^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : Ağustos 2009

26 Ağustos 2009




EVANESCENCE

24 Ağustos 2009

intihar edenin şarkısı

Nilgün Marmara ölümünü Nasıl Yaratır

Bitirme tezi - hazırlayan : Sultan SIĞLAN

İNTİHAR EDENİN ŞARKISI

Bir an daha şimdi
Hep kesmekteler nedense
asıldığım ipi
Çok hazırdım yakınlarda
ve sonsuzluğu neredeyse biraz
duyar gibiydim bağırsaklarımda

Kaşığı uzatıyorlar bana,
bu bir kaşık hayatı
Hayır istiyorum ve istemiyorum
bırakın, kusayım kendimi

Biliyorum hayatın iyi olduğunu,
dünyanın dolu bir tencere olduğunu biliyorum
ne var ki karışmıyor bir türlü kanıma,
bana gelince, yalnız

Hasta ediyor beni başkalarını beslerken;
anlayın artık böylesini istemeyişimi.
En aşağı bir yıl geçmeden, bozmamalıyım perhizimi


R. Maria Rilke



ŞAİRİN HAYATI

“Yaşam öykülerine uzaktan baktığımızda algıladığımız
kurmaca ve gerçeklik alışımının aşılamazlığı.”(1)

1958 yılında İstanbul Kadıköy’de doğan, Nilgün Marmara’nın çocukluk ve gençlik yılları Türkiye’nin sancılı bir döneminde geçmiştir. Şair bu dönemi derinden hissetmemiştir; ama düşünsel ve inançsal sorunlardan kaynaklanan ruhsal bunalımın artmasına, özellikle lise yıllarından sonra yaşamının sancılı geçmesi neden olmuştur.
Şair 1940’larda İstanbul’a gelen göçmen bir ailenin çocuğudur. Ailesi onu dönemin iyi okullarından olan Kadıköy Maarif Kolejine gönderir. Kolej yılları şairin düşünsel olarak en toy dönemleridir. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanır. Bu bölüme devam etmez; çünkü yakın arkadaşları onun daha ilk gün ülkücü gençlerden ürktüğü için bu kararı aldığını söylerler. Şair bir yıl sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne girer. Bu dönem herkesin ya sağcı ya da solcu olduğu bir dönemdir.Ablası Aylin Marmara onun sola daha yatkın olduğunu söylese de; o, grupların içine girmez, daha çok şiirle, sinemayla ilgilenen, küçük bir grup içinde iyi hisseder kendini. Böylece şiirle olan bağları iyice köklenir.
12 Eylül 1980 askeri darbesiyle ülkede sıkıyönetim ilan edilmiştir. Dönemin bütün gençleri gibi onu ve arkadaşlarını da ev toplantılarında nefes almaya itmiştir. Bu toplantılar sırasında, Kaan Önal ile tanışır, evlenir. Aynı yıl bitirme tezi olan “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizini” tamamlar. Bu tezle birlikte düşünce evinde birçok şey yerinden oynamıştır. “Ben” kendi evinde rahat değildir artık. Üniversite sonrası birkaç işte çalışır, hepsi de bir haftayı geçmez. Bu denemelerden sonra bir daha da iş aramaz. Nilgün Marmara’yı edebiyat çevresiyle “İlhan Berk” tanıştırır. Bu sayede birçok ünlü şairle arkadaşlık kurar. Bunlar Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi şairlerdir. Ayrıca kendi döneminden Ahmet Soysal, Lale Müldür, Gülseri İnal, Cezmi Ersöz gibi birçok kişi ile arkadaşlık kurar.
Daha sonra Kaan Önal’ın işi nedeniyle bir süre Libya’da kalırlar. Bu dönemde Nilgün Marmara Afrika’ya da gider. Bu dönemler onlar için çok sancılı geçer. Şair Libya dönemlerinde herkesten gizlediği şiirlerini daktiloya çekmeye başlar. İlk şiirleri Şiir Atı ve Beyaz dergisinde yayımlanır.
Geçen bu süreç içinde şairin psikolojisi gittikçe bozulur. Doktoru, şaire okumayı yasaklar; ama o hayatla belki de tek bağı olan yazıyı ve kitapları bırakmaz. 13 Ekim 1987 ‘de geride neden Nilgün? Sorusunu bırakarak 29 yaşında İstanbul Kızıltopraktaki evinin 5. katından atlayarak hayatına son verir. Ölümünün ardından kimi o yaşamdan koparan şeyin Sylvia Plath adına yaptığı inceleme olduğunu düşünmüştür. Bazıları da üzerindeki Ece Ayhan gölgesini gösterir. Sonuçta 29 yaşında genç bir şair gözlerindeki hayatın gizi peşinde özgürlüğe dalar gibi boşluğa bırakmıştır bedenini. Ölümle yaşam arasındaki tercihinde ölümü evetlemiştir.




