^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 09/11/07

11 Eylül 2007

LALE MULDUR // 5'den 7'ye NILGUN





Nilgun'e...


"She was once twice three times a Lady"L.M

Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz .

P:Pelerinleri vardi.Trenckot giymedi.Fevkalade gunesli havalarda sokaga cikmadi.
S:Soyluydu. Hircindi. Guzel ve ozgurdu. İster istemez ve bile isteye rahatsiz etti;kahkahalari, safkan atlari ve uzlasmazliklariyla.
G:'Grande Dame' familyasindandi.Beyaz eldivenler, kabarik tafta etekler, opera durbunleri, kucuk gizli pusulalar akla getirirdi.
Y: Yogun yasamak ,geceleri uzatmak.Gece yasamina, konyaga , aryalara yakisirdi.
Z: Bir kadehi tutar, ansizin kirardi .Zelda'ydi..
B:Blues. Betty Blue. Jony Mitchell.
M:Mayerling'di... Medici'ydi... Magdelen'di...
Ona cam parcalarindan bir elbise giydirdik
T:Tehlikeli oyunlar tutkunu bir kadin,siyah rugan terliklerini birakip uzaklasiyor taraclarda...
X:İsaretlere inanirdi.Cunku baslangicta 'Soz' vardi.
' LogoCentric ' bir labirentte kaybolduguna inaniyorum.

İsaretlerin tehlikeli cekiciligine kapilmak mi?
Gorunmez ve imkansiz bir yas mi?
Derin bir anlamsizlik travmasindan kaynaklanan bir yorum cildirisi mi?
Yasmadan daha buyuk olma istegi mi?
Otuz-yas kirginligi mi?
Siyaha gecis mi?
Soyut bir satranc mi?
Bilinmeyen bir denklem mi?
Yaniltici bir vektor mu?
Siddete karsi siddet mi?
Magrur bir an mi?...

"She was once twice three times a Lady"

ANTRAKT

---
syf:32-33 "Anne, ben barbar miyim?"




Anne Ben Barbar mıyım?

Lale Müldür, işaretlerin anlamını yitirdiği, göstergelerin içinin boşaldığı, neredeyse artık konuşmanın bile anlamsızlaştığı, karşılıklı iletişimin, -aşırı iletişimden olsa gerek- devrelerinin koptuğu bir dünyada konuşmaktadır. Sadece Müldür mü? Ancak Müldür'ün farkı, onun böyle bir dünyada konuştuğunun farkında olmasıdır. Onu bir çok şairden ayırıp "has" bir şair olma mertebesine yükselten de bu farkındalığıdır.

Lale Müldür "gizli" bir dilin de peşindedir. Bu dil, doğrudan olması dolayısıyla ilkel, barbar dildir. Karmaşanın içinde ilkeldir. Bu dil, saydam ve geçirgen olacak ve ne ise o olarak gösterecektir dünyayı: Ara renkler de belirginleşecek, kendini öne çıkaracak, melankolik duyarlık yaşam alanı bulacak, görünür olacaktır. Böyle bir dünyanın kodlarını araştırmak, onları deşifre etmek Müldür'ün tutkularından biridir ayrıca.

İlk bakışta kolay kolay içine girilemeyen Lale Müldür dünyasını tanımak, onun ferahlatıcı havasını solumak için "Anne ben barbar mıyım? çok yararlı olacaktır okuyucuya.
Osman Çakmakçı
---



TROPİKA:
Lale Müldür’ün Poetik Sözlüğü
(*)

Ahmet Güntan: Camlı bir köşkte, kendini kalbinden vuran şair (38).
Geometrik bir zekâ, bir mimar bakışı belki, olağanüstü yapı dizeleri. Nietzsche’ye göre; mimar ne Dionizyak’tır, ne Apollonisyen. Artistik dışavurum arayan, dağları yerinden oynatan ‘Güçlü İrade’yi temsil eder. Gurur, ağırlık ve yerçekimine karşı zafer ve güç sistemi kendini bir yapıda görünür kılar. En yüksek güç ve güvence duygusu, ifadesini ‘görkemli stil’de bulur. Kendini ispata çalışmaya bir güç, hoşa gitmeye çalışmaktan hoşlanmayan, kendi içinde dinlenen, yasalar arasında bir yasa: görkemli bir stil’le kendinden konuşan şey…İşte budur (39).

