^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : Bomonti,Bebek,Cennet Bahcesi NILGUN'le..

11 Eylül 2007

Bomonti,Bebek,Cennet Bahcesi NILGUN'le..

“Il mio amarcord”
Seyhan Erözçelik
--------------------------------------------------------------------
Kahveye ilk ne zaman gittiğimi çok net hatırlıyorum…
Bartın’dan “kolej” sınavına gidiyordum. Babamla birlikte. Zonguldak’a. Otomobili bekliyoruz. Babam yirmi çay içmişti,
hiç unutmam.

Bomonti
Sonuçta, yirmi değil, binlerce çay içtiğim yerdeydim. Erguvanlarla sarılmış, fıstık çamlarıyla donanmış bahçesi —Çamlık derdik, hâlâ deriz— olan Kadıköy Maarif Koleji’nde ve Bomonti’deydim artık. Moda’daki Bomonti. Evden uzakta, Bartın’ın erik ağaçlarından uzakta. Oradaki king partilerimizi unutamam. Okulun duvarlarından atlayıp oraya gider ve king oynardık. (Briçi hiç sevmemişimdir.)
Kimlerle?
Elbette okul arkadaşlarım. Sınıf arkadaşlarım, yatakhane arkadaşlarım...
Merak etmeyin, konuya gelicem.
Sonra, Bahariye’nin karanlık olduğu günlerde, her sokakta çatışma yaşandığı, belki de sokakların özellikle karartıldığı zamanlar var. “Ceyran” yok. İnsanın insana kırdırıldığı zamanlar...
Kaç kişi öldü bilmiyorum.
Bomonti’de, hem arkadaşlarım, hem de yeniyetme edebiyat meraklıları, buluşmaya başladık. Serdar Koçak —ki okuldan arkadaşım, sınıf arkadaşım, çocukluk arkadaşım—, Cezmi Ersöz, Bomonti’de buluşur, laklak ederdik. Kudret Yahyaoğlu —askeri öğrenciydi—, Orhan Kâhyaoğlu, Zeki Coşkun da gelir, giderdi. Unuttuklarım, bağışlasın.
Şimdi Köhne’ye geliyoruz. (Köhne bugün yok artık. Kalamış’ın önü doldurulduğunda gitti, kayboldu.) Köhne’nin önünde çok güzel Marmara dalgaları, gelir giderdi.
Serdar Koçak’la da çok buluştuk. Sabahın köründe, o zamanlar âşık olduğum kızla da çok buluştum. (Okuldan kaçarak.) Ve elbette ki arkadaşlarımız. Cankiler, troçkistler, ve başkaları... Oradan Nazlı’ya, Kızıltoprak’taki bir meyhane-birâne karışımı bir yer, oraya giderdik. Köhne’ye diğer gelenler, gidenler, yanlış hatırlamıyorsam, Orhan Alkaya, Orhan Koçak, Orhan Suda, yine Cezmi, Meltem Ahıska, Ufuk Ahıska, Aydemir Güler, Dumrul Sabuncuoğlu, Müfit Şabooğlu, Naz Çavuşoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Sadık Türksavaş, Gürsel Göncü... Say say, bitmez.
Ayrıca muhtarlıkta yasak kitaplar okurduk.
Kimlerle? Bilenler, kendilerini bilir.