İKİNCİ YENİ HAREKETİNDE MODERNİZMİN ÇOK SESLİLİĞİNE VE NİLGÜN MARMARA’NIN KEŞİŞ YAŞAMINA DAİR BİR KAÇ SÖZ

İkinci Yeni hareketinin oluşmaya başladığı 1950’li yıllardan sonra özellikle Türkiye’de modernizmle birlikte bireyin serüvenini daha yakından görebiliriz. Sanat, hayatı belirleyen, hayata yön verense eğer sanatta gerçekleşen devinimlerin yansımalarını hayatımızın içerisinde görebiliriz. İkinci Yeni şiiri de 1950’li yıllarda modernizmin etkilerinin Türkiye’de daha fazla hissedildiği bir dönemde Özdemir İnce’nin söyleyişiyle: ‘‘ Bırakılmışlığa, geçmişsizliğe, kültür ikilemine, insanın yozlaşmasına, toplumsal erozyona, sömürüye, kapkaççı ekonomik düzene, baskıya karşı bir başkaldırıdır aynı zamanda.’’(2)
İkinci yeni şairlerinin hepsi de modernizme farklı bir açıdan bakar. Kimi şairler de Batı’yla Doğu’yu sentezleyen bir modernizm anlayışıdır bu. İkinci Yeni şairlerinin modernizmin göstergesi olan kentlerle, kentlerin beraberinde getirdiği insanı yutan, kalıplaştıran sistemiyle sorunları vardır. Bu nedenle bu dönem şairleri şiirin diliyle oynarlar. Ve alışılmış algıyı bozmaya çalışırlar.
Mustafa Kemal Atatürk devrimleri gerçekleştirirken amacı modern bir Türkiye yaratmaktı. Bunu yaparken de yönünü Batı medeniyetlerine çevirmişti. Türkiye’de sanat alanında da uzunca bir süre sanatın yönünü belirleyen Batı düşüncesi olmuştur. Türk aydınının yaşadığı kültür bunalımında aydın, ne kendini tam olarak Batı’ya adapte edebilmiş ne de Doğulu oluşuyla barışabilmiştir. Bundan kaynaklı uzunca bir süre arada kalmıştır. Türkiye’de modernizmin gelişim sürecinde bunu şiirlerinde çok farklı şekilde yorumlayabilen bir topluluk varsa bu da İkinci Yeni’dir. Şöyle ki; İkinci Yeni şairleri şiirle birlikte modern hayat içinde devinip durmuşlardır. Şu veya bu şekilde bu şairlerin hayat karşısındaki duruşları bir şekilde bitmemiş bir şiiri andırır. İkinci Yeni şairlerinin modernizm yorumlarını fazla uzun tutmadan kısaca açıklamaya çalışacağım.
Turgut Uyar modernizmin kentleşme olgusuyla ilgilenir. Şunları söyler kentle ilgili. ‘‘ Birden bire karşılaştığım neon lambaları, büyük oteller, bir takım yeni gelişmeleri haber veren durumlarla birlikte insanın kentin içinde kaybolmasıdır.’’(3) Bir bakıma o, kentin kaosunda sıkışan, kendini kentten gizleme ihtiyacı duyan yalnız insanı dert edinir. Yabancılaşma, kavram olarak Türkiye’de yazın hayatında modernizmle birlikte ele alınmaya başlanmıştır. Turgut Uyar’ın çoğu şiirinde kentte debelenen bu yalnız insanı görebiliriz.



yalnız at hep yalnız dolaşır
güneyi arar durmadan
bir gün güzün de geleceğini bilmeden
güz kıştan daha kıskançtır belirsiz renkleriyle
ürpertir onun yelesini
ama belki de ürkek bir beygirdir o
otların ve suların arkasında
gecesini kendi yapar belki

birden bir saat sesi

bu önce suyunu uyandırır
geçmiş adalarda kalan suyunu
bir ivme gibi kendiliğinden
olmadık otlakları dolaşırlar
tekbaşına ve hep birlikte
unutmak istedikleri şeyleri konuşurlar
boncuk ve zincir gibi
sonunda ikisinden biri

belki bahçelerden belki kokulardan anlıyor
söyle ona bir şey mi bitti

eyersizdir
pançosuz bir Meksikalı gibi…(4)


Edip Cansever ise kentte doğmuştur. Kentin karmaşasına yabancı değildir. Kendini, kentin sembollerinden biri olan makine dünyasını çözümleyerek onun şiirini yazarak hem onların içinde yer alıp hem de onlara dışardan bakmayı başararak korur. Kentin yarattığı sıkıntı onun şiirlerinde çok belirgindir. Kentle sıkılır kentle büyür kenti yıkar.


Değişmek
Biri mi öldü, bir mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.

Bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
Erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
Ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
O yapayalnız olmaktaki kendimi
Böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
Sanki ben upuzun bir hikaye
En okunmadık yerlerimle
Yok artık sıkılıyorum.(5)

Ece Ayhan tam anlamıyla muhalif bir kişiliktir. O sonradan muhalif bir tutum içine girmemiştir. Gerçekten de böyle doğmuştur. İsyankardır. O cümleler kurmaz sadece sözcüklerini savurur. Dilin kendisiyle oynamasında 1950’li yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu karmaşa ortamının da etkisi vardır. Dilin yapısında yaptığı değişikliklerle kendi muhalif çizgisini sağlamlaştırır. Muhalif oluşuyla birlikte Türkiye’de edebiyat çevresinde bohem hayatına yakın bir yaşantısı olan tek şair Ece Ayhan diyebiliriz. O modernizmin getirdiği kaosun ta kendisidir. Şiiriyle birlikte bütün otoritelere karşı bir tavır sergiler.



Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler.

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek(6)

Cemal Süreya Doğu’nun erotizmini şiirlerinde verirken Doğu toplumunun, yüksek sesle söyleyemediklerini kendi ironik söyleyişleriyle dile getirmiştir. Türkiye’de cinsellik üzerine daha öncesinde Cemal Süreya kadar rahat konuşan başka bir şair yok diyebiliriz. Cinsel öğeler modernizmle birlikte hız kazanmıştır. Özellikle 1950’li yıllardan sonra kendi cinsel sözlüğünü oluşturmaya başlayan bir Türkiye karşımıza çıkmaktadır. Cemal Süreya’yı bu sürece hız verenlerden biri olarak değerlendirebiliriz.



Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların

Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzümün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dörtnala sevişmek lazım.(7)

Sezai Karakoç ise işin dinsel boyutuyla uğraşır. Onun meselesi Tanrıyladır. Burada günümüzde anlaşılan modern insanın Tanrısından bahsetmiyorum. Modern toplum Marksist söylemle katı olanı buharlaştırandır. Sezai Karakoç bu düzenin bir parçası olmak istemediği için kendine İslam’dan bir korunak yaratmıştır. O şiirlerinde Müslüman Doğu kültürü ve edebiyatının yanında modern Batı edebiyatını da izler.




Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.



Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum…(8)

Nilgün Marmara İkinci Yeni şairlerinin hemen hemen hepsiyle tanışmıştır. İkinci Yeni şairleri, özellikle de Ece Ayhan onun düşünsel ve şiirsel sürecinde etkisi olan şairlerden birisidir. Nilgün Marmara ile Ece Ayhan arasındaki dostluğa bundan sonraki bölümde değineceğim için bunu kısa tutuyorum. Nilgün Marmara modern toplum içinde keşiş hayatı yaşar. Hayat belli bir yerde akarken, Nilgün Marmara modern toplumun sunduğu olanakların hiç birini görmez. O sadece kendi saf alanlarını yaratmak ister. Kendi olanaklarını mümkün kılmak isterken, ruhunu da bir başka dünyaya saklar. Kirlenmişlik ona göre değildir. Keşiş yaşamı seçmesinin nedenlerinden biri de budur. Dünyaya daha fazla bulaşmak istemediği için saf bir bedenin özlemiyle kendini boşluğa bırakmıştır. Onun yakarışı lezbiyen bir tanrıyadır. Modernizmin kadını metalaştırdığı, sadece beden olarak algılanmasına neden olduğu daha da önemlisi, kadının giderek bedenini sadece bu şekilde dünyaya sunmayı kabullendiği bir toplumda hemcinslerine ve karşı cinse karşı keşiş yaşamı seçmekten başka şansı da yoktur. Beden bütün şehvetiyle devinirken Nilgün Marmara büyük bir güçle içinde, onu günaha davet eden bütün arzuları da bastırmıştır. Saf olana ulaşmanın bir yoludur bedeni arzuların pençesinde kıvrandırmak..Nilgün Marmara günahın üzerinde oturmaya çalışır, dünyasını sadece şiire açmasını da bu isteyin bir sonucu olarak görebiliriz.Nilgün Marmara’nın keşiş yaşamı seçmesini açıklamaya çalışırken.keşişlik hakkında yazılmış en güzel şiir olduğunu düşündüğüm, Georg Trakl’ın bir tür Keşişliğe gönderme yapan ermiş adlı şiirine değinmeden geçemeyeceğim:

‘‘Kendi acılarının yarattığı cehenneminde
Üzerine geldiğinde hem korkunç, hem de
Günahla yoğrulmuş manzaralar-hiçbir yürek
Ne onunkisi kadar çekti zincirlerinden boşanmış
Bir şehvetin acılarını, ne de onunkisi kadar
kıvranmıştı Tanrının pençelerinde-kaldırıyor
Bir deri bir kemik ve kurtarılmamış
Ellerini dua ederek gökyüzüne.
Gelgelelim yalnızca acılı ve dindirilememiş
Bir şehvettir bütün o duaların pınarı, bir ateştir
Mistik sonsuzlukları sel gibi basan.
Ve Dionysos’un sarhoş çığlıkları yarışamaz,
O, neredeyse öldürücü bir öfkenin yansımasını andıran
Bir doyuma ulaşmanın esrikliğiyle, acı dolu
Çığlığını attığında: Duy beni, ey Meryem Ana!’’(9)

Nilgün Marmara, Sylvia Plath’da olduğu gibi herhangi bir erkek figürünü özlemez. Onda tam tersi, o erkekte varolan gücü ve iradeyi ister. Bu özgür olmaya dayanabilecek gücün ta kendisidir. Kişi bütün bağlarından kurtarılmıştır artık. Nilgün Marmara da bu gücün etrafında dolaşmak ister. Günlüğüne düştüğü şu diyalog :
Kadın erkeğe:

‘‘… Bütün yazılanlar, yaşananlar deli gözüyle bakan ölü bir balık olacak, ölü bir denizin sayılabilir, sayılamaz kumları içinde. Bir sevi –ölüm denizinin, yaşama yanılsamasının dibinde! ’’

Erkek kadına:

‘‘kayıtsızlık kipinin bilgiççe ayrımındasın sen! Yalnızlık tarafından soğrulmanın güzel kuruntusundan uzakta! Seninki kayıtsızlık kipinin hüsnükuruntusu!’’ (10)

Nilgün Marmara babasının ‘‘bu ülkede gerçek deli bile yoktur’’ söylemindeki gerçekliği gören biri olarak keşiş yaşamının doruk noktasına ulaşmaktan korkarak gücün kendisinde kaybolmaktansa yaşamda kendini var etmek yerine şair şiirleriyle dünyada kendini bırakırken ölümle de özgür olma ve varolma yoluna gitmiştir.



