^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 09/02/07

02 Eylül 2007

NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ / Cihan Oğuz

NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ

İntihar olayına adli makamların bakış tarzını hiç düşündünüz mü?... İntihara giriştiği halde kurtulan birisi için, “vaka bültenleri” şöyle der: “...Hap içmek suretiyle intihara teşebbüs. Sanık 1, elde.” Bunun anlamı, intihar eylemini başarısızlıkla sonuçlandıran 'sanığın' sorgusunun yapıldığıdır! Eylemi 'başarmış' birisi için de şu tür bir ifade kullanılır: “İntihar olayı. Sanık (yok)” Bu ikincisi, kendisini öldürmüştür. Yani, sanık, kendisiyle birlikte 'sıfatını' da yok etmiştir!
Aslında, kriminolojinin de intihara bakışı bundan farklı değil: Bir “suç” ve “fail” ilişkisinin bütünlediği sıradan bir olgu!... Edebiyat ve sanatta olsun, felsefî platformda olsun, intihar üzerine öyle çok ve benzeri kuram ortaya konuldu ki, bu “vazgeçilmez” konu kaynağı giderek 'çekiciliğini' yitirdi. Pratikte ise ne yazık ki hâlâ geçerliliği mevcut...
Nilgün Marmara. Bu isim de adliyenin günlük vaka bültenlerinde mutlaka okundu. Ertesi günü gazetelerin ufak tefek köşelerinde, gizlenmekten ayrı bir tad alır gibi, dokunaksız, yalın biçimde yazıldı. Adli vaka bültenlerinde şairlere 'imtiyaz' tanınmadığı için de, zina, hırsızlık gibi “suç çeşitleri” arasında yer aldı.
Nilgün Marmara, intiharı henüz soğumamış bir şair. Bu, intiharın sıcak bir olay olduğu imajını yaratmak için söylenmiyor tabii; Nilgün, şiddetini kendisine yönelteli daha iki yıl bile olmadı, yalnızca bunu vurgulamak istiyorum. Nilgün'ün intiharının neden ve sonuçları da, en azından bugün için, kapsamı genişletilerek irdelenecek denli tarihsel boyutta değil. Şiirlerinde oldukça yoğun biçimde yer alan kimi ipuçlarının değerlendirmesini ise “edebiyat savcılarına” bırakmak, en doğrusu.
Nilgün Marmara 'nın “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”indeki izlekten yola çıkarak, intiharı yeniden sorgulamak, bu yazının tek konusunu oluşturuyor.
Niçin?/Sorgulamak?...
Bu iki 'ayrı' gibi görünen soruya verilebilecek pek çok yanıttan yalnızca biri bizi ilgilendiriyor: İntihardaki fetişçi boyutu aşabilmek ve onu daha özgür bir yaşamın yaratılabilmesi konusunda tehdit aracı olarak kullanabilmek için.
Tam da bu noktada, yeni bir tartışma konusu açmanın gerekliliğine inanıyorum. Evet, intiharı modern çağ keşfetmedi. Ama sorgulayabilir. Tersinden alalım; intihar, daha adil bir dünya yaratması için insanın kendisini tehdit etmesi olarak düşünülemez mi? 'Modern çağ'ın orta sınıf ahlakına mensup psikologları gibi, “aman insanlar çok yaşayın, yaşamak çok güzeldir” öğütleri vermek istemiyorum elbette. Buna hakkım ve haddim yok. Ama, bu ikisinin ortasında geçerli olabilecek bir nokta var. Bu keşfedilmeli.
İntiharın fetişçi boyutu ise, Nilgün'ün şiirlerinde en yoğunlaşmış biçimiyle yer alıyor:
“Bu sonsuz yeryüzü satırında
Kararması gözlerin, dönüşü başın
'Al, geri ver ve yok et kendini'
der
Kısa, kesik hecelerle” (s. 115)

“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım/gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde;/ bu ölçümsüz gökyüzünde...” (s. 20)




