Kadınların Yazdıgı şiir:Evrim Halindeki Estetik
I.
Dogmamış kızkardeşler,
dönün bakın bize bagişlayıcılıkla nerede başarısızsak,
tek boyutumuzla görmeyin bizi
şaşmayan, düzelten bir mercek yapın geçmişi.
Adrianne Rich, “Turning the Wheel”
Amerika'da son altmış yıl içinde kadınların yazdıgı şiir;
(...)
Yine, altında çok fazlasının gizlendiginden başka bir şey açıga vurmayan bir maske, alaycı ve acemi bir yapmacık tebessüm.
Gençliginde bu biçime çok düskün olan Theodore Roethke, Toplu Siirler’indeki (1906) ilk şiir olan “Open House’da (Açık Ev), tipik çelişkiye düşerek söyle yazmıstır: “Kemigime kadar çıplagım/ çıplaklık benim siperim olmuş...Tam ve arı bir dille soylecek olursam, yalancı agza dur dedim: Ofke en net çıglıgımı saptırıyor / Aptal bir ızdıraba”.
Louise Bogan ise ona nefis bir biçimde şöyle salık veriyor:
“Senin sorunun şimdi, görebildigim kadar, acı çekmekten ya da her tür duygudan duydugun korkudur; başyapıtlar kotarıverebilmen icin ey kuzucuk, yenmen gereken de bu... Korkunç iyi bir kafan ve gerçek bir zekan var... ama bu, kendinden ve kendi ızdırabından yarı yarıya gizleniyor, ... ve zaman zaman bir göz atmaktan öte gitmesine izin vermedigin sürece, pek de bir şey yapabilmiş olmayacaksın. "
Kuskusuz Roethke’nin öykünmüş oldugu kadın şairlerin yazarken karşı karşıya oldukları asıl güçlük budur.
Kırklı yılların sonlarına dogru, Bogan’ın kadınlara, üstesinden gelme çagrısında bulundugu şey de budur:
“...Kadın şairin ayrı bir rolü ve degerli gelecegi var. Bugün, hakikilikten ve inançtan yoksun, acı ve umutsuzluk dolu bu zamanda, hicbir kadın, dünyaya yitirdigi yüregin bir parçasını yapıtları yoluyla geri verme girişiminde bulunmaktan utanmamalıdır”.
Bogan, kuramını kendi yapıtında uygulama yetisi olmamasına karşın, benzersiz ve hakiki bir sesin gerekliligini görüyordu. Anne Sexton ’u övüyor, benzersizligini ve ızdıraplı cesaretini takdir ediyordu.
“Anne Sexton... rizikoları göze alıyor. Yaşamının ilksel dehşetlerini kaleme almak gibi zor ve tehlikeli bir görevi üstleniyor… bunlar, hemen her zaman olagan biçimlerde dile getirilmeyen kadın sırlarıdır”.
Bununla birlikte bu sırlar (her ne idiyseler) Bogan ya da çagdaşları tarafından anlatılmadı; çeşitli şairlerden, kadın ve şair olarak kendilerine karsı takındıkları bu tavrı çeşitli yönleriyle ortaya koyan çok sayıda örnek verilebilir.
Ornegin Hilda Doolittle’ nin takma ad olarak H.D. baş harflerini kullanmasi bir kimlik yadsıması degil miydi? Kendisi de son derece güzel bir kadın olarak, Truvalı Helen üstüne aşagıdaki dizeleri yazmakla, toplum içinde gücünden ötürü nefret edilen ve anlaşılabilir bir özür dileme duygusu içinde olan güzel bayanın anlaşılabilir paranoyasını yansıtmış olmuyor mu?
Tum Yunanistan nefret ediyor
Beyaz yüzdeki sessiz gözlerden
……
……
Yunanistan görüyor, kayıtsız,
Tanrı’nin kızını, aşktan olma,
Güzelligi, serin ayakların
ve dizlerin, narin,
gerçekten sevebilirlerdi genç kızı
eger yatıyor olsaydı
rengi kül, arasında kasvetli selvilerin.
Bu şairlerin tümü de birbirinden son derece farklı şiirler yazıyor: imgeci, simgeci, fütürist, v.b. Ancak, çarpıcı ölçüde birbirine benzeyen kaygıları ve bakış açıları var. Yine de, kadınların şiiri, kadın şiiri gibi bir formulasyonun olanaklılıgından söz edilemez.
O dönemde kadın, şair olmak için erkekle özdeşleşmek zorundaydı.
Cünkü hayran olunası özellikler kızkardeşte degil, erkek şairdeydi. Louise Bogan makalelerinde ve özel mektuplarında, kadın şairlere olan nefretini ve küçümsemesini hep yineler. “Bayan Millay’e, genç kızlara göre bir şair denir”, diye burun kıvırır. Siirinde çagdaşı olan kadınlarla pek çok ortak özellik bulunmasına karşın, kadınlarla özdeşlesmeyi reddederek, erkeklerle ve şiirdeki daha onemli akımlarla ortaklaşır.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay
II.
Bu savunmacı özellik ellili yıllarda çözülmeye baslıyor. Ellili ve altmışlı yılların şairleri kendilerini daha çok ciddiye alıyor ve kendi kadınca kaygılarına ve diger kadınların kaygılarına degmekten korkmuyorlar.