Ahmet Güntan’ın Şiiri: Durumların şiiri. Stituasyonist şiir; karşı-durumların şiiri (39).
Sentaktik süslerden arınmış somut şiir, yapı blokları gibi; net, bütün, kendinde… Kristal bir ytong gibi. Yetkin bir daire ya da elips gibi. Bir şeyler çıkarıp bir şeyler ekleyemezsiniz. Somut ve dışbükey bir şiir. Yalnızca içerdiği gizem içbükey. Ve gizemi kendine eşit, çünkü monoton yapı blokları üzerine nasıl gizemli şiir kurulur? Şiir çıkarılacak hiçbir şeyin kalmadığı bir durumdan nasıl şiir çıkarılır? Bunun kimyasal formülleri dışarıda mıdır, içeride mi? Bu biraz 21. yüzyıl şiiri. Gelecek olan zarif metropollerin şiiri. Ölmekte olan doğa üzerine bir eleji…. O kalıtımsal şair hastalığı; romantizm üzerine alaycı ve dokunaklı bildiri… Bir zamanlar varolan, şimdi yitirilen ve yalnızca şiir alanında da olsa bir şekilde yaşamayı sürdürmesi gereken şeyler üzerine büyüteç (39).

Antimadde-Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Bayağı Sözcük: A) Bayağı sözcük yoktur. B) Bayağı olarak nitelendirilen sözcüklerin de şiirsellik kazanmasını şiirin ultra momentum’u olarak görüyorum. C) Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Ben Başkasıdır: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Foucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlara değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Bireysellik: Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Bir Şiirin Oluşumu: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Bugünkü Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Dünya Çapında Şiir: Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiir mevcuttur ve halen de yazılıyor (28).

Hatırlamak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Hedef Yoktur Şiirde: Hedef diye bir şey yok. Bir şiir yazayım da şunlar şunlar olsun diye yola çıkılmaz. Her şey çok spontan bir biçimde olup biter. Sonra o metin nereye gider o ayrı mesele (63).

İki Binli Yıllarda Şiir: Tam bir şey söylemek mümkün değil. Her şey çok iyi olacakmışçasına götürmek lazım. Başka yol yok… Başka yol yok; çalışmaktan başka. Bir de bildiğim kadarıyla ileride Batı’da yaratıcı işlerden ve operatör doktorlardan başka meslek kalmayacağı çünkü bilgisayarlar hepsini yapabiliyor. Üstelik çok kısa bir zaman içinde diyorlar (65).

Kalıcı Olanın Yerleştirilmesi: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Kıraç Dünya-Şiir: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde (39).

Kıvanç Olarak Şiir: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Kritik Günler ve Şiir: Kritik günler yaşıyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye ya kitap yakılan Pakistan boyutunda kalacaktır ya da nesli tükenmeye yüz tutan güzel ve haklı insanlar ortadan kaldırılmazlarsa –yani bu insanlar her şeye ve kendilerine rağmen direnmeyi ve ayakta kalmayı sürdürebilirse- Türkiye’den bir Doğu-Batı sentezi çıkacaktır. Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiie mevcuttur ve halen de yazılıyor. Bütün yıpratma ve yok etme mekanizmalarına rağmen şairler ortadan kaldırılamıyor ve Türkiye’deki genç şiir de, eski şiir de kutupsal önem taşıyor. Şiir krizde değildir ama hayatımız krizde! Ne kadar az mutlu insan var… (28)

Kriz: Kriz geri kalmaktan doğar. İleri gitmekten kriz doğduğu görülmemiştir (64).

Kuşak: Ben bu kuşak olayını anlamıyorum. Bilmiyorum da. Benim bildiğim bir kuşak vardı. O da “68 kuşağı”ydı. Onları biraz tanımış olmakla gurur duyuyorum o kadar. Bu kuşaklar arası hoşgörüsüzlüğü de anlamıyorum ben. Benim için dünyada iyi ve hoş insanlar avr; ama yetmiş ama yirmi yaşında olsun.(..) Hele şairlerin yaşı kuşağı olamaz eğer bir şairse.(..) Otoriter yapı kırılmıştır ve daha da kırılacaktır.(..) Kimsenin peşinden ‘tanrı’ diye gidilemez. Zaten artık Leonardoların sonu tükenmiştir. Bilgi çok gelişmiştir çünkü.(61).