Nilgün, “gelecek zamanlı düşler”in çatıldığı, “şuncacık yer” diye nitelediği 'mütevazı' mekanını açıklamaktadır: “Bu ölçümsüz gökyüzü”... Ölümün eşiğine gelebilme cesaretini ya da kararlılığını bulmuş bir şair için ne büyük başarı! Artık, tanrısallık boyutuna bile ulaşılmıştır:
“Göz mü yanlış rengiyle?
Kışlar mı yaşam aralığı kadına?
Kutlandık ezgisi böyle uzak,
Yalnızlık, yalnızlık bitimsiz.
Gece; ipek dokusu çözüldüğünde
Ellerim; eksik cennetim benim” (s. 136)

Anlamlandıramadığım bir konu daha var: Adli vakalarda, sanığın ölümü sonucu davaların düştüğü malum: peki, eleştirideki adillik ölçütleri niçin adlilik anlayışıyla doğru orantılı olsun?... Nilgün'ün şiiri, yabancılaşan bir dünyadaki yalnız bireyin kimliğidir. Bu öyle bir kimliktir ki, bazen etik düzey cılız bir müdahale biçiminde belirir: "Çünkü denizin de düzeni vardır,/yaşayanı içinde dönüştürür.” (s. 17)
İşte bunu sorgulamak, yaşayanı içinde dönüştürebilen denizin yasalarını kırmak için hiçbir şey yapmaz Nilgün. Yalnızca, nedeni kendisinden menkul bir edilgenlikle, yeni kanallar arar:

“İstemiyorum yıldızcığım
dışında tek bir varlığın
Kavramasını bilincimi ve yüzümü, elleriyle
Yıldız güzel yıldız
Gereksiniyorum kollarını
doğmazdan önceden
ve ölüm sonrasızlığında” (s. 24)

Nilgün'ün 1977-1987 yılları arasında yazdığı hemen bütün şiirlerinde ölüm izleği yer alır. Sanki ölüm, ardındaki bütün haksızlıkları duyurmak için seçilen bir imgedir:
“Ölüm buraya kadar
Bulunur sonunda bir renk
neler yakalıyor geçmişten.
Bu benim arı bakışımın toplandığı yoksul çocukluk mavisi
Yükü; ancak duyumun belirsizliğinde kendilerini açığa çıkaran
dalgın ve tuhaf vücutlar...” (s. 75)

İntiharı seçenlere haksızlık etmek istemiyorum: Çünkü, önünde sonunda ölüm, bilinçli olarak kurgulansa bile, sabahları uyanmak kadar doğal bir olgu. En azından, felsefenin birkaç yüzyıllık tükenmez nesnesi! Burada, hepimizin sorgulaması gereken küçük bir ayrıntı bulunuyor. Eğer duyarlılık, ayrıntıları yakalayabilme yeteneğiyse, İntiharı da bu boyutlarda tartışmak durumundayız.
Eğer intihar, yaşamdaki türlü haksızlık ve yazıklanmaları kınama biçimiyse, bunu niçin tek başımıza gerçekleştiriyoruz? O tuhaf tadı bencilce duyabilmenin arayışı, sakın bizatihi kendimizin de varolduğunu kanıtlama çabası olmasın? Ne kadar güzel bir seçenek: İşte ben varım, çünkü ölüm var... Dinlerin intiharı yasaklamasını bu yüzden anlayamıyorum: İntihar, insanı kendi benliğine, özüne, haydi biraz da ukalâlık edelim, “ruhuna” götürüyor!
Her aydın ve şairin yolu, fiili olmasa bile, çünkü kendini yok etmek sanıldığı kadar kolay değil, intihar kanallarından geçiyor. Yine, hemen her aydın ve şair, bu kanalın frekansına mutlaka tutuluyor. İşte bu kanala “parazit” olmak gerek. Çünkü yüzyıllardır aynı senaryo yazılmakta: Bunalımlı bir dünya, giderek yozlaşan insanlar, çaresizlikler, umutsuz aşklar vb. Ama, tüm bunlar, aynı zamanda yaşama zorunluluğumuzun da gerekçeleri değil mi? Nilgün, şunları açıkça yazabiliyor:

“Nedir bu kovmaya çalıştınız tüm kıvrımları arasından/beynin densiz aralarla saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları/diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu gerçek
-ÖLÜM/SEVİ-“ (s. 19)