Işe, başlıkların karşılaştırılmasından başlanabilir. Elinior Wylie, kitaplarına hep, şiir düzeninde aşagılarda bir yeri kabul eden, kendine düşük bir deger biçen, bilincli bir biçimde yüzeysel olan adlar veriyor. (...) Anne Sexton’ın kitaplarının adları ise hep bir mücadeleye ve acılı bir dürüstlük atılımına işaret ediyor (…)
Anne Sexton, şiirlerini yine de açıkca kadınsı bir bakış açısıyla yazmıştır ve (“Evlilik’teki gibi, şiirlerinde özel olarak cinsel konuları ele aldıgı zaman bile cinsiyetsiz ve nesnel gözüken Marianne Moore’un tersine) gerek duygularında, gerekse mesleginde, cinsiyetinin acılı bir bicimde farkındadır. Şiir işinde kurnaz bir kariyerist olan Sexton her şeyden once, kadınlıgının meslegine getirdigi sınırlamaların ayırdındadır.
Sexton 1959 yılında Caroly Kizer’a yazdıgı mektupta, Kizer’la kendisinin o yazki “Bread Loaf’ta, ustaları Robert Lowell ve Theodore Roethke’nin yanında nasıl bir konumları olacagını önceden görebilmektedir:
“Orada biz (sen ve ben), Cal ve Ted’imizle, işimizi yeterince sevmeyerek (kendi kişiye özel kadınlık magaralarımızda hıçkırıklarla aglayıp erkeklere ait, parolasını bize vermeyecekleri ün kapısını çalarak)…”
Erkeklerin düşman (ve üstün şair) oldukları ve kadın şairlerin tam anlamıyla gelişmesini engelleyecekleri düşüncesi burada teknik bir yarışma içinde ortaya konmaktadır. Sylvia Plath’ta bu düşüncenin cok daha açık imaları vardır. Sexton’un eşi (ya da kendisinin, eşiyle ilgili algılaması) Sexton’un yaşamını başka ve daha incelikli yollardan sabote etmiş olabilir, ama bu eş bizzat şair degildir. Plath, yaşadıgı sürece kendisinden daha başarılı bir şair olmuş bir adamla evliydi ve Plath’in ilişkileri içerisinde kendi yaratıcılıgının eşi yoluyla – eşinin çalışmalarında – hareket kazandıgı, kendi çalışmasının ise baskılandıgı biçiminde bir algılaması oldugu açıktır. “Rakip” adli şiiri bu konuyu ele alır:
Ay gülümsese sana benzerdi,
Aynı izlenimi bırakıyorsunuz
Güzel ama yok edici bir şey izlenimini.
Büyük birer ödünç ışık alıcısısınız.
Kadın hem esin (kaynagı) olmaktan, insantürü şiirinin edilgen amacı olmaktan çıkmış, hem de sömürüye öfkelenmeye başlamıstır. Bu yeni yarışmadaki acılık, rakibin gerçekte üstün gelecegi, gerçekte ortada yarışma bulunmadıgı biçimde, dile de getirilmiş bir bilincin varlıgından kaynaklanıyor gibidir. Şiirin, sonuçlandırıcı degilse de, yıkıcı bir tonda sona ermesi şaşırtıcı olmuyor:
Öte yandan, hoşnutsuzlukların,
Seven sadakatiyle gelir posta kutusundan,
Beyaz ve boş, karbon monoksit gibi yayılıcı.
Hiçbir gün, haberlerinden kurtulamaz
Afrika’da dolaşmaktasın belki, ama düşünerek beni.
Ellili ve altmışlı yıllarin başlıca kadın şairlerinin önde gelen özellikleri budur: olumlu bir çıkışı olmayan kişisel, yakıcı bir öfke.
Sylvia Plath ve Anne Sexton’ın yayımlanan mektuplarında ortak bir yan olarak gülümseyen yüzlerin fotografları ve alttan alta giden zihinsel dengesizlik, denetimlerinde olması gereken ama olmayan bir anlam – kendilerinden, kusursuz örnekler olmayı bekledikleri anlamı- vardır. Anne Sexton’ın mektuplarından birindeki “Bütün mesele, yazdıklarımın kıçı tutuyor ama benim sıkmıyor olması” kabulü, bu iki şairin pek çok açıdan, belirgin özelligidir. Bir güven ve itiraf imgesinin varlıgına karşılık bir tür maske, ve maskenin altında temelden bir özgüven eksikligi vardır. Özgürleşme dersi icin Plath’a ve Sexton’a başvuran okuyucuyu çeken şey, öfke, bagımsızlık ve güven imgesidir. Akla Yeats’in, yeni biçimine ilişkin, bir itiraf tavrını maske olarak taşıyan dizesi geliyor: “Çıplak yürümekte daha fazla girişim vardır”. James Dickey’nin Sexton’a yonelttigi sert eleştiri bu noktaya işaret eder:
“[Sexton’ın] … kasıtlı bir biçimde rastgele olan söyleyimi …, evcil ve ‘şiirsellik karşıtı’ olana gösterdigi alışılmıs egilim, kalyonlara ve günbatımlarına ve yasak yerlere döktürülen şiirler kadar yapmacık ve hamasi geliyor”.
Yapmacık şiirsellik karşıtının, kasıtlı bir biçimde rastgele olanın, Dickey tarafindan göz ardı edilen ve itiraf kipine ilişkin her tür ele alımda açıklanması gereken bir temeli olmakla birlikte, bu betimleme yerindedir.