Lale Müldür: Kendimi tanımlamaktan hoşlanmıyorum. En fazla, sürekli yapmak istediğini yapan biri olarak tanımlayabilirim. (..) İstediğim bir şeyi elde edemiyorsam ilkin kendimi sorgularım.Belki de biraz şanslıyımdır. Ama şans olayına da pek inanmıyorum. Şöyle: her an hep olması gereken oluyor. (..) Niçin yazmaya başladığımı bilmiyorum. Ne zaman başladığım da önemli değil. Ama şöyle bir duygu; kitabıma bakınca “Bu benim” diyorum. Belki de tam olarak kendim olabildiğim tek yer…(..) Ben şiire hiçbir amaç gütmeksizin çok saf bir şekilde başladım. Öyle de götürdüğümü sanıyorum. Ama bu benim saf biri olduğum anlamına gelmez(70).
Çok az insan kendisini seviyor. Çok az insan kendisine bakıyor. Tıpkı bir çiçeğe bakar gibi. Ben 24 saat boyunca içinde yaşadığım mekânı neresi olursa olsun kendimin kılmaya çalışıyorum. Örneğin akşamüstü bir tören gibi çay içerim. Eşlik eden olsun olmasın. En sevdiğim zaman sabah ilk kalktığım ve gece yatmadan önceki zaman dilimidir. Çünkü gerçekten bana ait. Kendimle ve kafamın içinde yaşamaktan korkmuyorum (71).


Modern Zamanlarda Şiir: Şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var. Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).

Murathan Mungan: Murathan Mungan (..) medya olayını iyi kullanmıştır(..) Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

“Mutsuz Bilinç”-Şair: Tanrıların kaçışı, kutsallığın da ortadan kalkmasını getirmez(..). Yine de büyük çoğunluk, büyük şüphecilerden daha kolay baş edebilir bu dekadans duyguyla. Dasein’daki bu yırtılışın, parçalanışın bilincine “mutsuz bilinç” adını veriyor Hegel. İşte artık kimselerin dinlemediği şair, bütün yıkılmışlığına rağmen herkesin sesi olarak, böyle bir noktada, öyle acil bir noktada duruyor (52).

Nesnesiz Dil-Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Nilgün Marmara: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz (32).

Poetique: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. (51).

Poetik Süreç: Poetik’(..); sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Seksenli Yıllar: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).


Sembolik Düzen ve Poetik: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Sözcükler İçeriklerinden Boşaltılmıştır: A)Bütün dillerdeki bütün sözcükler içeriklerinden boşaltılmıştır. Aynı şekilde susmanın da bir anlamı yok çünkü onun da içi boş. B). Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şair: Kireçli harcını havanında ya da geçmiş yaşantılarının laboratuarında karıştıran şair, zamanımızın Dr. Morison’udur(..). Çünkü şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var.Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).
Sahici bir şiirsel kafa, bazı durumlarda çok tehlikeli olabilir –bu yüzden şairler dinlerden ve devletlerden kovuldu. Onlarda istenmeyen öğe kısaca güçleriydi diğer güç mekanizmalarını rahatsız edebilirlikleriydi. Evet, nazikçe girmeyin o hayırlı geceye. Tam sizi vurduğu yerde, kendi ölümcül yaranızı görebilirsiniz çünkü…(40).
Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).
Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).
Evet, bütün şairler kehanet dili ile konuşur, yıldırım hızıyla hakikate inerler (66).
Şair, seçen bir kişidir, bir öznedir (74).

Şair Olma İhtirası: (..) En sessiz en alçak tonlu şiirler bile dipte derin ihtirası simgeler. Şair olma ihtirasıdır bu; yaratıcı olma, iz bırakma, sonsuza kalma… İnsanların talim ettikleri çoğu zavallılıktan daha yüce bir ihtirastır belki, ama son noktada o da trajiktir (64).

Şairlerin Önüne Çıkan Soru: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Faucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlarta değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Şiir: Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).
Şiir entelektüel anlamda vahşi bir yol, yırtıcı bir kimlik…(74).