Açık bir kopuş var Nilgün'ün şiirlerinde. Somut olan her şey, bu kopuşun gerekçesi. Bu görüş, ya da etik diyelim, şiirlerindeki dil düzeyi ve ayrıntıları yakalayabilme yeteneğine rağmen, Nilgün'ün marazîlik çıkmazından kurtulmasına yetmiyor:

“Kayalıklarda oyulmuş gömütler
kızın hayatını eğik kılmış bir kez.
geçmiş yığılmış da örümcek ağının ardına
Ağzının içi bir yığın taş, çim, acı
Su; ölene kadar!” (s. 120)

Tekrar ölüm/sevi çelişkisine gelmek istiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, aydın intiharlarında çoğu kez, yaşandığı ileri sürülen dünyasal bunalımın asıl potansiyeli aşk olgusunda kendini açığa çıkarıyor. Niçin aşk? Bütün çelişkiler, duygular ve bunalımlar bu atom çekirdeğinde yoğunlaştırıldığı için! Bu noktada, marazî duyarlığın can damarını görebiliyoruz: fetişizm! İnsanlar, aşamadıkları her engelin nedenine fetişizmin bu doruk noktasını atfediyorlar. Aşk, bir anlamda, çaresizliğin son can simidi. Nilgün'de de bu böyle: “Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk, kanadında” (s. 22)
Nilgün'ün çaresizliğini anlamak, ne yazık ki savunduklarını benimsemeye yetmiyor. Ertelenmesi olanaksız bir kopuşu duyuruyor Nilgün: "Bir şey kalmaz/genlerin uçucu dilbilgisinden başkaca/ve hiçliğin kutsal komşuluğunda yaşarız” (s. 148)
Nilgün'ün şiirlerinde dikkati çeken bir nokta da dil sorunu. Bunları söylemek ne derece yararlı olur, bilemiyorum. Ama, şiir bazında bir dil devriminin yolu, sözlüklerle yarışmak olmamalı. Nilgün'de bu var. Eğer kullandığı dil ve üslubun “gelecekteki” duyarlı insanlara bir mesaj taşıdığı savı geçerliyse, bizim önemsizliğimizin hangi noktada başladığını merak ediyorum doğrusu. Bir diğeri de, elit bir dil kullanımının gerekçeleri arasında, eskimemek kaygısının bulunup bulunmadığı sorunu. Eğer ortada bir “güvensizlik” söz konusu ise, bu durumun yaratım sürecindeki dürüstlük payını sorgulamak da yerinde olacaktır. Ne yani, NiIgün gelecekteki insanların sahip olacağı duyarlılığı yansıtan dil ve üslubun izlerini fal bakarak mı saptadı? Yoksa, modernist şairler bizim henüz farkına varamadığımız yeni bir canlı türü mü keşfettiler? Bu soruların yanıtı yok.
Nilgün, kitabını şu dizelerle bitiriyor: “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!...” (s. 175) Burada sözü edilen nesne ölüm ise, henüz hiçkimsenin, hiçbir deneyle ölümün güzelliğini kanıtlamadığını hatırlatacağım. Nilgün'ün “çekici” gibi görünen dizeleri, gerçekte idealizmin vurgularını açığa çıkarıyor!
Son bir nokta! Şimdi Nilgün yok. Nilgün, "yaşama biçimi” olarak seçtiği intihar düşüncesinin üstesinden gelebilme olanağını yakalayalı epey oldu. Bu nedenle de, tartıştığımız konularda itiraz edebilme özgürlüğünü yitirmiş görünüyor. Tam bu noktada, Necdet Şen'in "Hızlı Gazeteci”nin “Bacı” adlı dizisindeki en güzel sözü geliyor aklıma:
"... Yaşama sevincini yitirme. Yoksa zorbalar hedefine ulaşmış olur.”

Cihan Oğuz
(Edebiyat Dostları, Mart-Nisan 1989, Sayı: 23-24)
http://www.cihanoguz.com/
---

PLATH SİİRİNDE ERİL ETKİ



PLATH ŞİİRİNDE ERİL ETKİ

“Başparmağımdan kesildim, köküm toprakta kaldı.”