“Benlik takınılması”nın anlaşılmasındaki anahtarlardan biri, Alvo Alvarez’in Sylvia Plath’la olan son karşılaşmalarına ilişkin betimlemelerinde bulunabiliyor. Sylvia Plath, ölümünden bir kaç ay önce Alvarez’e, herhangi bir kaynaktan imdat gelebilecegini yadsıyan ve aşagıdaki dizelerle biten “Death en Co.” (Ölüm ve Ortakları) adlı şiiri göstermiştir:
Ölü çanı
Ölü çanı
Birinin hesabı tamam.
Plath bu iç karartıcı uyarıyı Alvarez’e hayli sogukkanlı bir tavırla göstermiştir:
…sanki, öylesine siirlerdi bunlar. Imdada çagırmıyordu; ama her tür yardımın ötesinde oldugunu belirtiyor gibiydi ve bu da, yardımı gereksindigi zaman yetiştirmeyen okuyucuyu cezalandırmanın bir yoluydu.
Ne diyecegimi bilemedim. Daha önceki şiirlerinin tümü de, ayrı ayrı biçimlerde, Plath’ın kimseden yardım istemedigini vurguluyordu; yine de birdenbire bu ısrarın, belki de siz çaba gösterme istegindeyseniz yardımın kabul edilebilecegini anlamanızı saglayacak bir ısrar olabilecegini kavradım. Şimdi ise bu korkunç şeylere kısmen onlardan kurtulmak umuduyla, kısmen de kendisinin her şeye kadirligini ve kırılmazlıgını göstermek icin başvuruyordu. Şimdi bunların içine hapsolmuştu ve savunmasız oldugunu biliyordu.
Anne Sexton, önceki şiirlerini konu alan bir söyleşide şöyle diyor: “B.ku bir yandan eşeliyor, bir yandan da kumla örtüyordum”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay
(...)
Plath.da benzer bir yapı kullanıyor. Bir yandan imdada çagırıyor, ama bir yandan da bu çagrıyı –belki de zayıflıgı görülmesin diye- dikkatle gizliyor. Daha sonra hem çagrıyı reddedebilecek, hem de Alvarez’in, Plath karşısında kusurlu oldugunu bilerek kendisi için kullandıgı terimle “okuyucuyu” kusurundan ötürü bir biçimde cezalandırabilecektir. Öfkesi, kendisini okuyucunun üstünde bir yere koymaya zorlamaktadır, öyle ki, acı vermeye yetecek olçüde iletişimde bulunmasına karşılık gerçek dayanaksızlıgını dile getirmeyecek ya da yalıtılmışlıgını bir biçimde hafifletebilecek gerçek bir baglantı kurmayacaktır.
Benzer bir biçimde, “Lady Lazarus” gibi şiirlerinde de kendisini, erkek yasalarının ve bu yasaların verebilecegi acıların ötesinde, tören görevlisi bir rahibe olarak algılamaktadır. Ölmekte oluşu gercekte, verilmiş bir karşılık gibidir:
Herr Tanrı, Herr Şeytan,
Sakının
Sakının.
Küllerin arasından
Kızıl saçlarımla dirilip doguruluyorum
Ve solurcasına insan yiyorum.
Burada takınılan benlik, kendine özgü, bagımsız, kendi kendini cezalandıran ve okuyucuya suç yuklemeye yönelmiş bir benliktir.
Sexton’ın şiirlerinden çogunu böyle ele alabiliriz. Tum yaşamı boyunca Sexton’a kötü muamele ettikleri belli olan ana ve babasına ilişkin şiiri, babanın görünüşte bagışlanmasıyla biter:
Ister iyi olun ister olmayın, sizden çok yaşarım,
tuhaf yüzümü sizinkine eger sizi bagışlarım.
Sexton, psikiyatristinin bu dizeleri ebeveynle olan çatışmasının çözüme ulaşması olarak aldıgını belirtiyor: “Ama ben babamı bagışlamadım. Yalnızca öyle yazdım”. Babasını bagışlanamaz suçları için bagışlar gözükerek, törel bakımdan ondan üstün –bagışlayıcı- olmak yoluyla cezalandırıyor. Başka durumlarda da, örnegin “Karısına Dönen Aşıgına”da, benzer biçimde davranıyor; burada öfke içe dönmektedir ve takınılan benlik, çözümleyici, bagışlayıcı, anlayışlı bir benliktir. Sexton’ın Plath’taki “nefret şiiri yazma” yürekliligine olan hayranlıgı da kaydedilmelidir: “…benim yazmaya hic cesaret edememiş oldugum şeydi. Yaşamımda bile, öfkeyi dile getirmekten her zaman korkmuştum”.
Plath her ne kadar öfkeyi açıklıkla yalnızca her tür çözüm olanagını yadsıyan bir biçimde dile getirdiyse de, edilgen saldırganlıgı aşma yetisiyle bir anlamda Sexton’ın ötesine geçmiştir.
Yine de oyunlar birbirine benzemektedir ve hedeflere ilişkin bir netlik yokluguyla ilişkilidir. Bir eleştirmenin Sexton icin yazdıgı gibi:
Dilinin çok büyük bir bölümünde [bulunan] bu pervasızlıkta her zaman tuhaf bir edilgenlik, büyük bir bilmezlik ya da korku var… öldüren, sanıyorum,… dehşettir çünkü Anne Sexton, net olarak görememeyi ya da duyumsayamamayı, kendi deyişiyle Bedlam’dan (ruh ve sinir hastalıkları hastahanesi c.v.) yalnızca kısmen dönüş halinde olmayı, “bir kerecik olsun bilerek karar verememeyi”, en umutsuzu dışında hiçbir çıkarsamaya ulaşamamayı, yeniden ve yeniden yaşadı. Bizi gömen, parçalık duygusudur cünkü şeyler birbirine degmez, dolayısıyla tutturamayız, kendimiz ve başkaları için yararsızlaşırız.