ECE AYHAN, NİLGÜN MARMARA VE YANSIMALAR

Küçük İskender İkinci Yeni şairlerinin kendisi ve kuşağı üzerindeki etkilerini travmaya benzetir. Nilgün Marmara da bu travmayı yaşayan kuşaktan gelmektedir. İkinci Yeni şairlerinden olan Ece Ayhan’ın İstanbul’da Nilgün Marmara’nın Kızıltoprak’taki evinde kaldığı dönemlerde şairin Ece Ayhan’la olan dostluğu ilerlemiştir. Yapılan toplantılar Ece Ayhan’la birlikte Kızıltoprak’taki eve taşınmıştır. Haydar Ergülen, Ece Ayhan’ın şairin evinde kaldığı zamanlarda bu toplantılara: Tomris Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk, Cemal Süreya, Tevfik Akdağ gibi İkinci Yenicilerin de katıldığını söyler. İkinci Yeni hareketi aynı düşünceleri savunan, aynı beklentilere sahip, ortak bir manifestosu olan şairlerin oluşturduğu bir topluluk değildir. Hepsi de kendi kıyılarında devinip durmaktadırlar. Böyle bir topluluk içinde Nilgün Marmara’nın özellikle de Ece Ayhan’dan dünyaya gözlerini yeni açmış bir çocuğun yaşadığı büyülenmeyi yaşaması kaçınılmazdır.
Nilgün Marmara şiir denemelerini herkesten gizlediği zamanlarda sadece Ece Ayhan’a göstermiştir. Şairin şiir ve edebiyat konusunda Ece Ayhan’dan beslenmesi kaçınılmazdır. Her şeyiyle topluma muhalif olan bir şairin, Nilgün Marmara gibi genç bir şair üzerindeki etkisi bir o kadar da sarsıntılı olmuştur. Ece Ayhan kendi dilini oluşturamamış, karmaşadan doğan bir dille konuşan bir ülkede dilini en uç noktalara vardırarak muhalif tavrını sürdürür. Kaos ortamından beslenen dil de yaşam gibi yozlaşmıştır. Modernizmi tam olarak anlayamamış bir ülkenin şairi olan Ece Ayhan’ın muhalif çizgisini bu doğrultuda kesinleştirmiştir. Toplum kendini sistematikleştirirken dili de buna uydurmuş, kelime sayısı azalmış, milyonlarca insan aynı sözcükler etrafında dönmeye başlamıştır. Ece Ayhan’ın dili belki de bu nedenlerden kaynaklı sorunludur. İlk bakışta anlaşılmayan, içerden bakılması gereken, demir leblebiyi andıran bir dildir. Şair toplum tarafından kutsal kabul edilmiş bütün kurumları reddeder. Toplumun ötekileştirdiği değerlerin peşinde koşar. Onlardan beslenir, onların diliyle konuşur. Nilgün Marmara’nın Ece Ayhan gibi her konuda en uçlarda yaşamayı seçmiş, belirli bir dünya görüşüne sahip, sanatın her dalında söz sahibi olan bir şairden etkilenmemesi söz konusu değildir. Nilgün Marmara da toplumla sorunları olan bir şairdir. İş deneyimlerinin kısa sürmesi, kendilerini ev toplantılarında bulmaları bütün bunların göstergesidir. Ece Ayhan,onun toplumla yaptığı hesaplaşmayı yapmış biri olarak şairin dünyasında önemli bir yere sahiptir.
Ece Ayhan Türkiye’deki gerçek marjinallerden bahsederken ilk sıraya Nilgün Marmara’yı koyar. Onun marjinal ruhuna değinir. Nilgün Marmara büyük ağabeyler arasında adım atmayı öğrenirken marjinal ruhunu ve kendiyle arasındaki uçurumu da besler. Nilgün Marmara marjinal ruhunun farkında olsa da hiçbir zaman bunu ortaya çıkaracak kadar cesur olamamıştır. Belki de bu nedenden dolayı kendine maskeler edinmiştir.
Ece Ayhan,Nilgün Marmara şiirine inanmıştır. Ece Ayhan’a yapılan eleştirilerden biri de, Nilgün Marmara’nın şiirlerini gereğinden fazla yücelttiğine yöneliktir. Hatta ve hatta Ece Ayhan’ı şairin ölümünden sorumlu tutan bir edebiyat çevresi bile vardır. Nilgün Marmara dünyasında gerçekleşen aydınlanmanın yaşanmasında Ece Ayhan’ın rolü yadsınamaz ama bunu şairi ölüme götüren sebep olarak görmek büyük haksızlıktır. Burada asıl önemli olan Ece Ayhan’ın dünyasının şair tarafından nasıl algılandığıdır. Ece Ayhan kendini en büyük muhalif olarak ilan ederek özgür kılarken, Nilgün Marmara kendi kurtuluşunu gerçekleştiremediği zaman ölümle özgürleşmiştir.
Yaşam binlerce olanağı içinde barındırırken zamanın bir kesitinde belirli olanaklar içinde sıkışmak düşüncesi yaşamı katlanılmaz kılar. Ortada sıkılan bir hayat vardır. Şair bunu ‘‘ Can, üşüme durumunda.’’(11)cümlesiyle en açık şekilde ifade etmiştir. Bıraktığı anda düşeceğini bildiği, altında sonu görünmeyen bir uçurumun üzerinde dal parçasına tutunarak, uçurumun farkında olup bu durumu sevmek ya da bırakmak dalı… Hangisi daha kötü şair için bilemiyorum.


ECE AYHAN’IN ZELDA’SI

‘‘ Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrencim olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir; ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: ‘‘Bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.’’
Öyle güzel ve yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların, yine işin özünü filan bilmeden, küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor! Başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. ’’(12)



NİLGÜN MARMARA’NIN ŞİİRİNİN DİNAMİĞİNİ OLUŞTURAN RUH DURUMUYLA YAZI ARASINDAKİ İLİŞKİ

“Azımsanmayacak kadar ölmüşüm!
Azımsanamayacak denli ölüyüm!”(13)