“Şiir Atı Harketi”: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).

Şiir Geleneklerine Mesafeli Olmak: Peşinde olduğum her şey herhangi bir şiir geleneğinin içinde yer almak değil zaten. Temel yasaları, dünyadaki kodları araştırıyorum ben. Dünya şifre ile yazılan yazı ise; bütünündeki ve detaylarındaki kodun çözülmesi için şiir, yollardan ancak birini gösterir (52).

Şiir Praksisi-Kaynaklar: Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).
Şiir praksisi erotik bir etkinliktir. Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).

Şiir-Giz: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiir ve Şair: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde. Hiçbir şey o ellerden kaçamıyor gibi –en azından temkinli bir tartma olmaksızın. Her şey mükemmel bir suç gibi planlanıyor seçilmiş kurbanın yüreğine inmek için ki; bu kurban, kimi zaman yitik bir sevgilidir, düşsel bir okurdur ya da şairin kendisidir, kurban ve cellat olarak…Bu mükemmel suçun uzamı ilkin şairin, insan yaşamında sonra onun insan-ötesi aklında belirir, şiirin o belirsiz av alanına kuyruklu bir yıldız gibi düşmek için. Ve yürek, yalnız bir avcıdır orada…(39).

Şiir Yazmak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiiri Bırakmak: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Şiiri Sürdürmedeki Zorluklar: Ben ve başka birçok arkadaşım şiiri neden sürdürdüğümüzü kendimize ve birbirimize hergün yeniden soruyoruz. Şiir yazmayı sürdürsek bile basmanın pek bir anlamı kalmamış gibi. Bu işten maddi çıkar zaten beklemiyoruz. Şairlik bir tür keşişliktir, bunu her şair daha işe başladığında bilir. Denebilir ki; şiirin getirdiği ün de bir çıkardır ama günümüz Türkiye’sinde sanatçılara çok pahalıya patlıyor. Burada kendi alanında olumlu bir şeyler yapmaya çalışan insanlara ün, kirli bir eldiven gibi giydiriliyor. Dewnilebilir ki; bir sanatçının başarı oranını, hakkında yapılan dedikodu oranından çıkarmak mümkündür. Hele hele taviz vermek istemeyen bir kişiye bu, ruhsal sağlığı da tehlikeye düşüyor demektir. Çünkü inanılmayacak derecede bir düşmanlık ve şiddet politikasıyla karşılaşabilir (27).

Şiirin İlle De Yazılması Gerekmez: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Şiirsellik: Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şiirselleştirmek: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Tüketim Toplumunun Antimaddesi Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Türk Punk Şiiri: Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

Vatansız Şiir: Evet vatansız bir şiir yazıyorum ben. Şiirin ne zaman vatanı oldu ki? Ama vatan meselesi biliyorsunuz şimdi tek faktöre indirildi: dil. Türkçe yazdığıma göre bir Türk şairiyim. Elbette başka ne olacağım ki, her halde İngiliz diye geçirmeyecekler. Ben de Cumhuriyet’in garip çocuklarındanım (63).

Voyager 2: “Voyager 2”, yıldızlararası uzamda bir şeyler araştıran ve bir şeyler ulaştırmaya çalışan bir şey. Voyager 2’nin içinde çeşitli dillerden esenlik bildirileri, insanlık kültürünün şöyle bir toparlanması olan şeyler var. Dışında bir kadının ve bir erkeğin insan olarak silueti çizilmiş. İçinde Beatles’ın çaldığı düşünülürse, çok genel anlamda da olsa, o hepimizin miras olan insanlık kültürüne ait olmaktan bir hoşnutluk duymamak imkansız gibi bir şey. Bütün yalnızlığımıza rağmen…(72).

Yaratıcılık: Kimlikleri kırdığınızda ilk ortaya çıkan şey bir kaos ve bir yığın sorun oluyor. Yaratıcılık belki burada başlıyor. Bu kaosun içinde kaybolmamayı öğrenirseniz eğer, kendinize yağmur yağdırabilirsiniz. Hayat bu kadar basit aslında. Şu anı yaşamak (71).

