^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 09/09/07

09 Eylül 2007

YASAYAN NILGUN MARMARA' LM '

LALE MULDUR


"..Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında "O"nu cennette gördüğünü söyledi. L.M."



Haller Leyla
Sadık Yalsızuçanlar

‘Benim sigaramdan al, süperlayt ama’ demişti, bişey anlamamıştım. Gittim pahalı bir sigara aldım. Görünce, ‘hayır’ dedi, ‘bu benim sigaram değil!’ ‘Hangisi senin peki?’ ‘Ayol L&M işte Lale Müldür…ama yaşlandım artık, süper laytlaştım.’ Antakya’dayız. Kadim bir kentte. Kaç yıl oldu? Üç sanırım. ‘Uzak Fırtına’yı çekiyoruz, Lale Müldür belgeseli. Lale Müldür’ün belgeselini çekmeye karar verdiğimde henüz Heidegger’in İnşa Etmek, Oturmak yazısını henüz görmemiştim. Heidegger şöyle diyordu : ‘Yeryüzünde olmak, "Göğün altında olmak" demektir. Bunların her ikisi beraber "Tanrısal olanların önünde kalmak" demektir ve bir "insanların birbirlerine ait olma" durumunu içerirler
Gökyüzü, Güneşin arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay'ın yoludur, Yıldızların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimleridir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlanmasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir. Gökyüzü dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler, insanlardır. Onlara Ölümlü denir, çünkü ölebilirler. Ölmek, ölümü ölüm olarak ölebilmek demektir. Sadece insan ölür; yani Yeryüzünde, Göğün altında ve Tanrısal olanların önünde kaldığı sürece o sürekli ölür. Ölümlüler dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler oturduklarında, bu Dörtlü içindedirler. Ama oturmanın temel niteliği korumaktır. Ölümlüler, Dörtlü'yü kendi özünde korudukları tarzda otururlar. Bundan ötürü oturan koruma dörtkatlıdır. Ölümlüler Yeryüzünü kurtardıklarında kelimeyi Lessing'in de bildiği eski anlamında kullanırsak otururlar. Kurtarma sadece bir şeyi bir tehlikeden sakınmak değildir, kurtarmak aslında, bir şeyi kendi özünde özgür bırakmaktır. Yeryüzünü kurtarmak, onu sömürmekten ve sonuna dek kullanmaktan ibaret değildir. Yeryüzünü kurtarmak, onun efendisi olmak ve onu boyunduruk altına almak değildir, böyle bir şey onun yıkımına yol açacak son adım olacaktır.’ Lale Müldür’ü aslında tanıyordum. Uzak Fırtına’sına aşinaydım. O da görkemli kaybedenlerdendi. Cohen’i aşk derecesinde sevmesi bundandı. Aynı topraktandı onunla. Lale Müldür Cohen’le akrabadır, Bob Dylan’le, Ece Ayhan’ın gençlik ateşiyle, Meryem el-Basriyya ile…ki Rabiatü’l-Adeviyye’nin müridesidir, bir zikr seasında aşktan ölüvermiştir. Bunun şiirini de Lale yazmıştır Buhurumeryem’de. Adana’da havalimanında karşıladık onu. Minübüse aldık. Antakya’ya, kadim bir kentin sırlarına doğru yola çıktık. La Luna’yı, Elois’in acısını yazan bu kadındı işte. İçin için yanan bir volkan, bir epope görüntüsü, kumru olamayacak bir eş, aşkın imkansızlığını Edip Cansever’den daha güzel anlatan bir şair, kendine kıyan ama ölmeyen bir Nilgün Marmara, bir cennet kaçkını, bir cehennem düşü, bir araf seçkini, Lale Müldür işte…Bu o. Başında siyah, saçaklı bir takke, simsiyah, topuklarına dek uzayan bir giysi, sarı saçlı, deniz gözlü, bakınca insanın gözbebeğine oradan kalbine bakan bir derviş, bir çılgın, bir meczup.