Şairin şiirini oluşturan dinamikleri bu iki dizeden yola çıkarak anlamlandırmaya çalışmak daha doğru olacak. Burada ilk bakışta Nilgün Marmara şiirinde belirgin olarak bir ölüm temasının izini sürebiliriz. Şair ölümle birlikte kendine sorular sorar. Soruların temel dayanağı “benlik” kavramı üzerinedir. Kendini anlamlandırma, kendini konumlama çabasından kaynaklanan sorulardır bunlar.
Sanatçı “ben”inin peşine düşmüştür. “Ben”i var edememenin sancısını duyar. Bu durum kendi özüne dokunamama durumudur. Var oluşçulara göre; “var oluş özden önce gelir, yani insan önce vardır; sonra özünü kendi yaratır. Özünü yaratırken dünyaya atılmıştır. Orada acı çekerek, savaşarak, yavaş yavaş kendini belirler. Kendini belirleme yolu her zaman sonsuzdur.” (14)
Sartre göre: “Bütün insanları seçerken insanoğlu kendini de seçmiş olur, şöyle ya da böyle olmayı seçmek, seçtiğimiz şeyin değerini belirtmektir.” (15) Kişi bu durumda Dostoyevski’nin söyleyişiyle kendi başına bırakılmıştır, tutunacağı bir şey yoktur ortada. Kadercilik yapamaz, özgürdür o. Bu noktada başka bir insan yetişir. Tanıma ve tanımlama süreci böyle başlar.(16)
Sanatçı toplumdan bağımsız bir yerde durur, toplumun içindedir. O toplumu görür, duyar, analiz eder; ama topluma tam olarak karışmaz. Sanatçı kentin merkezinde, insanların en kalabalık olduğu caddelerden birini kendine mekan tutmuştur. Hiç kimse onu fark etmez; o sokaktan beslenir. Sanatçı için yazma süreci sancılıdır. O kimsenin göremediği rüyayı görür. Ama rüyanın kendisi korkulur. Sanatçı içinde korkuyu duyumsadığı anda dünyaya sızar. Sanatçının dünyaya sızdığı o nokta yazıdır.


Nilgün Marmara “Kuğu Ezgisi” şiirinde kendi şiirinden şöyle bahseder:

“…Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi
-bir şiir-

Sendelerken yaşamın ve bilinmez yönlerim
Dost kalmak zorunda bana ve
Sizlere!...”(17)

Şair burada şiiriyle kendi ruh durumunu besler. Şiir onun için sancılı bir süreçtir. Şairin ıstırabını “Ne zaman ertelediğim her acı” tümcesinde görebiliriz. İçindeki ateşi fark eden şair, şiirle onu törpülemeye çalışır. Şiir şairin kendini gerçekleştirme alanı olmuştur. Şiir kendini var ederken aynı zamanda şairde onaylar. Nilgün Marmara sonsuzluk duygusunu yenmek için yalnızlığına arkadaş olarak şiiri seçmiştir. Karanlıktır sözcükler, şairin dünyası kadar karanlık… Şair okura bu karanlık yönüyle kendini gösterir. Nilgün Marmara’nın sözlüğünde ölümle türevlerinden oluşan kelimeler hâkimdir.

Marmara’nın “Savrulan Beden şiiri” bunun açık örneğidir. “Ölümü” ısrarla kapıda bekleterek ıstıraplarını kendilerine ve başkalarına ölüm ve intihar giysileri dikerek ifade etmiş sanatçılar gibi değil de çareyi kendine sadece kendine intihar gömleği dikmekte bulmuştur. Savrulan Beden şiirinde şairin kahramanı ölümdür. Bütün ihtişamıyla şiirin orta yerinde oturur.

“…Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm
bu solgun yürek için
sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir,
bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi…”(18)

Şiirle birlikte ölümde yaratılmıştır. Şair kendini ölüme eşitler. “Solgun yürek imgesi şairin içindeki tükenmişliği de yansıtır. Şair için ölüm yaşarken de var olmuştur. Ayrıca bu ifadesini daha sonraki bir şiirinde açıkça dile getirecektir.
Alvarez, Kan Dökücü Tanrıda: “Hiç kimse kendi ölüm şeklini rast gele seçmez, kendini asmaya karar veren biri asla trenin önüne atlamaz.” der. Doğrudur bu söylem çünkü Nilgün Marmara şiirinin devamında ölüm şeklini de yazmıştır adeta.

“Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!...’’(19)

Varlığın kendisine olan inanç günden güne azaldıkça bu dizeler dökülür şairin ağzından ve umuda yer yoktur. Şair şiirinin bir bölümünde eskiye gönderme yapar. Sanki şair, ölüme yabancıdır.

‘‘…Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
şendim, şendim ben,
kahkaham insanları ürkütürdü!...’’(20)

Burada şunu belirtmeliyim ki; şairin yaklaşan karanlık olarak adlandırması başlangıçta ölüme ne kadar yabancı olduğunun kanıtıdır. Alvarez’ın intiharın gelişimini yüzyıllar boyunca toplumlar tarafından nasıl değerlendirildiğinin, intihar eden yazarların analizini yaptıktan sonra şunu ifade eder: “Bu gölgeyi hep içimde taşıdığımı bugün açıkça görüyorum” böyle bir düşünceyi fark edip değerlendirmesini yapmak korkunçtur. Korkunç olan onu bir gölge gibi yanında taşımaktır. Alvarez şunu da bilir; o hiçbir zaman intihar edemeyecektir. Nilgün Marmara ise bunu fark ettiği noktada sonunu da görür. Hatta sonunu kendi hazırlar. Şiiriyle ölümünü onaylar, bir şenliğe dönüştürür.
Şairin ilk dönem şiirlerinde arada kalmışlığın tınısını duyumsarız. Ölümü belirgin bir eylem olarak ortaya koymaz. Bu şiirler, yaşamla ölüm arasında olmanın verdiği bir huzursuzluktur. Küçük bir çocuğun dünyayı tanıma çabasıdır. Şiir zamanla ölüm düşüncesinin, şeklini ve zamanını belirlemiştir. Şair “Kuğu Ezgisi” şiiri ile birlikte kendini nasıl ortaya koymaya çalıştığını anlatır. O sancılı süreci gözler önüne serer. Şiirini hayatının neresine konumladığını gösterir.

“Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim.
Yalpalayan hayatımın kara çarşaf
bekçi gizleri…”(21)

Son çığlığa şair tarafından bir hazırlıktır bu. Yalpalayan hayat Nilgün Marmara’nın kendisidir aslında. Şiirin devamında:

“…Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve sizlere…”(22)

Şair ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide durmaktadır. Kendi içine bakarak, bu cesareti göstererek sanki usulca, derin bir sessizliği bozmaya hazırlanan biri gibi korkarak şunu der; “Dost kalmak zorunda…” kendini yatıştırır soluklanır, şiirle birlikte zamanı erteler, şiirini şöyle bitirir:

-bu şiir-
“…Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
Ulaşılmayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!”(23)

Onun şiiri misyonu olan bir şiirdir. Sorumluluk topluma karşı değildir. Şairin kendisine karşı olan sorumluluğudur. Dünya ile kendi içsel hesaplaşmasında şiir köprü görevi görmektedir. Gerçek dünyada bulamadığı, kuramadığı, şeyi şiirle oluşturma yoluna gitmiştir. Yazar dünyada gerçekleştiremediği şeylerin acısını duyar. Şiir devreye girerek şairin dünya karşısındaki çaresizliğini hafifletir.
Şubat 1982’de yazdığı şiirde ölümün ayak sesleri daha yakından hissedilir. Ölmek için eyleme gerek yoktur. Şair ölümü dünyaya indirger. Şair yaşarken ölmüştür, dünyayla olan baplarını koparmıştır. Kendini şiire sadece şiire vermiştir. Marmara Sylvia Plath üzerine yaptığı incelemesinde şair intiharından bir hafta önce Alvarez’i çağırır. Alvarez bu ziyarete dair izlenimlerini şöyle ifade eder: … farklı görünüyordu… saçını toplamamıştı, beline doğru bir çadır gibi inen saçı, soluk yüzüne ve sıska bedenine tuhaf bir kasvet ve dalgınlık havası veriyordu; sanki mezhebinin ayinlerinden solumuş bir rahibeydi. Karşımda yürürken saçından güçlü, keskin bir koku yayılıyordu, hayvan kokusu gibi... Nilgün Marmara bunu şöyle yorumlar: Yaşam sembolü olan suya dokunma arzusundan vazgeçmiştir. Nilgün Marmara’nın en yakın dostu olan Emel Şahinkaya ne zaman onu ziyarete gitse birkaç gündür aynı elbiseyi giydiğini fark eder, bu zamanlarda Nilgün Marmara’nın bir şiir üzerinde olduğunu bilir. Nilgün Marmara’da özellikle ölümünden önce şiir üzerindeyken dünyayı unutur ve Sylvia Plath’a yaklaşır.

“…Dirim çürüyor yanıbaşımızda…”(24)

Bu dize çok çarpıcıdır. Yanıbaşınızda demez şair, yanıbaşımızda diyerek kendi ölümüne tanıklık eder ve ölümünü onaylar.

“…Dağılıyor kokusu ölümün
Bu bezgin şafakta…”(25)

Koku ölümü topluma duyuran bir araçtır. Toplumdur şaire anlam karmaşasına sürükleyen, insanın korkunç yanıdır.

“…Sırt dönüşler, yalanlar, aşağılamalarla
Daha da ıralıyor canı
Var oluş sevincinin…”(26)

Şair ölüme hükmetmez, dünya karşısında şairin elinde bir tek ölüm vardır. Ölüm şaire kendini dayatır ve zamanında gelir, şair bu zamanı bilir aynı zamanda bundan emindir de. Kendini onun eline bırakmıştır. Şair bunun rahatlığı içindedir.

“…Ölüm bilir nasıl çıkacağını
-elden ve ayaktan-
Kendi kararı ve sonsuzluğuyla
Yakın kıla artık,
Cansız olmayı!’’(27)

Şiirle birlikte ölüm de vardır artık, ölüm kendini şaire sunmuştur.

“Onun bedeni bir tımarhane
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!...’’(28)

Şair bu şiirinde bedeninin kapılarını aralar, bir bütün olarak algılar bedeni, beden hayatın gizini kendinde barındırır. Karanlıktır bu beden içinde sayısız düşüncenin gerçekleştiği, binlerce parçaya bölündüğü hem anlaşılan hem anlaşılamayan dünyanın tımarhanesidir. İçinde binlerce “ben”nin parçalandığı tımarhane… Onun beden şiirine bu açıdan bakmak doğru olur sanırım.

“…Onun bedeni bir kule
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
ağlatarak indirir aşağı!...’’(29)

Nilgün Marmara, kendi dünyasının kapılarını açar okura, okura “beden” imgesi üzerinden karanlık dünyasını sunar. Açık yüreklilikle insanlara bir şey vermediğinden bahseder. Kendini çürüten, yıkan, yok eden bir bedendir. Bedenin algılanışı ölümü çağrıştırır. Şairin son şiirleri yaşamını özetler niteliktedir. Şair geriye dönüş yaparak yaşamına ayna tutar. Noktayı koymadan önce son bir dejavu yaşayan şair geleceği değil, şimdiyi değil geçmişi anımsar:

‘‘…Şimdi’si yitik
bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı
ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
ve geleceği ve her yanını;
dal kırılıyor…’’(30)



‘‘ Düşü Ne Biliyorum’’ şiiri şairin en son söylemlerinden biridir. Şairin ifadesi küstahçadır. Dünyaya söyleyecek bir şeyi yoktur şairin… O kefaretini ödediğini düşünür, ölümü hakkı olarak görür. Şair gerçekten kefaretini ödemiş midir? Şiiriyle kendini onaylama cesaretini göstererek kendi ölümüne de karar verir.

‘‘…Ey iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!’’ (31)



-İnsan biliyorsa eğer.
-Sabretmekten yılmaz.
-Ne beklemek gerektiğini biliyorsa.
-Endişeye mahal yoktur.
-Sadece bekler.