1932 yılında Massachusetts’te doğan Alman asıllı kadın şair Sylvia Plath, eğitimini Massachusetts ve İngiltere’de tamamlar. Şiirlerinde bolca sanrısal ve şiddet içerikli imgeler kullanan şaire, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.

Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”. Bu cümle Plath’daki Kaos Teorisi’nin özeti gibidir.
Plath şiirinin en dominant unsurları baba ve koca imgesidir. Mumaileyh ikonlar Plath şiirinde rahatsız edici bir biçimde defalarca işlenir.



Plath Şiirinde Baba Otto’nun Etkileri: Babasını kaybettiği 20 yaşına kadarki süreçte babası ile sorunlar yaşayan Plath bu menfi etkileri 1963 yılındaki intiharına dek taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara meyyal bir hale getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şaire, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir:[1]
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanrdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur. Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
“Babacığım öldürmek zorundayım seni...
Ben zaman bulamadan ölüverdin...”
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nın intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran Babacığım şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
“Baba, baba , seni piç
Artık seninle işim tamamen bitti.”



Plath Şiirinde Koca Ted’in Etkileri: Plath hayatı boyunca tatmin edilemeyen babasının kızı psikolojisini (Kül Kedisi Psikolojisi) karşısına çıkan bütün erkeklerde arar. İngiltere Cambridge’de okurken bir baloda tanıştığı İngiliz kraliyet nişanına sahip şair Ted Hughes ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Ancak Plath’in aradığı dinginlik bir türlü gelip onu bulmaz. Plath’ın evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini, diğer bütün kadınlarda olduğu gibi evliliği mutfaktan mürekkep bir saltanat haline getirir. Şair intiharını da kendisine biçilen bu ülkede gerçekleştirir. Denilebilir ki şairin üstünde şiir kokusundan daha çok baharat kokusu vardır.
Plath’ın dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden giden kadın, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımları artmasına yol açar. Kendisini bir hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkartılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler. Şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.”
İçinden çıkılamaz bir yola doğru günbegün sürüklenen Sylvia bu çöküşünden kocasını sorumlu tutar ve onu bir şiirinde kanını içen vampire benzetir:
“The wampire who said he was you
And drunk my blood for a year
Seven years if you want to know.”
Sylvia Plath hakkında inceleme yazısı yazan bütün isimlerin de ortak paydası Plath’ın intiharından kocası Ted Hughes’ı sorumlu tutmalarıdır. Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’i korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
“O ince
Kağıtsı duygu
Sabotajcı,
Kamikaze adam.”
Evlilikten aradığını bulamayan şaire, bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler Aday şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere yahut evlenmiş olanlara karşı bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var.”
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir. Şaire gittikçe kendisini ölüme yakın hissetmeye başlar. Bu yakınlık şaire ile ölüm arasında paranormal bir dostluk kurulmasına neden olur. Artık Plath için ölmek bir sanattır ve kendi ifadesiyle bu sanatı icra etmek adına girişimlerde bulunur. “Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi, Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor, Bu konuda iddialıyım sanırım.” Jell Barr (Sırça Fanus)’da intihar girişimlerinden bahseden Plath, deyim yerindeyse bu deneyimlerle övünür: “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise bu yaptığı şeyi becermekle kalmayacak, başaracaktır da. Şaire bir intihar girişiminden sonra hayatını kurtaran doktorları Nazilere benzetir ve onlarla dalga geçer:
“İşte böyle Herr doktor, Herr düşman
Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip çığlığa dönüşen.”
Sylvia aldatılan her kadının yapması gereken şeyi yapar ve Ted Hughes’e boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından çevirmek için arabuluculuk yaparlar. Bunun yanında Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar ve Plath’ın şiirleri İngiltere’de olumlu karşılıklar bulur. Ancak bu bile Sylvia’yı sonun başlangıcından kurtaramaz. İki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nın başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Öldüğünde boşanma davası henüz noktalanmadığı için mezar taşına Sylvia Hughes yazılır. Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
Plath’ın intiharını takip eden 30 yıl boyunca Ted karısı hakkında tek kelime etmeyen Ted Hughes Sylvia’dan sonra iki kere daha evlenir ve 1998 yılında kanserden ölür. Ölümünden birkaç yıl önce Sylvia için “Doğum Günü Mektupları”nı yazan Hughes arkasında büyük bir servet bıraktı.