Yüreği Olan Şiir Yazar: Yüreği olmayan şiir yazabilir mi? Hele hele günümüzde beş kuruş getirmeyen böyle bir uğraşa yarım saatini yatırmaz. Ama yürek katılaşabilir, hırs ortaya çıkabilir. O zaman bütün hırslarda olduğu gibi merhamet duygusu gider. Bu her mesleğin önünde açılan bir risktir (64).

——
(*)- Bu sözlükçe Anne, Ben Barbar Mıyım?, Lale Müldür, L&M Yayınları, 1.baskı: Eylül 2006 kitabından alıntılanarak hazırlanmıştır.
(**) Parantez içerisinde belirtilen rakamlar, Anne, Ben Barbar Mıyım? adlı kitabın sayfa numaralarını belirtir.

kynk:ARALIK Edebiyat
---

Bomonti,Bebek,Cennet Bahcesi NILGUN'le..

“Il mio amarcord”
Seyhan Erözçelik
--------------------------------------------------------------------
Kahveye ilk ne zaman gittiğimi çok net hatırlıyorum…
Bartın’dan “kolej” sınavına gidiyordum. Babamla birlikte. Zonguldak’a. Otomobili bekliyoruz. Babam yirmi çay içmişti,
hiç unutmam.

Bomonti
Sonuçta, yirmi değil, binlerce çay içtiğim yerdeydim. Erguvanlarla sarılmış, fıstık çamlarıyla donanmış bahçesi —Çamlık derdik, hâlâ deriz— olan Kadıköy Maarif Koleji’nde ve Bomonti’deydim artık. Moda’daki Bomonti. Evden uzakta, Bartın’ın erik ağaçlarından uzakta. Oradaki king partilerimizi unutamam. Okulun duvarlarından atlayıp oraya gider ve king oynardık. (Briçi hiç sevmemişimdir.)
Kimlerle?
Elbette okul arkadaşlarım. Sınıf arkadaşlarım, yatakhane arkadaşlarım...
Merak etmeyin, konuya gelicem.
Sonra, Bahariye’nin karanlık olduğu günlerde, her sokakta çatışma yaşandığı, belki de sokakların özellikle karartıldığı zamanlar var. “Ceyran” yok. İnsanın insana kırdırıldığı zamanlar...
Kaç kişi öldü bilmiyorum.
Bomonti’de, hem arkadaşlarım, hem de yeniyetme edebiyat meraklıları, buluşmaya başladık. Serdar Koçak —ki okuldan arkadaşım, sınıf arkadaşım, çocukluk arkadaşım—, Cezmi Ersöz, Bomonti’de buluşur, laklak ederdik. Kudret Yahyaoğlu —askeri öğrenciydi—, Orhan Kâhyaoğlu, Zeki Coşkun da gelir, giderdi. Unuttuklarım, bağışlasın.
Şimdi Köhne’ye geliyoruz. (Köhne bugün yok artık. Kalamış’ın önü doldurulduğunda gitti, kayboldu.) Köhne’nin önünde çok güzel Marmara dalgaları, gelir giderdi.
Serdar Koçak’la da çok buluştuk. Sabahın köründe, o zamanlar âşık olduğum kızla da çok buluştum. (Okuldan kaçarak.) Ve elbette ki arkadaşlarımız. Cankiler, troçkistler, ve başkaları... Oradan Nazlı’ya, Kızıltoprak’taki bir meyhane-birâne karışımı bir yer, oraya giderdik. Köhne’ye diğer gelenler, gidenler, yanlış hatırlamıyorsam, Orhan Alkaya, Orhan Koçak, Orhan Suda, yine Cezmi, Meltem Ahıska, Ufuk Ahıska, Aydemir Güler, Dumrul Sabuncuoğlu, Müfit Şabooğlu, Naz Çavuşoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Sadık Türksavaş, Gürsel Göncü... Say say, bitmez.
Ayrıca muhtarlıkta yasak kitaplar okurduk.
Kimlerle? Bilenler, kendilerini bilir.