S. Beckett



NİLGÜN MARMARA ÖLÜMÜNÜ NASIL YARATIR


“…Şimdi’si yitik
Diziyor diziyor notalarını,
Göğe ışık üzerine boncuklarını,
Ucuza getiriyor varlığını
Sonsuzun sessizliğiyle
Sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
Yol çöküyor…’’
Nilgün Marmara

Toplum şairi çaresiz bırakan düzenin ta kendisidir. Şair; ya topluma kendini açıp toplumun bir parçası olarak görecek ya da toplumla kendini özleştiremediği noktada kendini var edecek yeni olanaklar bulma arayışına girecektir. Bu sebepten intihar olgusu da gelip sessizce hayatımıza yerleşir. Ölüm düşüncesi: tetiğe basmak, ipi boğazına geçirmek, yere çakılmak, keskin bir bıçağı hissetmek, kararsız, korkarak ya da hiç tereddüt etmeden çekilen zehirli bir nefes… Hangisi olursa olsun içinde bulunduğun zamanı, kendin kutsamak, hiçbir tanrıyı düşünmeden hiçbir tanrıdan korkmadan anın kendisinde sarhoş olup dans etmek, “ben” i kutsayıp bedeni hiçleştirmektir.
Nilgün Marmara’da intihar düşüncesi bir anda belirmemiştir. Bunun düşünsel süreçleri vardır. Bunun izlerini günlüğünde bulabiliriz. Peki, neydi bu düşünsel süreçler? Şair zamanla önce topluma daha sonra da tüm çevresine yabancılaşmaya başlamıştır. Yabancılaşma kavramını metafizik bir problem olarak ortaya koyan Hegel’dir. Hegel, yabancılaşma kavramını, insanın fiziki var oluşu ile ruhi varlığı arasındaki mesafeye dayandırmaktadır. Her şeyin temelinde bulunan bir evrensel varlık, bir İde kabul eden Hegel, bu mutlak varlığın tabiatta kendine yabancılaştığını söyler. ‘‘…İlk önce insan doğuştan egoizmi içine kapanmış bir fertken; sonra kendi kendinden çıkarak ve diğer insanlara kendini görerek, topluluk, cemiyet, devlet halinde ortaya çıkmış; nihayet, kendine dönerek, varlığının temelinde sanat idealini yahut güzeli, dini ideali yahut Tanrı’yı, felsefi ideali yahut doğruyu bulmuş ve üç idealin gerçekleşmesinde özlediği yüksek istiklale vararak mutlak ruh olmuştur.’’ (32)
Hegel için ruhun erişmek istediği hedef, mutlak varlık olmaktır. Nilgün Marmara’da özüne dönemediği noktada, ölümü kendine mutlak varlığa erişme yolu olarak seçmiştir. Nilgün Marmara kendi kovuğunda yaşamıyordu. Arkadaş ortamlarında en neşeli konuşkan kişilerden biriydi. Buna karşın herkesten gizlediği kapıları sıkıca kapalı hapishanesinin olduğunu da onun şiirlerinden izleyebiliriz. Şair bu hapishaneyi zaman içinde beslemiş ve büyütmüştür. Dönemin Türkiye’ sinde buna imkân sağlayan koşullar mevcuttur. Özgür düşüncenin birer birer yasaklandığı, sıkıyönetimlerle insanların zorla evlere kapatıldığı bir dönemde şaire ve arkadaşlarına her zamankinden fazla sanattan konuşmaktan başka bir şey kalmamıştır. Şair; bu toplantılarda Batı edebiyatını ve dünya sinemasını daha yakından tanımış, fikirleri de olgunlaşmaya başlamıştır. Sylvia Plath çalışmasıyla birlikte kendi içinde bir yolculuğa çıkmıştır. Bu çalışması Nilgün Marmara’nın içinde bulunduğu dünyanın aydınlanmasını, kendi hapishanesine tepeden bakmasını sağlamıştır. Şair “ben”ini karşısına oturtarak onunla sonu belli olmayan bir savaşa girmiştir. Bütün bu gelişmelerde Sylvia Plath’ın bir kadın olarak yaşadığı dramda etkili olmuştur. Kadın olmanın bu dünyaya göre olmadığını, erkeğin gölgesi olarak yaşamanın korkakça ve aşağılayıcı olduğunu görmüştür. Bitirme tezinde yer verdiği günlüğüne de düştüğü :

“E. Jelinek var olmadığını savunuyor.
Tarihin eğlendirici yanı kadının ölümü olmuştur.
Kadın sonu gelmeden önce bir kez daha
İsyan etse de lezbiyen olsa da, kesici dişlerini
Ameliyatla sertleşmiş erkeklik organına dönüştürüp
Onlarla kendi çocuklarının kanını emse de
Bu böyle çünkü erkek toplumu dünyayı bozdu.”(33)