Hisar Kahve
Neyse ki okul bitti, ben Boğaziçi’ne kapağı attım. Şimdi yeni bir kahve vardı: Ali Baba. (Asıl adı Hisar Aile Çay Bahçesi’dir, ama kimse öyle isimlendirmedi. Oranın ismi ya Ali Baba’ydı, ya da Hisar Kahve... Ya da kısaca Hisar... Şunu da hatırlarım: Alibaba’ya ben hep Ali Bey, dedim, o da bana hep Seyhan Bey, dedi. Ben yeniyetme bir delikanlıyken.)
Hisar Kahve deyince, her şey bitmiyor. Bütün yirmili yaşlarım orada geçti ner’deyse. İşe girdikten sonra da gittim. Hepimiz için bir mıknatıs gibiydi. Hisar’dan sonra, kıyıya geçiyorduk. Hepimiz, daha gençken, bunak marksistlerdik. (12 Eylül sarsıntısı belki de...)
Oraya gidip gelenleri saymaya gerek yok. Herkes zaten biliyordur. Bugün hepsi farklı yerlerdeler. Kimi müzisyen, kimi edebiyatçı, kimi ressam, kimi heykeltıraş, kimi film yönetmeni, kimi gazeteci, kimi reklamcı, kimi fotoğrafçı, kimi şarkıcı, kimi tiyatrocu, kimi eleştirmen... Şunu söylemek isterim, Vural Bahadır Bayrıl’la orada tanışmıştık, birçok arkadaşım gibi. Yine Vecdi, yine Orhan Alkaya, Rafet Ekiz (nur içinde yatsın), yine Sadık, Kıprıslı Derviş Zaim, Mahir Öztaş, Haşim Çatış, davulcu Selim Selçuk, bascı (kontr!) Mahmut Yalay, Kemal Gökhan Gürses, Nilgün Marmara, Halil Köksel, Mehmet Açar, Cemal Uzunoğlu, Ümit Ünal, ve çoğumuz. Gelenler, gidenler... Enis Batur’la da bir sefer buluşmuştuk. Bir daha gitti mi, bilemem. (Buluşmak dedim gerçi, ama orada buluşulmazdı, bulunulurdu.)
Bir gün Memet İkbal’le, ders arasında, öğlene doğru indik, bira ısmarladık, Boğaz’a bakıyoruz, Ali Bey biraları getirirken, şöyle dedi bize: “Çocuklar, asıl problem, Doğa’yla Batı arasında.” Gülmekten yere düştük tabii.
“Arıza” kelimesi, Türkçenin dağarcığına anlam değiştirerek orada katılmıştır.
Ha unutmadan, aynı dönem...

Bebek Kahve…
İlk defa, ortaokulda gitmiştim. Sonra, Boğaziçi’ndeyken orası da Hisar Kahve gibi mekânımız olmuştu. Bugünkü gibi tiki değildi. Abdullah Bey ve Şükrü Bey işletirdi. (İkisine de Allah rahmet eylesin.) Pahalı değildi. Hilmi Yavuz’un cumartesi derslerinden sonra, hep beraber oraya iner —inerdik evet, çünkü yürüyerek, Boğaziçi’nin ana kapısına giden kıvrımlı yollarını geçerek, kıyıyı arşınlayarak—, kahvede yerimizi alırdık. Yoldaki ders sonrası sohbetlerimizi anlatmaya gerek yok herhalde. Kahvedeki sohbetleri de... Emre Aköz, Sami Baydar, Turgay Özen, Ahmet Soysal, Haşmet Babaoğlu, Perihan Mağden, Gökhan Özgün, Ali Erdemci, Fulya Erdemci, Haşim Çatış, Necmi Zekâ, Memet İkbal, Raşit Çavaş, Orhan Çörek, Murat Seçkin, Nuray Mert, Cem Taylan, yine Nilgün... Yahu, herkes gelirdi. Bu arkadaşlarım, hatırladıklarım. Bahçesine kardan adam bile yapmıştık, bir kış günü... Boğaziçi’nden yuvarlaya yuvarlaya, bir çığ gibi indirdiğimiz kar toplarıyla... (Üniversitenin kantinleri de var bu arada: Orta Kantin ve Sosyete Kantini. Gelen, giden, artık tahmin edin, yine aşağı yukarı aynı insanlar. Boğaziçili olmayanlar dahil...)
Bu arada Ortaköy Kahvelerini de anmadan olmaz. Saydığım insanlara birçok insan daha ekleyin. küçük İskender ve Ali Met’i de ekleyin. (İkisiyle de orada tanıştım çünkü.)
Madem Boğaz hattından gidiyoruz, Beşiktaş’taki kısa ömürlü Cello’yu da unutmamak lâzım. Oranın “bodrum”unda bir çocuk oyunu çalışıyorduk. Ben, Gökhan Gürses, Burçak Gürün... Oyunu ben yazıyordum. Yazdıkça prova yapıyorduk. Oyun bitmedi...
Boğaziçi’nden sonra çılgınca bir fikirle, İstanbul Üniversitesi’ne, Edebiyat Fakültesi’ne girdim. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü...
Artık yeni bir kahvem(iz) vardı:

Çorlulu Alipaşa Medresesi
İstanbul’un en iyi nargile kahvelerinden biridir. Şiir Atı orada doğdu. Benim ilk kitabım Yeis ile Tabanca da... Necat Çavuş, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, Mehmet Ocaktan gibi arkadaşlarımla, orada tanıştım. Metin Celâl, Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Orhan Kâhyaoğlu, Cengiz Öndersever, hep oradaydık. Çıkardığımız birçok kitabın tohumu orada atıldı. Bazen, Gösteri dergisine uğrardık, Doğan Hızlan ve Hâmi Çağdaş’ı görmek için. Tabii ki, şiir vermek için de... Medrese, çok güzeldir, garsonları orada yaşlanırlar. Sizi, yıllar geçse bile, artık oradan ayağınızı kesseniz bile, şıp! diye tanırlar. Mehmet Müfit’i unutamam. Şiir yazarken, antika da satmaya çalışırdı. Buradan, Çınaraltı’na gitmemek olmaz. Başka dergiler de orada tezgâhtaydı. Üç Çiçek gibi, Poetika gibi. Hepimiz, beraberdik. O güzel yılları unutamam. Tuğrul’un vermek istemediği çay paralarını da unutamam. Aramızda en çok, o çay içerdi de... Hüseyin Avni Dede de orada, koca bir çınarın altında sakallarıyla, bir çınar gibi dururdu. Hâlâ duruyor. Eski para satar, ıvır zıvır satar, yüzük satar, tam bir çerçi gibi.
Ev değişti, semt değişti. Meyhanelere girmek istemiyorum. Ama artık Taksim’deyiz.

Cennet Bahçesi
Cennet Bahçesi’ne, yine çocukken gitmiştim. Yayımlamadığım bir şiir, orası hakkındadır. Yıllar sonra, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Ahmet Soysal, Emel Şahinkaya Günsür, Mehmet Günsür, Turgay Özen, Orhan Çörek ve başkaları, orada toplaştığımızı hatırlarım.
Bazen Serdar Koçak’la buluşurduk. Artık Cennet yok.
Şimdi anladım ki bu yazının biteceği yok. Mısır Apartımanı’nın ikinci katındaki İktisatçılar Lokali, Hayal Kahvesi, Bilsak, Kaktüs, Yakup 2, Refik, Arif’in Yeri, Park Cafe, Cumhuriyet Lokantası, Ece Bar, Beşiktaş’taki Sokak Bar, Kuzguncuk’taki Çınaraltı Kahvesi...
Peki, Nahit Hanım’ın evindeki güzelim cuma akşamları, bir kahve yazısına girer mi? Girmez belki ama misafirleri sayabilirim. Mustafa Irgat, Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, küçük İskender, Gürdal Duyar, Tomris Uyar, Arif Damar, Canan Hanım (Can Yücel’in ikiz kardeşi), Nilgün Marmara, Emel Şahinkaya, aktörler, müzisyenler ve daha nicesi… Kimler kimler, geldi geçti. Nahit Hanım’ın “moderatörlüğünde” çok keyifli cuma akşamları yaşardık. Ben yirmili yaşlarımı sürüyordum ve cuma akşamları o yaştaki bir insan için eğlenme zamanıdır değil mi? Oysa ben hep, Nahit Hanım’ın evindeki sohbetleri tercih ettim.
Unuttuğum mekânlar ve insanlar beni bağışlasın. Saydığım isimlerin karesini alın.
Gezmeyi seviyorduk galiba. Hepimiz. Şimdi birbirini gören az. Ya da evlere misafirliğe gitmeyi daha çok seviyoruz.

Kitap-lik 90 -sayi 91 Subat2006
---

 
Image Hosted by ImageShack.us