Plath Şiirinde Diğer Erkekler’in Etkisi: Babası ve kocası ile yaşadığı kötü deneyimler sonucu Plath bütün erkeklerden nefret etmeye başlar. Bu nefret Hıristiyanlık’ta insanlığın günahları için kendini feda eden İsa’ya kadar taşar:
“Şu kutsal herifler
ya balıklar, balıklar
İsa! Buz kalıpları.”
Plath edebi anlamda sergilediği bütün performansının merkezine şu ya da bu şekilde menfi bir erkek imajı oturtur. Bu bazen babası, bazen kocası, bazen de savaş çıkartan, kötülük yapan diğer erkeklerdir.
Yönetmen Christine Jeffs, Plath’ın hayatını sinemaya aktardığı otobiyografik bir deneme olan Sylvia’da, Plath’ın şair Ted Hughes ile tanışmasından intiharına kadar olan süreci yüzeysel, kadın bakış açısıyla ve Plath’ın cephesinden ele alır. Gywneth Paltrow ve Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı film Jell Barr’ın görsel bir versiyonu gibidir. Filmde Plath alabildiğine masum, Hughes olabildiğince vefasız gösterilir. Filme getirilen eleştirilerin önemli bir bölümü Paltrow’un Plath’ı temsil edemediği, hatta taban tabana zıt olduğu önermelerinde birleşir. Bizce film feminist duyguları tatmin etmeye yönelik ve oldukça yanlı olduğu için başarılı olmamıştır. Filmde Sylvia’nın intihar sekansı kadraj dışı bırakılır.



Plath Şiirinde İntihar Kavramı: Sylvia Plath için intihar bazen yaşamakla eş anlamlı bir olgu haline bürünür. Lady Lazarus adlı şiiri Ahdi Cedit’de geçen İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine göndermedir. Plath, deneyip de başaramadığı intiharları Lady Lazarus adlı şiirinde bu hikaye ile ilişkilendirir. Bazen da intihar bir kaçış yoludur. Başarısızlığa yahut kendinden daha iyi olan birine karşı tahammülsüz olan kadın şair, bir şiirinin başarısız bulunup elenmesinden sonra, yaşadığı bu düş kırıklığını intihar ederek aşmayı denemiştir. Plath’ın eserlerinde genelde yaşadığı çıkmazların betimlemeleri vardır. “Ölmek istemiyorum” diyen şairenin, sürekli ölmek için çabalaması “ölüm” imajını iki farklı anlama oturtmasından kaynaklanmaktadır. Ölmek istemez, çünkü ölmek unutulmak demektir. Ölmek ister, çünkü ölerek yaşamak daha albenilidir.
Sylvia Plath’ın intihara bu denli yakın durması ve bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi, “Sylvia Plath Etkisi” adı altında bir kavramı ortaya çıkarmıştır. Kavram özetle, özgün üretimle deliliği bağdaştırmaya yöneliktir. Plath intiharı ondan sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir. Türk yazınında Nilgün Marmara intiharı Plath’la ilişkilendirilir.

Hüseyin Cahid DOĞAN

---


Image Hosted by ImageShack.us Image Hosted by ImageShack.us


Image Hosted by ImageShack.us Image Hosted by ImageShack.us


PLATH'in Kabri;

Hughes soyadi yazilmasi , actigi bosanma davasinin, vefatindan once sonuclanmadigindandir.

..ve Plath severlerin oldukca tepkisini cekmistir..


---

NILGUN'e / - TUTUNAMADIM - GOKHAN KIRDAR - [Video]

http://www.youtube.com/watch?v=sm0Rbhba61w

Melek Nilgun Marmara ruhuna..






ey'lul
---

 
Image Hosted by ImageShack.us