Bu eleştirel degerlendirmenin, ilgilenilen konular daha genel olmakla birlikte, daha özgül konularda geçerli oldugu ve kısmi itiraf oyununu aydınlattıgı açıktır; yazarın temelde inanmadıgı suçlardan duyulan pişmanlık, yalnızca pişmanlıgın hiçbir iyilik getirmedigi durumda öfke, “boku …eşeliyor… bir yanda da … örtüyor”.
Itiraf kipinin kullanılması burada özel olarak uygun düşüyor: kendini yalnızca, mahkum etme noktasında dile getirme. Itiraf pişmanlıgı içeriyor ve hem itiraf edenin hem de itiraf edilenin yararına olacak bir iletişim, uygun düşmüyor.
Sexton örneginde ve sık sık da Plath örneginde, genellikle bu itiraf/pişmanlık işine karışan iki kişi var: yazar ve siz/o.
“Siz”, genellikle erkek: psikiyatrist, sevgili, doktor, meslektaş ya da yalnızca “bay”. Itiraf da bu erkege, içtenlikle ama özur dilercesine yapılıyor. Jojce carol Oates, Sexton’ın tanrısının bile erkek oldugunu ve “bu nedenle, zorunlu olarak Sexton’ın dışında – uzagında “ oldugunu, “yaşadıgı yerde ulaşılamadıgını” yazıyor. Insansa tanrısal. Tanrıysa uzaktan uzaga insan olan erkek, kadının davranışını anlayamamakta ve şiir genellikle reddedilme ve yalıtılma duygusuyla sona ermektedir.
Bak
Iş bitince onu
Telefon ahizesi gibi
Yerine takacak.
Kadın, kullanılmıştır, yalnızdır, boşaltılmıstır, yine de sorumlu ve suçludur, “yerine takılmıştır”.
Sexton’ın ilk kitabı olan To Bedlam and Part Way Back’te (1960) özür dileme tonu özellikle etkili, çünkü burada kendisini, olması gerektigini düşündügünden daha az güçlü, hasta bir kişi olarak sunuyor. Oysa daha özür dileyici ve daha pişman bir duruma geldikçe şiiri bundan kötü yönde etkileniyor; yazar, derman degil, suçuna mazaret arar oluyor. (…) Örnegin, The ballad of the Lonely Masturbator’da (Yalnız Mastürbasyoncunun Baladı), en mahrem haliyle kendini açıga vuruyor gibi gözükmekte, ancak gerçekte yalıtılmışlıgını okuyucunun kafasına fırlatmaktadır.
Mastürbasyonun arkadaş edinme yöntemi olarak zor bir yöntem olduguna ilişkin ünlü şaka, şiir için de geçerlidir. Şiir kavramı mastürbatif bir kavram durumuna gelince, izleyici dışlanmaktadır: Beni yalnızca ben anlarım. Sexton mektuplarında, “Intihar bir mastürbasyon biçimidir!!!!” diye yazmakla bu noktanın ayırdında oldugunu açıga vurmakta, bu da bir başka açıklamaya götürmektedir: “Intihar, ne de olsa şiirin tersidir”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay
(…)
Itiraf tonlu şiirin, reel iletişimin yoklugunun bu yönü, Plath’in şiirlerinde de görülebilir. “Medusa” ve “The Other” (Öteki) bu açıdan iyi örneklerdir. “Lesbos” da, benzer durumlarda olan –kocalarından hoşnutsuz, çocukları tarafından incitilen-, ama iletişimde bulunamayan iki kadına ilişkin bir şiirdir. Şiir, kinle biter. “Zen cennetinizde bile, karşılaşmayacagız”.
Burada kastım, acıları ortaktır diye tüm kadınların birbirini sevmesi gerektigini önermek degil, ama insan iletişimde bulunamazsa, yazmasına neden olan şey, ilişkide olma isteksizliginden duyulan zevkten, yalıtılmada bulunan üstünlük duygusundan başka ne olabilir?
Adrianne Rich, “Snapshots of a Daughter-in-love”ın (Bir üvey kızdan estantaneler) başlangıç bölümünde, buna az çok benzeyen, anneyle üvey kızın ikisine de dayatılmış, ancak iletişim için hiçbir ortak zeminin bulunmadıgı bir durumu ele alıyor. Ancak, Rich’in amacı oldukça farklı: iletişim yoklugunun nedenlerini, düşmanlıgı yaratan toplumsal kurumları araştırmak. Rich’in şiiri, yeni kadının ortaya çıktıgı ve bu türden durumların yok oldugu bir düş (Zen cenneti degil) kurarak devam ediyor.
Plath’taki iletişim yoklugu, kendi benligiyle tümleştirdigi erkekleri tehdit ettigi en ünlü şiiri “Daddy” de de (Baba) görülebilir. Kuşkusuz, ölmüş olan babasını yeniden öldürmeyi degil, kendi içindeki babasını, kocasını ve kendi varlıgına yerleştirmiş oldugu sadist faşist patriyarkayı öldürmeyi kast etmektedir.
