^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : 09/15/07

15 Eylül 2007

YURUMEK / SEVGİ SOYSAL

Yürümek / Sevgi Soysal

Karadeniz, adam boyu dalgalarla erişti Tirebolu 'ya. Eskiden, çok eskiden bir gölmüş Karadeniz. İçinde alabalıklar var mıymış? Böyle adam boyu, ev boyu?
Karadenizliye sorarsanız apartman boyu dalgaları yokmuş o zamanlar. Tatlıymış suyu; belki sazları, miskin ördekleriyle.
Sonra, kocaman, koskocaman bir deprem gelmiş. Gölün çevresindeki haşin dağlar sarsılmış. Görkemli kayalar o duru göle yuvarlana yuvarlana açılmış İstanbul ve Çanakkale boğazları; hani o Ege'nin, Marmara'nın, çocukken "Romalıların ya da Türklerin gölü" diye, ama hep göl diye bellediğimiz Akdeniz'in tuzlu, köpekbalıklı, yakamozlu, trançalı suları karışmış o duru göle.
Tuza alışkın olmayan sazlar kurumuş, kara gölün bütün balıkları, tatlısu balıkları zehirlenmişler; bir ölüm başlamış kara gölde, duru sular ölümü ta ortasına sürmüşler, boğazlardan koşturan dalgaların itici gücüyle.
Ölüm üst üste yığılmış gölün dibine, ortadaki en derin çukura. Ölüler kokuşmuş, zehirli gazlar, bitmek bilmeyen baloncuklarla su yüzüne çıkar olmuş; ta o zamanlardan beri, ölüm gazları su yüzüne çıktıkça patlarmış sular. Karadeniz'in ortasından kıyılara, kasabalarda yaşayan insanlara doğru, dev dalgalarla koşarmış o eski ölüm.
Karadeniz ölümü bilen bir miskinliktedir. Her gün kayalara vuran ölümle kasaba miskinliği çatışır. Başka miskinliklerden, bir ölüm tanışıklığıyla ayrılan bir miskinliktir bu.
(sayfa 25)
*

Karanlıkta, sessizlikte, en ürkütücü düşünceler gibi yaşıyordu yarasalar. Geniş kanatları, tıkız gövdeleriyle. Büyük, anlaşılmaz gerginlikte, zar gibi kanatlarla, gürültülerle karıştılar geceye. Baş parmaklarının uzun tırnaklarıyla tutacak bir şey arayarak gecenin, karanlığın, yalnızlığın içinde.
Geceden yorgun doğan güneşle, arka ayaklarının kıvrık tırnaklarını dala geçirerek, başaşağı uyudular. Güne, doğan güne, uyanan güne sarkıtarak başlarını, uyudular. Geceye, gece böceklerini avlamaya hazırlandılar, belirsiz sesler çıkararak. Bu sesler avlarına çarpıp yankılandı, ses dalgaları yayıldılar geceye, yarasa yakaladı avını. Baharda doğurduğu tek yavruya, tüysüz, uçmayı bilmeyen, karnında taşıdığı yavrusuna, geceyi, kaçmayı, kış uykusuna yatmayı, huzursuz yaz gecelerinde anlamsız uçuşan böcekleri avlamayı öğretti.
(sayfa 77)
*

Som balığı ırmakla ilerledi, ilerledi, denize çok hızlı ya da çok yavaş denilebilecek bir ilerlemeyle, dönüşü olmayan bir ilerlemeyle denize aktı. Mevsimler geçti, bir ırmak akışı gibi, bütün oluşların ardından vardı denize; taşlar, kum taneleri, bir ırmak yatağından aktarılan bütün katkılarla, belki başka balıklar, balık yumurtalarıyla denize vardığı an döndü geriye.
İleriye akan ırmak döner mi geriye? Denize karışmış su geri dönebilir mi? Yalnızca som balığı, bütün bu dönüşü olmayan güçlerden sıyrılarak, bu güçlerden koparak, karşı çıkarak biraz da, döndü geriye. O akışı, yalnız ve yorucu bir yüzmeyle ters yönde izleyerek, alçaklardan yükseklere tırmanarak ırmak yatağına, o büyük akışın başladığı yere, kendi doğduğu ana, çevreye vardı. Bu gereksiz, bu yanlış, başarısız çabayla gelen dayanılmaz yorgunluğun ardından varlığının bir anlamı olabilmesi için bıraktı dölünü ırmağın kaynağına. Kaynaktan yeni som balıkları ırmakla birlikte coştular, ırmakla birlikte o şaşırtıcı bileşime, denize vardılar.
(sayfa 146)
*

Çocukluğunda, büyükannesinin salonunda gördüğü bir resmi hatırladı Elâ; gümüş bir tabakta üç şeftali. Bir yere konmanın, bir yerde durmanın, hareketsizliğin resmi: Natürmort. "Natürmort nedir?" diye sormuştu. Ölü tabiat. "Tabiat ölmez ki" demişti Elâ. Nasıl ölmez? Yağmur yağar, çiçekler açar, kuzular meler, hani ilkbaharda ilkokul kitaplarındaki gibi. Ama basmakalıp bir el, bir tabağa üç şeftali koyarak durdurur bir şeyler.
"Çocukluğunda büyükannesinin salonunda gördüğü bir resmi, durdurduğunu sanır, yan yana resimler asarak aynı yüzleri, aynı cümleleri, aynı alışkanlıkları, başlangıçları ve sonları yan yana, birbirlerini tekrarlayan, ama hiç bir şeye bütünlenmeyen ayrıntılarda durmadan gelişen, oluşan güçlerden korunmak için gülünç bir sığınak yapar, içine girer, bütün sığınak insanları gibi korkar. Ama titrer, dışarıda yıkılan, değişen şeylerin ona varabilecek uzantısından.
Sigara dumanları tavanda birikip resimlere abanıyor, oynamıyor resimler, sadece sesler yükselip alçalıyor; bilinen adlar, bilinen açıklamalarla sıralanıyor, sergi salonunun katı çerçevesi içinde, belirli yerlere asılı. Duran, seyredilmeyen resimlerin dışına çıkmak istiyor, sergiden dışarı çıkmak, adları yüzleri, cümleleri kıpırdatıp kapıya doğru yol açmak.
Temiz hava. Temiz havaya çıkmak için önce soluksuz kalmanın ne gereği var? Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller.
Hava serin, erken kararıyor ortalık.
Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var?
Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka.
Susmak, tanımak, sevmek.
(sayfa 151-152)
*

Sevgi Soysal, Yürümek, İletişim Yayınları, 2003
---

 
Image Hosted by ImageShack.us