Wittgenstein haklıdır, ‘insan filozoflardan daha çılgın olmalı ki çözebilsin onların sorunlarını…’ Lale böylesi bir çılgın işte. En çok şoförümüzle ilgilendi. Koyu bir muhabbete başladı. Şoför ağbimiz Yozgatlı, delikanlı, Lale’ye ilkin abla, sonra yenge daha sonra hanımefendi derken Lale hanım ve kente vardığımızda Lale deyiverdi. Arada şen kahkahalar. Derin suskunluklar. Lale Müldür’ün dediği gibi, ‘sonuçta her güzel söz/doğanın yanında hafif kalıyor’, sessizlik en iyisi. Öğretmen evine yerleştik. Gece çekim planları yaptık, saat üçe dek sohbet ettik. Uyuduk uyandık. Yaşamın ucuna doğru yolculuk başladı. Kahvaltı salonu yaşlı, idealist Cumhuriyet öğretmenleriyle dolu. Çoğu kadın. Lale hemen fena halde sıkılmaya başladı tabi. Yüksek sesle ve rahatsız ederek konuştu, yer yer tahrik etti onları…Bir kez daha gördüm, şair, bir çocuğun hayretiyle bakıyor yaşama, dünyaya. Neyse Katolik kilisesine vardık. Alman bir rahibe. Gitar çalıyor. Muhafazakarların aksine, Yunus Emre ilahileri söyletiyor barış ayinlerinde. Kuran’dan da okutuyor birkaç ayet, İncil’den sonra, sonra Claudel’den bile birkaç dize, hatta Cat Stevens’tan bir şarkı. Bu ‘diyalog’ sorununa akılalmaz komplo teorileriyle yaklaşan ve dünyanın en ‘büyük’ meseleleriyle üzerine vazife olmaksızın ilgilenen gereksiz stratejist vei analistler bir anda Müldür’ün bu dolaysız tutumuyla anlamsızlaşıverdi gözümde. Lale, ‘İsa sarışın, mavi gözlüydü’ diye başladı. Rahibe itiraz etti, ‘esmerdi, sizin kitabınızda böyle yazıyor’ dedi. Lale, ‘ben onu gördüm’ deyince rahibenin gözleri açıldı. Lale sakin, ‘vizyon olarak canım’ diye ekleyince biraz rahatladı. ‘Sarışındı, dalgalıydı saçları, erkek güzeliydi…’ Dokunaklı bir suskunluktan sonra, ‘biliyorsunuz’ dedi, ‘hakkında en az bilgi olan peygamberdir o. Hatta yaşamadığına ilişkin tezler de var.’ Rahibe, ‘sizin kitabınız onun yaşadığını söylüyor’ deyince, Lale, ‘evet’ dedi, ‘biz onun yaşadığına inanıyoruz.’ Böyle uzayıp gitti. Buhurumeryem’den şiirler okudu, çekimler üç gün olaysız sürdü. Şoför ağbimizle Müldür’ün derin sohbeti nihayet, St. Simon manastırından dönerken Samandağ’da, Samandağ kıraathanesinin önünde, hafif çiseleyen yağmur altında, iskemlelerde gerçekleşti. Samandağlı bir vatandaşla sohbet ediyor gibi konuşacaklardı. Kamerayı kurduk, ışıkları yaptık. Hayli uğraştık, güzelim bir çerçeve ayarladık, başlayın diye komut verdim. Lale başladı, ‘Samandağ’dayız¸güneyde yani, bir dostumuzla birlikteyiz, yağmur yağıyor, gök gürlüyor, gök gürlemesi bana Tanrı’nın dili gibi gelir, ne dersiniz, ben korkarım, ürperirim?’ Şoför ağbimiz, ‘evet, gök gürlemesi beni de zaman zaman ürpertir.’ ‘Güzel…ben, güneye gelince daha çok fark ettim bunu, Baudelaire’nin spleen’ini yani, ruh sıkıntısı, yaşama hastalığı da diyorlar, sizin de ruhunuzda zaman zaman bir sıkıntı olur mu?’ Şoför ağbimiz, ‘evet’ dedi, ‘bazı ortamlarda insanın canını sıkan şeyler olmuyor değil.’ ‘Hayır hayır ben ondan söz etmiyorum, ben insanın nedensiz ruh sıkıntısından bahsediyorum…’ Şoför ağbimiz anlaşılan yaşama hastalığından habersiz.