Hisar Kahve
Neyse ki okul bitti, ben Boğaziçi’ne kapağı attım. Şimdi yeni bir kahve vardı: Ali Baba. (Asıl adı Hisar Aile Çay Bahçesi’dir, ama kimse öyle isimlendirmedi. Oranın ismi ya Ali Baba’ydı, ya da Hisar Kahve... Ya da kısaca Hisar... Şunu da hatırlarım: Alibaba’ya ben hep Ali Bey, dedim, o da bana hep Seyhan Bey, dedi. Ben yeniyetme bir delikanlıyken.)
Hisar Kahve deyince, her şey bitmiyor. Bütün yirmili yaşlarım orada geçti ner’deyse. İşe girdikten sonra da gittim. Hepimiz için bir mıknatıs gibiydi. Hisar’dan sonra, kıyıya geçiyorduk. Hepimiz, daha gençken, bunak marksistlerdik. (12 Eylül sarsıntısı belki de...)
Oraya gidip gelenleri saymaya gerek yok. Herkes zaten biliyordur. Bugün hepsi farklı yerlerdeler. Kimi müzisyen, kimi edebiyatçı, kimi ressam, kimi heykeltıraş, kimi film yönetmeni, kimi gazeteci, kimi reklamcı, kimi fotoğrafçı, kimi şarkıcı, kimi tiyatrocu, kimi eleştirmen... Şunu söylemek isterim, Vural Bahadır Bayrıl’la orada tanışmıştık, birçok arkadaşım gibi. Yine Vecdi, yine Orhan Alkaya, Rafet Ekiz (nur içinde yatsın), yine Sadık, Kıprıslı Derviş Zaim, Mahir Öztaş, Haşim Çatış, davulcu Selim Selçuk, bascı (kontr!) Mahmut Yalay, Kemal Gökhan Gürses, Nilgün Marmara, Halil Köksel, Mehmet Açar, Cemal Uzunoğlu, Ümit Ünal, ve çoğumuz. Gelenler, gidenler... Enis Batur’la da bir sefer buluşmuştuk. Bir daha gitti mi, bilemem. (Buluşmak dedim gerçi, ama orada buluşulmazdı, bulunulurdu.)
Bir gün Memet İkbal’le, ders arasında, öğlene doğru indik, bira ısmarladık, Boğaz’a bakıyoruz, Ali Bey biraları getirirken, şöyle dedi bize: “Çocuklar, asıl problem, Doğa’yla Batı arasında.” Gülmekten yere düştük tabii.
“Arıza” kelimesi, Türkçenin dağarcığına anlam değiştirerek orada katılmıştır.
Ha unutmadan, aynı dönem...

Bebek Kahve…
İlk defa, ortaokulda gitmiştim. Sonra, Boğaziçi’ndeyken orası da Hisar Kahve gibi mekânımız olmuştu. Bugünkü gibi tiki değildi. Abdullah Bey ve Şükrü Bey işletirdi. (İkisine de Allah rahmet eylesin.) Pahalı değildi. Hilmi Yavuz’un cumartesi derslerinden sonra, hep beraber oraya iner —inerdik evet, çünkü yürüyerek, Boğaziçi’nin ana kapısına giden kıvrımlı yollarını geçerek, kıyıyı arşınlayarak—, kahvede yerimizi alırdık. Yoldaki ders sonrası sohbetlerimizi anlatmaya gerek yok herhalde. Kahvedeki sohbetleri de... Emre Aköz, Sami Baydar, Turgay Özen, Ahmet Soysal, Haşmet Babaoğlu, Perihan Mağden, Gökhan Özgün, Ali Erdemci, Fulya Erdemci, Haşim Çatış, Necmi Zekâ, Memet İkbal, Raşit Çavaş, Orhan Çörek, Murat Seçkin, Nuray Mert, Cem Taylan, yine Nilgün... Yahu, herkes gelirdi. Bu arkadaşlarım, hatırladıklarım. Bahçesine kardan adam bile yapmıştık, bir kış günü... Boğaziçi’nden yuvarlaya yuvarlaya, bir çığ gibi indirdiğimiz kar toplarıyla... (Üniversitenin kantinleri de var bu arada: Orta Kantin ve Sosyete Kantini. Gelen, giden, artık tahmin edin, yine aşağı yukarı aynı insanlar. Boğaziçili olmayanlar dahil...)
Bu arada Ortaköy Kahvelerini de anmadan olmaz. Saydığım insanlara birçok insan daha ekleyin. küçük İskender ve Ali Met’i de ekleyin. (İkisiyle de orada tanıştım çünkü.)
Madem Boğaz hattından gidiyoruz, Beşiktaş’taki kısa ömürlü Cello’yu da unutmamak lâzım. Oranın “bodrum”unda bir çocuk oyunu çalışıyorduk. Ben, Gökhan Gürses, Burçak Gürün... Oyunu ben yazıyordum. Yazdıkça prova yapıyorduk. Oyun bitmedi...
Boğaziçi’nden sonra çılgınca bir fikirle, İstanbul Üniversitesi’ne, Edebiyat Fakültesi’ne girdim. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü...
Artık yeni bir kahvem(iz) vardı:

Çorlulu Alipaşa Medresesi
İstanbul’un en iyi nargile kahvelerinden biridir. Şiir Atı orada doğdu. Benim ilk kitabım Yeis ile Tabanca da... Necat Çavuş, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, Mehmet Ocaktan gibi arkadaşlarımla, orada tanıştım. Metin Celâl, Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Orhan Kâhyaoğlu, Cengiz Öndersever, hep oradaydık. Çıkardığımız birçok kitabın tohumu orada atıldı. Bazen, Gösteri dergisine uğrardık, Doğan Hızlan ve Hâmi Çağdaş’ı görmek için. Tabii ki, şiir vermek için de... Medrese, çok güzeldir, garsonları orada yaşlanırlar. Sizi, yıllar geçse bile, artık oradan ayağınızı kesseniz bile, şıp! diye tanırlar. Mehmet Müfit’i unutamam. Şiir yazarken, antika da satmaya çalışırdı. Buradan, Çınaraltı’na gitmemek olmaz. Başka dergiler de orada tezgâhtaydı. Üç Çiçek gibi, Poetika gibi. Hepimiz, beraberdik. O güzel yılları unutamam. Tuğrul’un vermek istemediği çay paralarını da unutamam. Aramızda en çok, o çay içerdi de... Hüseyin Avni Dede de orada, koca bir çınarın altında sakallarıyla, bir çınar gibi dururdu. Hâlâ duruyor. Eski para satar, ıvır zıvır satar, yüzük satar, tam bir çerçi gibi.
Ev değişti, semt değişti. Meyhanelere girmek istemiyorum. Ama artık Taksim’deyiz.

Cennet Bahçesi
Cennet Bahçesi’ne, yine çocukken gitmiştim. Yayımlamadığım bir şiir, orası hakkındadır. Yıllar sonra, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Ahmet Soysal, Emel Şahinkaya Günsür, Mehmet Günsür, Turgay Özen, Orhan Çörek ve başkaları, orada toplaştığımızı hatırlarım.
Bazen Serdar Koçak’la buluşurduk. Artık Cennet yok.
Şimdi anladım ki bu yazının biteceği yok. Mısır Apartımanı’nın ikinci katındaki İktisatçılar Lokali, Hayal Kahvesi, Bilsak, Kaktüs, Yakup 2, Refik, Arif’in Yeri, Park Cafe, Cumhuriyet Lokantası, Ece Bar, Beşiktaş’taki Sokak Bar, Kuzguncuk’taki Çınaraltı Kahvesi...
Peki, Nahit Hanım’ın evindeki güzelim cuma akşamları, bir kahve yazısına girer mi? Girmez belki ama misafirleri sayabilirim. Mustafa Irgat, Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, küçük İskender, Gürdal Duyar, Tomris Uyar, Arif Damar, Canan Hanım (Can Yücel’in ikiz kardeşi), Nilgün Marmara, Emel Şahinkaya, aktörler, müzisyenler ve daha nicesi… Kimler kimler, geldi geçti. Nahit Hanım’ın “moderatörlüğünde” çok keyifli cuma akşamları yaşardık. Ben yirmili yaşlarımı sürüyordum ve cuma akşamları o yaştaki bir insan için eğlenme zamanıdır değil mi? Oysa ben hep, Nahit Hanım’ın evindeki sohbetleri tercih ettim.
Unuttuğum mekânlar ve insanlar beni bağışlasın. Saydığım isimlerin karesini alın.
Gezmeyi seviyorduk galiba. Hepimiz. Şimdi birbirini gören az. Ya da evlere misafirliğe gitmeyi daha çok seviyoruz.

Kitap-lik 90 -sayi 91 Subat2006
---

 
Image Hosted by ImageShack.us