Dolayısıyla burada erkeklerin sadist olarak saptandıgı dogru olabilirse de, “her kadının bir faşiste hayran oldugu”, dişinin yapısına sokulan mazoşist ögelerin, durumu süregenlestirdigi de dogrudur. Böylelikle, erkegini öldüren kadın kendisini öldürmektedir, ve şiirde seslenilenlerle izleyiciler, yalnızca rastlantı eseri olarak, kulak misafirligi için vardır.
(...) Insanin kendi benligiyle ugraşmasını şiirde güçlülük sayanlar olabilecegi gibi, zayıflık sayanlar da olabilir, ancak, kendi içine derinleşmesine yogunlaşmanın, şiirde degerlendirme konusu olacak bir tavırdan çok bir büyüme sürecinin parçası oldugu herhalde açıktır. Sexton, “Insan ulusal meselelerle ugraşabilmek için kendisinin kim oldugunu bulmak zorundadır” diye yazıyor; gerçekten de ellili ve altmışlı yılların kadın şairleri daha önce erişemedikleri bir kimligi keşfetmeye özendiriliyordu: Bir önceki kuşak tam bu nedenle başarısız olmuştu.
O vakte kadar, benligin üstüne çıkma yetisi de gösterilmemişti. Bunun, temelde nörotik degil öncelikle toplumbilimsel bazı nedenleri vardır. Pamela Annas’ın Plath’a ilişkin denemesinde yazdıgı gibi, “Benligin degişmesi ve gelişmesi, dönüşmesi ve yeniden dogmuş gibi olması yalnızca, içinde yaşadıgı dünya da böyle yapıyorsa olanaklıdır; benligin olanakları dünyanınkilerle yakından ve ayrılmaz bir biçimde baglıdır.
(...) Denebilir ki, tarihin biçimlenmesiyle ugraşsa bile bunda rolü olan çok az şair vardır. Ne var ki, edilgenlik ve yatıştırıcılık degerleriyle büyütülen kadınlar için bir zorluk daha bulunmaktadır. Kadın, hem dışlanmakta hem de hüküm süren güçlere ters düşmektedir. “The Applicant’taki (Başvuru Sahibi) kagıttan kadın bebek gibi Sylvia Plath da böylesi (savaş ve şiddet dolu) bir dünyaya tümüyle yabancıydı, bu dünya tarafından katmerli bir biçimde nesneleştirilmişti ve kadın sanatçı olarak çifte yalıtılmışlık” içindeydi. “Daddy” de ve daha başka yapıtlarında tarihin kurbanı Yahudilerle özdeşleşmesi, toplum, tarih ve politika güçlerinin kendisine karşı oldugu duygusunun açık bir işaretidir.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
(...)
Plath ve Sexton üstüne hiçbir tartışma, yaşamlarının trajik sona eriş tarzını görmezden gelemez. Geçmiş ve gelecek şairlerle yapılacak her tür karşılaştırma, konuyu iki taraftan da incelemeyi gerektirecek: Intihar ne ölçüde çagdaş kadının sorunlarının bir ortaya çıkış biçimidir?
Gerek Plath’ın intiharının gerekse Sexton’ınkinin, özellikle feministler tarafından, yaşamlarında olumlu bir güç olarak feminizmin bulunmayışının sonucu gibi görülmüş olması ilginçtir.
Bu dogru olabilirse de, intihar ediminin, gelecegi oldugu kadar geçmişi de içeren tarihsel bagla yerleştirilmesi zorunludur. Sexton ve Plath daha önce yaşamış olsalardı, geleneksel rollere baglanacaklarından, yaşamlarının gerginligini intiharı zorunlu bir almaşık kılacak ölçüde artıran o bagımsızlıga girişmemiş olacaklardı. “Intiharları, en azından belli ölçülerde, bu şairlerde yirminci yüz yıl kadın şairler tarihi içinde geçiş niteligi taşıyan konumları baglamına yerleştirmek gerekiyor.
Yirminci yüzyılda intihar eden şair sayısının çokluguna karşılık, bu iki şeyin birbirine baglanabilecegi reel bir temel yoktur; bagıntı ille de nedensellik içermez. Anne Sexton 1974 yılında yaşamına son verdigi zaman Denise Levertov “Light Up the Cave (Magarayı Aydınlatmak) başlıklı bir deneme yazarak kendi öncelleriyle olan ayırımı ve kadın tarafından yazılan şiirin alması gereken yeni yönü açık bir dille belirtmiştir.
(…) Levertov, acıya yenik düşmenin degil şiirde degişiklik yaratmanın gerekliligini vurguluyordu. “Yabancılaşmanın törel deger taşıması, yaşamı olumlaması ve yaratıcılıga götürmesi yalnızca, igrenç bularak sırtını döndügü topluma bir almaşık düşleyen ve ileri süren (ve o yönde çalışan) bir siyasal bilincin eşliginde olanaklıdır”.
Edebiyatın toplumu etkileme gücü ve toplumu olumlu bir biçimde etkileme sorumlulugu vardır. Levertov, bu sorumluluk karsısında keyif düşkünlügünün tehlikelerine karşı büyük bir inançla uyarıda bulunmaktadır.
