başlamıştı. Kitapları halen pek çok gencin başucunda yer alan Tezer Özlü, gençlerin düşüncelerine ve yorumlarına çok önem vermiş bir yazardı. Ablası Sezer Duru, “O öldükten sonraki en büyük tesellim çok sevdiği gençlerin ona sahip çıkması oldu” demişti.

Okuyucular, Özlü'nün en çok sevdikleri yanının, çocukluğuna sahip çıkışı, içtenliği ve anlatmak istediklerini, ayrıntıya boğmadan sade bir şekilde ifade etmesi olduğunu söylüyorlar.

“Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek.......... isterim hep.”

“Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı” diyen Tezer Özlü hep gitmek istemiş. Çünkü Özlü'ye göre “Güzel olan, gerçek olan dış dünya ve o dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusudur. Ve ona göre yaşam, yalnızca sokaklardadır.”

1980’de yayımlanan ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ adlı romanında kendi yaşam deneyiminden yola çıkarak “Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı”, büyük bir incelik ve keskin bir alaycılıkla sözcüklere döktü. Kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da “yaşamasına izin verilmek istenmeyen” farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, “teninde duyarak” işledi.

‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ onun yaşamından izler taşır:

“Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.”

Küçük burjuva ana babalar, Türkiye ulusal bağımsızlık savaşından sonraki heyecanlı kuşağın vatansever kişileridir. Taşradan İstanbul kentine yeni gelip, burada küçük yaşta Avusturya ve özellikle Alman kültürü ile Katolik kilise okulunda karşılaşan bir Türk kızı ne olur? Evinden kaçmak ister, çünkü bu evlerde süren durgun yaşamın, sevgisiz yaşamın, iç içe yaşamın düşündüğüne uymadığının şokunu yaşar. Okuldan kaçmak ister, çünkü okul karanlık bir kilisedir. Okulda öğretilen birçok yalan, gerçek yaşamda hiçbir zaman gerekmeyecektir.

Tezer Özlü'nün bu ilk romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor. Yetişkinlerin, tıpkı çocukluğa olduğu gibi, farklılığa da aman vermeyen dünyasına karşı yazar anıların çıplak gerçekliğine sığınıyor.

1984’te çıkan ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta çok sevdiği üç yazarın, İtalo Svevo, Kafka ve Pavese’nin doğdukları, yaşadıkları, öldükleri yerlerde ve yazılarında izlerini sürerek yaşamın anlamını sorguladı. Önce ‘Auf den Spuren eines Selbsmordes’ (Bir İntiharın İzinde) adıyla Almanca yazdığı bu kitap 1983’te Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazandı; Türkçe çevirisini kendisi yaptı. Güven Turan’a göre, “Tıpkı Pavese’nin romanlarındaki gibi Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta da hüzün, duygusallık, gizli bir eleştiri, geçmişin korkusuyla geleceğin ürküntüsü, umutla umutsuzluksarmalı dev bir yumak oluşturur.”

Tezer Özlü, bir başka kutupta kendisiyle aynı yazgıyı paylaşan Oğuz Atay gibi, beklenmedik bir anda edebiyatımızdan demir aldı. Yazar ile sahici efsanesini birleştiren bu anlatı, hem yoğun bir vasiyetname niteliği taşıyor, hem de hayata ender görülen acılıkta bir perspektiften tanıklık ediyor.

İlk kitabı olan Eski Bahçe'yi, (1978) 1963'ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. Özlü'nün ölümünün ardından; ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada ‘Eski Bahçe - Eski Sevgi’ (1987) adıyla basıldı. Tezer Özlü'nün “Bütün Yapıtları”nı yayına hazırlayan Yapı Kredi Yayınları, yazarın kısa anlatılarını bu ciltte topladı. Yaşamöyküsel esintilerin coşkusundan delici gözlem gücüne kadar, yazarın iç dünyasının panaromasını sunuyor bu kitap.

Kimi günce ve anlatı parçaları ise ‘Kalanlar’ (1990) adlı küçük bir kitapçıkta toplanmıştı.
Kalanlar adıyla bir araya getirilen metinlerin birçoğu Almanca yazılmış ve Sezer Duru tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.

“Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığını sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.”

‘Zaman Dışı Yaşam’ çağdaş Tezer Özlü'nün, kendi yapıtlarından yola çıkarak, 1983 yılında kaleme aldığı bir senaryodur. Tezer Özlü tüm yapıtlarında sergilediği yaşamın ve zamanın en küçük kesitinde dahi yaşamın anlamını arayış edimini, bu kez zaman dışı yaşamda da sergiliyor. Kendi yapıtlarından yola çıkarak kaleme aldığı senaryosu ‘Zaman Dışı Yaşam’ 1998’de Sezer Duru’nun çevirisiyle yayımlandı.

Leyla Erbil’in söylediği gibi; “İlk öykülerinde başlayan yalnızlık, ihtiyarlık, intihar ve ölüm izlekleri ya da korku, onu yaşamının sonuna kadar kovaladı. Bu özgür yazarın dostu Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar, Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar adıyla 1995 yılında kitaplaştı.


ESERLERİ

Eski Bahçe (1978)
Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)
Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984)
Eski Bahçe Eski Sevgi (1987)
Kalanlar (1990)
Leyla Erbil’e Mektuplar (1995)
Zaman Dışı Yaşam (2000)

Kynk:Agustos/2007 71.sayi DusLe Edebiyat
---

 
Image Hosted by ImageShack.us