Kem küm etti. Ve İonesco’yu, Beckett’i, Oğut Atay’ı aratan bir monolog başladı, sürüp gitti.
O gün, St. Piere’de, ilk hristiyan kilisesinde, o güzelim mağarada, ‘şiirin bazısı kuşkusuz hikmettir’ hadisinin yorumunu yaptı Lale. Muhteşem bir konuşmaydı. Kırk Hadis şerhi yazabilir diye düşündüm. En absürt anımız ise, son günün akşamı gerçekleşti. Meğer yirmiüç nisanmış ve öğretmen evinde bir balo veriliyormuş. Çekimden döndük. Öğretmenevinin kapısında kentin tüm erkanı orada, sıralanmış, gelen konukları karşılıyorlar. Minübüs durdu. Lale, rahibeleri andıran inanılmaz tuhaf giysisiyle, dağılmış sarı saçlarıyla, elinde sigara protokole doğru ilerledi. Geriden izlemeyi tercih ettim. Ama dondum kaldım, sonra Lale’nin ağır ağır gidip protokoldeki herkesle tokalaşıp sonra dönüp bana bakarak gülmesiyle birlikte yere yattım. Odaya çıktığımızda hala gülüyordu. ‘Baloya gidiyorum, gelir misin?’ diye aradı telefonla, ‘yorgunum’ dedim ama kahkahaya boğulduk der demez. Kaçırır mı, döndüğünde hemen aradı, odasına gittim, saatler süren ilginç bir sohbet. Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında onu cennette gördüğünü söyledi. Aşık Mahzuni’nin dizesi dilime düştü : ‘Allah bilir kimin nasıl olduğun’ Sonra Saatler Geyikleri kovaladı ve Lale yapacağını yaptı bize :
‘Ormanda bir kuş hızla dönüyordu/aşık olduğumuz zaman/yürek denen ormanda/ya da orman boşluğunda/bir kuş anormal bir hızla döner/ve kaçmamız gerektiğini söyler bize/çünkü herşey çok fazladır/kendi etrafında nefes kesici bir biçimde/dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri/yaralar; tehlikedir onun adı/bunun için aşkı hiç kimse/insanın kendi arkadaşları bile/istemez/kumrular sakindir bir tek/ben kumru değilim/sen de/bunun için birbirimize yaklaşamayız.’ Bununla da kalmadı, yine kendi adında bir yayınevinden L&M’den, Radikal iki’de yazdıklarını kitaplaştırdı, adını da, ‘Haller Leyla’ yaptı. Kitabın kapağı mor. Neşenin ve hüznün rengi. İki zıt duygunun. Neşe, bast; hüzün kabz halini simgeler. Ama biliyorum ki Lale Müldür’ün bir de ne hüzün ne de neşenin olmadığı bir yeri var. Lale Müldür’ün Leyla halleri anlatmakla bitmez. İyi ki de bitmez. İyi ki var. İyi ki yazıyor, bize qutb’un öyküsünü, gayb gözünden anlatıyor. Dünyanın bir köprü olduğunu anlamak istiyorsanız şairlere kulak verin. Şairlere ve Heidegger’e : ‘Peki, ölümlüler, kendi özünün tamlığında oturmayı gerçekleştirmek için üzerlerine düşeni, kendi başlarına yerine getirmekten başka bu çağrıya nasıl karşılık verebilirler? Oturmadan hareketle inşa ettiklerinde ve oturma üzerine düşündüklerinde bunu başaracaklardır.’

kynk: yaprakdergi.com/2006.05.15
---

 
Image Hosted by ImageShack.us