(…) Keyif düşkünlügü, intihar ve kurban olma durumu, sanata içkin şeyler olmamanın yanı sıra, sanata ters de düşmektedir; tıpkı bu durumun kadınlıga içkin olmayıp, olsa olsa bir hazırlık aşaması oluşturdugu ve olgunluk döneminde yadsınması gerektigi gibi. Çagımız şairi daha olgun bir yapının özelliklerini taşıma egilimi göstermekte ve bu özelliklerin çogu bir onceki kuşaktan kaynaklanmakla birlikte, o kuşaga ters duşmektedir. Adrienne Rich’in yazdıgı üzere:
“Sexton’ı, kendi içimizde ve patriyarkanın bizi maruz bıraktıgı imgelerin içinde neye karşı kavga vermemiz gerektigini bize yapıtlarıyla anlatan bir kızkardeş gibi düşünüyorum. Şiiri bir harabeler klavuzudur ve biz bu klavuzdan kadınların yaşadıgı, bizimse artik yaşamayı reddetmemiz gereken şeyleri ögreniyoruz”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
(...)
Bireysel ilişki, doyundurucu olmakla birlikte, özel yaşamı kesintiye ugratan ve şaire ters düşen yasalara tabi olan bir dünyada yetersiz kalmaktadır.
Plath’la yapılacak bır karşılaştırma, bu özelligi daha da belirgin kılabilir. Plath’ta dış dünya, hoş olmamasına karşılık, olagan ve genellikle istenen gerçeklikle bozuşmuşluk duygusunun oluşturdugu iç yabancılaşma nedeniyle, hiçbir rahatlık ya da güzellik sunamaz. ‘Cam Fanus’ gibi bir yapıtta, mesele dünyada degil, başkişidedir. Rich’in şiirlerinde ise kadınlar dünyası dış dünyadan açıkça farklıdır ve hiçbir güzellik ya da rahatlık sunmamakta olan, dış dünyadır.
(...)
SONUÇ
(...)kadınların yazdıgı şiirin belirgin özelliklerinin en azından kendi zamanlarının ürünü oldugu ve bu zamanların degişmekte oldugu(...) Edilgenlik, alçakgönüllülük, degersizlik ya da sıradanlık, 50’li ve hatta 60’lı yılların şiirinin özellikleri olabilir.
Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay
http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID=37500&PN=1
yazinin diger bolumleri...
09 Ekim 2007
KADINLARIN YAZDIĞI ŞİİR - Plath,Sexton vb.
Gönderen Ey'lûl
GizDökümcü Şiir / S.Plath - İ.Özel
Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni.
[İsmet Özel, Propaganda]
Hasan Bülent Kahraman’a göre “Türkiye’de henüz itiraf edebiyatı yok”.
İngilizce confession kelimesi, günahların, kişinin iç barışıklığını sağlamak için ayinsel itirafı anlamına geliyor. Confessionalist poetry deyimi için, itiraf kelimesinin olumsuz çağrışımları göz önünde tutulursa gizdökümcü şiir daha iyi bir karşılık. Bu ikinci terimde de sorun yok değil. Şairin süreçteki tasarlayıcı etkisini azaltarak şiiri bir iç dökmeye, veya örtüsünü kaldırmaya indirgeyen bir anlamı var. Gizdökümcü şiiri düşününce, ortaya dökülen gizin aslında günahlarla bir ilgisi olmadığını, travma yaratan olayın yeniden sahnelenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
“Waldo Sen Neden Burada Değilsin?”de İsmet Özel bir anısını anlatır. Çok sıcak bir gündür, İsmet Özel Ankara’da bir mezarlığın, ağaçların gölgelendirdiği serinliğine sığınmış piposunu yakmaya hazırlanırken, karşısındaki 12-13 yaşlarındaki çocuk sorar: “Dolu mu içiyorsun, abi?” İsmet Özel soruyu anlamasa da çocuğu “evet” diye cevaplar:
Pipomu yaktıktan sonra budalalığım kafama dank etti. Çocuk pipomu doldurup doldurmadığımı değil, içtiğim şeyin esrar (veya başka bir uyuşturucu) olup olmadığını sormuş ve ben de soruyu anlamadığım için ona evet demiştim. Şu anda onun gözünde esrar içen biriydim. Yüzümü mezarlığa çevirdim. Bütün varlığım sosyal, kültürel, ahlaki, fizik yoğunluğuyla dışa taşma basıncı altındaydı. Mısra zihnimde parladı:
Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz
Bu, İsmet Özel’in ilk kitabının ilk şiirinin ilk dizesidir! İsmet Özel ilk şiirinin ilk dizesinde yaşadığı bir ânı şiirde “itiraf etmekle” kalmıyor, anılarında itirafını da itiraf ediyor. Ama elbette İsmet Özel’i bu kadar kolay suç üstü yakalayamayız, Sefa Kaplan’la yaptığı söyleşide şiirlerindeki “ben” kelimesinin “Türkiye” olarak okunması gerektiğini söyleyerek hem kaçamak yapmaya çalışır, hem de rahatça itiraf edebilecek bir alan yaratır. Öyle ya: ben eğer şiirimde ben derken “ben”den başka bir şey kastettiğimi söylüyorsam ve herkes bana inanıyorsa (açıkçası buna kendimi inandırıyor olmam bile yeterli) serbestçe kendimden bahsedebilirim. İşte o zaman “cumhuriyet” ya da “devlet” derken de kendinizden mi söz etmiş olursunuz gibi bir çok psikolojik yoruma kapı açan bir durum.
Bu yazıda İsmet Özel şiirinin gizdökümcü özellikleriyle ilgili bir yorum yapmak istiyorum. Yorum gerektirmeyen şiir değil, düzyazıdır. Yorum şiir ile ilgili olarak yapılabilir, hatta bir şiirle yapılabilecek tek şey onun hakkında konuşma, yanlış anlama, anlatma, çarpıtmadır, neticede “yorum”dur. Her okuma bir yorumdur ve yorumun doğrusu olmaz. Ve okur karşılaştığı her şairin şiirlerini istediği gibi, istediği yerde ve zamanda okuyan kişiye denir.
Sanatın mahremiyeti bozulacaksa, yani sanat illâ bir işe yarayacaksa bu konuda hiçbir okuma edimi masum değildir. Sanat bir takım duyularda başlangıcını ve sonunu bulan bir “süreç”tir ve bununla ne kadar çelişirse çelişsin aynı zamanda bir “tüketim nesnesi”dir. Horace tarafından 2000 yıl önce Ars Poetica’da basitçe ifade edildiği gibi sanat: Eğlendirmeli ve aydınlatmalıdır (aut prodesse aut delectare). Yorum, devreden çıkarılamaz, olmadığı zaman bile devrededir.
Şiir niçin parayla satılamaz? Kullanım değerinin o kadar büyük olduğu düşünülür ki, ona bir değişim değeri belirlemeye yeltenmek, fiyat etiketi iliştirmek değerini düşürür. Şiir bir “tüketim nesnesi” ise sadece kullanım değeri olan bir nesnedir. Kullanım değerini artırmak, yani her iki anlamda da şiiri kullanmak yorumdur: nesneler dünyasının aksine şiir, kullanıldıkça değeri artan şeydir, çünkü aynı zamanda bir duyuştur.
* * *
Bir okuma edimi olarak İsmet Özel ile gizdökümcü şair Sylvia Plath’ı üst üste okumak (yorumlamak) istersem Plath’ın Münih Mankenleri ile Özel’in Dişlerimiz Arasındaki Ceset’in kafiyeli şiirler (böyle bir şey varsa) olduğunu söyleyerek işe başlayabilirim.
Münih Mankenleri
(...)
Ortada kimse yok. Otellerde
Eller kapıları açacak ve cilalanmak üzere
Hazırlayacak ertesi gün içine geniş ayak başparmakların
Sokulacağı, ayakkabıları
Ah bu pencerelerin evcillikleri
Bebek dantelli, yeşil yapraklı konfeksiyon,
Kalın Almanlar dipsiz Stolz’larının dibinde pinekliyorlar.
Ve siyah telefonlar kancalarına asılı
(...)
Dişlerimiz Arasındaki Ceset
Biz şehir ahalisi, Kara Şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir.
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler
(...)
Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş kişiler
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle
(...)
Şehir uygarlıktır, insanın görmezden gelinmesini sağlayan biricik ortamdır; insanı şeffaflaştıran, benliklerini silen, bir sayıya, bir plakaya, bir sahip-olana indirgeyen şeydir. İkisinin de şehre çatması bir rastlantı mı? Bence değil. Şehirde ismimizden önce az mı kendimizi bir kat sahibi, mevki sahibi, araç sahibi, çocuk sahibi, hak sahibi, bilgi sahibi, vb. sahiplikler üzerinden tanımlamak zorunda kalmışızdır. İnsanlar sadece şehirde ve şehir sayesinde bir şey olmadan önce, bir şeye sahip olmak zorunda kalırlar ve bunun sık sık doğurduğu en temel insani duygu öfkedir. Şehir bastırılmış cinselliktir, hadım edilmedir, birikmiş libidodur. Bize tecavüz eder. İki şairin de şehre duyduğu öfkenin temeli aynı.
Sylvia Plath ve İsmet Özel, her ikisi de şiirlerinde anne ve babalarıyla uğraşmıştır: Plath’ın Babacım şiirine karşılık Özel’in Amentü adlı şiiri okunabilir:
İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı diye başlayan.
Sylvia Plath’ın Babacım şiiri ise aşağıdaki gibi biter:
Şişko kara kâlbine bir tahta parçası saplı olarak
Köylüler seni zaten hiç sevmemişlerdi.
Mezarına topuk vuruyorlar, üstünde dans ediyorlar şimdi.
Hep biliyorlardı zaten senin sebep olduğunu bütün kötülüklere.
Baba, babacım, adi herif, işim bitti.
Elbette ki biri çıkıp bunların içerik ve ses tonu itibarıyla çok farklı şiirler olduğunu Sylvia Plath’ın babasına kızgınlık gösterdiğini, İsmet Özel’in sevgi gösterdiğini söyleyebilir. Katılıyorum. Sylvia Plath babasına tepki gösterir, ama bu tepkinin kenarlarını kaldırınca altından bir aşk görünmekte değil midir? Veya İsmet Özel’in aynı şiirin ilerleyen bölümünde “Tanrı uludur Tanrı uludur/polistir babam/Cumhuriyetin bir kuludur” demesinde babanın çaresizliğine yönelmiş bir öfkenin izleri bulunamaz mı? Cevaplamayın. Bu soruların cevabı önemli değil. Önemli soru şu: Her ikisi de kendilerini tanımlarken bir referansa, özellikle de babaya ihtiyaç duymuşlar mıdır? Evet. “Kendini tanımlarken babanın tanımlarından yola çıkmak” sözü elbette ki Oidipus’un gölgesinin düştüğü topraklara girmektir, ama bu bir değini yazısının amacını aşar.
Benzer olarak Plath’ın Bayan Lazarus’una karşılık olarak İsmet Özel’in Partizan şiiri okunabilir. İki şiir de ergenlik sancılarını çokça hissederler, ikisi de sahicilik arayışı içindedirler, ikisi de parçalanmaktan, ölümden söz ederler ve bu liste uzatılabilir. Gerek yok.
Sylvia Plath “gerçek yaptığım şeydir” diye düşünen 50’li kuşaktandır. Burada biraz duralım. “Gerçek yaptığım şeydir” ne demek? Yeni bir gerçeklik algısının habercisi olarak bu sözler 1968’e, yani İsmet Özel’lere ulaştığında Plath’ın günlüğünün bir köşesinde kalmaktan çıkıp “gerçekçi ol imkânsızı iste” şeklinde sloganlaşacaktır.
Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor
kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak
[Of Not Being a Jew]
Mitolojiye yönelik ilginin modern şairlerin paylaştığı bir ilgi olmasının sebeplerinden biridir bu. Mitolojiden yararlanma esasında gerçeklikten kaçış değil, tam tersine yeni bir gerçeklik düzlemi arayışıdır. Mevcut gerçeklik yetersiz veya yanlış gelmektedir. Çünkü yarısından çoğu sivil 45 milyon insanın öldüğü bir savaştan çıkılmıştır ve Üçüncü Dünya Savaşı kapının eşiğinden burnunu göstermektedir. Hiç kimse güvende değildir. Gerçeklik sahtedir. Sahicilik yeniden tanımlanmalıdır. Esas sahte olan, yarım kesilen, sansürlenen, başlamadan biten ve bizi bütün cevaplanmamış beklentilerimizle, olma olasılığımız olan bütün kişiliklerimizden mahrum eden, ortada bırakan gerçeğin kendisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında şairler böyle düşünürler. Öfkeli elbette.
Böylesi bir dönemde ister istemez eski şiir inandırıcılığını yitirmiş, fazla şairane, fazla takınılmış tavır içinde kalmıştır. Dönemin ünlü eleştirmeni ve Sylvia Plath’ın ilk yayıncısı Al Alvarez bunun bir “nezaket hastalığı”, bir tür entelektüalizm olduğunu belirtir. Şairler nezaketi bir tarafa bırakmalı, sahici olmalıdırlar, hayatlarını nasıl yaşıyorlarsa şiirlerini de öyle yazmalı, öfkelerini gizlememelidirler. Sylvia Plath ve İsmet Özel, ikisi de Al Alvarez’in öğüdünü tutmuş görünüyorlar.
Her ikisi de ellerinde biriken öfkeyle ne yapacaklarını kendilerine sordu. İkisi de yapacak bir şey buldu: Şiir yazdı.
İkisinin de şiirleri travmaya yol açan olayların kendilerince bir dökümü, itirafı, canlı bir tekrarıdır. Bu travmaların şiirde tekrar yaşanması sırasında ikisi de kendini zaten öyle olmuş olmasını isteyen rolünde kurgularlar. Sylvia Plath Ariel isimli şiirinde travmaya yol açmış bir ata biniş öyküsünü, “şimdi ben / buğdaya köpürüyorum, denizlerin parıltısına” diyerek yüceltirken, İsmet Özel kim bilir hangi kişisel düşüşlerinden birini “iniyorum kulelerinden katil” şeklinde taçlandırır ve Müslümanlardan uzaklaşmasının öyküsünü “kaçmak isterken vuruldu” şeklinde yeniden yazar. Şiir her ikisi için de travmaya yol açan olayların yeniden yazımıyla ilgili bir meseledir.
Sylvia Plath ve İsmet Özel gizdökümcü şiir bağlamında üst üste okunabilir. Sadece İsmet Özel değil, Turgut Uyar da aynı bağlamda ele alınabilir. Söylediklerim tartışılmayacak bir gerçeği ortaya koymak şeklinde değil, başka bir okuma olarak anlaşılsın: Türkçe’de gizdökümcü şiir vardır.
* * *
Burası bu yazının bitip yeniden başladığı yer.
Yukarıdakileri söyledikten sonra “Türkiye’de itiraf edebiyatı var mıdır yok mudur?” sorusunun önemine değinmek istiyorum. Soru batıda olanların Türkiye’de olup olmadığı sorusu olmamalıdır. Bu tür soruların her cevabı yanlıştır!
Bu, batılı kültürün bütün dünyaya enjekte ettiği, ezberletilmiş, aşağılık kompleksini baştan kabul eden bir sorudur. Doğrusu şu olmalıydı: “Türkçe’de Türk insanını kalkındıran, dik durmasını sağlayan, onun ayaklarının altına bir zemin döşeyen, kişilik edinmesinde, gerçeklik arayışında yanında olan şiirler var mı?”
Türk şiirinin büyük olup olmadığı sorusunun cevabı, herhangi bir karşılaştırmadan evvel sorulması gereken bu soruya bağlıdır. Evet! Türkiye’de çok güçlü bir şiir vardır, bu Türk insanının hayatta kalmasına yetecek her şeyi, karakteri, sahicilik duygusunu, gerekirse gizdökümcülüğü de içerir.
“Türk şiiri büyük müdür” sorusu sadece bir karşılaştırma ihtiyacına girmeden sorulabilir, karşılaştırma cevaba dahildir. Şu cevabı ancak herhangi bir karşılaştırmadan evvel verebilirsiniz: Türk şiiri büyüktür, soyludur. Bu cevabın başka sorusu yoktur.
Enis Akın-Edebiyat ve Eleştiri Dergisi, 2005
Gönderen Ey'lûl