Onun bu dizeleri duyumsayarak benimsediğinin kanıtıdır. Dünya şair için açıklayamadığı, anlamlandıramadığı; ama kendine ona bulaşmak zorunda hissettiği bir yerdir. Kadın olarak bu yük daha da ağırdır. Kadının varlığına son verilen bu dünyada bir hiç olduğunu düşünerek yaşamak dünyada savunmasız kalmaktan başka nedir? Ruhsuz, kendinden uzak metalar olarak yeryüzünde salınmaktadırlar.
Nilgün Marmara zamanla varlığına olan inancını daha da yitirmiştir. Kendine yabancılaşma yazarda daha belirgin hissedilir. Yazar sözcüklere sığınarak şunları söyler: “Gittikçe soğuduğumu fark ediyorum ve bu bana hiç de sevinç vermiyor. Çünkü özün soğuması çok tehlikeli, başkalarıyla ilişkiyi yalıma veriyor, unutulan ben başkayı yakarak yeniden doğacakmış gibi… tersine devinim devinim… Şair bütün bu değişimle birlikte içinde bir “sıkıntıyı” beslemiştir. Sıkıntısını eşi, ailesi ve arkadaşları bilerek veya bilmeyerek arttırmıştır. Şair Kaan Önal ile olan ilişkisinden fazla bahsetmez sadece günlüğüne düştüğü aralarındaki ilişkiyi de özetlediğini düşünebileceğimiz bir iki nottan başka bir şey yoktur. Nilgün Marmara’nın hayatında Kaan Önal dışında birinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bitirme tezini balayında tamamlar, bu dönem kadın erkek ilişkisi konusunda fikirlerinin değişebileceği bir dönemdir. Sylvia Plath’ın, Ted Hugs’la olan evliliği, evlilik kurumunun kadını sömüren, kişiliksizleştiren, öz beninden uzaklaştıran kurum olduğunu Sylvia Plath’ın hayatında yakından incelemiştir. Bir süre sonra Kaan Önal ‘la olan evliliğinde benzer sorunları kendisi de yaşayacaktır. Kaan Önal şairin hayatında hep vardır. Edebiyat toplantılarına çoğunlukla o da katılmıştır; ama asıl işi mühendisliktir. Nilgün Marmara’nın edebiyatla olan yaralayıcı, kırılgan bağını anlayamaz. Aralarında geçen bir konuşmada: Kaan pantolonunu ütülemesini istediğinde Nilgün reddetmiştir. “Sabahtan akşama kadar çalışıp yoruluyorum, ne var ütülesen” diyen kocasına “Ne var bende sabahtan akşama kadar şiir yazıyorum” demiştir. Şiir şair için dünyayı yaşanır kılmaktır. Nilgün Marmara çalışma hayatına, çalışma hayatının getirdiği ilişkiler yumağına katlanamamıştır. Bir haftayı geçmeyen çalışma maceralarından sonra bir daha iş aramaz. Herkesten sakladığı şiirlerine yönelir. Şair bir süre Kaan Önal’ın işi nedeniyle Lübnan’a gitmiştir, bu değişiklik sadece çok farklı hayatlarla, acılarla ve insanlığın dramıyla yüz yüze gelmesine yol açmıştır. Bu nedenle dayanamaz ve dönerler. Bu değişiklik şairin şiir serüveninde ilerlemesini sağlamıştır. Kaan Önal’la ilişkilerinde o artık eşi değil Kaan olmuştur. Günlüğünde ondan yakınır. “Kaan eteğine pis bir herif oldu, her gün barlarda sürtüyor, soruyorum “yine hangi bardaydın bugün?” ambarda.” diye yanıtlıyor. Ardından şair şu dip notu da düşer: “Ekipmanı kontrol ediyor ambarda” ilişkileri artık yıpranmıştır. Nilgün Marmara’da biz olma düşüncesinde değildir. Kaan Önal’la biz olamamıştır. O, “Biz” kelimesinin kendi yalnızlığımızı hafifletmek için uydurduğumuz bir illüzyondan başka bir şey olmadığını görerek “ben” nin karmaşasında boğulmayı seçmiştir. “Ben”ine doğru sonsuz yolculuğuna çıkmıştır.
Maskelerle dolaştığımız, masumiyeti maskeler ardında gizlediğimiz dünyada Nilgün Marmara’nın da dediği gibi,

“…Sonsuza dek hoş görünmeye çalışanların nefreti daha derindir.”(34)

Şair hoş görünüp nefreti büyütmektense dünyayı terk edip farklı bir boyuta geçmeyi seçmiştir. Ölüm şair için “ben”in özgürleştiği bir alan haline gelmiştir.



SONUÇ


‘‘Dünyamsın benim, zorbam, düzenim
Bundan gözlerim göğe çevrili,
ellerim denizde.
Hiç katılmadan sende yaşıyorum,
dirimsin benim,
doğarken öldüğüm…’’

N. Marmara


Nilgün Marmara’nın şiirlerini tür bağlamında değerlendirmeye tabi tutmadım. Onun şiirlerinin cevabını şiirlerinde ve günlüğünde bulmaya çalıştım. Bu çalışma sırasında Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara’nın şiirinin bir anahtarı yine yalnız kendi şiirinin içine gömülüdür demektense onun şiirinin anahtarının ta hayatının içine gömülü olduğunu söylemesi etkili oldu.
Nilgün Marmara’yı unutuşun kendisine sürükleyen, unutuşu yaşayıp hiçliğin kutsal komşuluğunda yaşamayı seçtiren neydi? Bu soruların hepsini yanıtlamak için şiirlerine, günlüğüne baktığımda buna tam bir yanıt veremedim. Kimi yerlerde olasılıklar üzerinden giderek cevaplar aradım. Fakat bir yerlerde bir şeyler, tıpkı şairin hayatı gibi eksik kaldı. Nilgün Marmara; Sylvia Plath için “ölüm hayatından ve kariyerinden hiç eksik olmayan büyüleyici bir temadır.” der. Bu cümleyi kurarken şair kendi zihnindeki ölüm düşüncesine de göndermede bulunur. İnsan bir başkasının ölümünü açıklarken kendi ölümünü sınırlarını da belirler. Ölüm Nilgün Marmara’da sabit bir düşünce haline gelir, her yazdığı şiir ölüme bir methiyedir adeta. Kendi bedenini, durumunu, düşlerini şiiriyle birlikte ortaya koyarken herkesten ayrı, bambaşka bir yerde olduğunu da belirtir şair.
Şair şiiriyle birlikte ailesinden ve toplumdan yalıtmıştır kendini. Ailesi karşısında durumunu konumlarken onlar tarafından nasıl tehdit olarak algılandığını anlatır. Bunun sebeplerini de şöyle açıklar: ben bir tehdidim onlar için; çünkü rolünü bulamamış, iyi ezberleyememiş bir hayvan, her yöne savrulabilir, dağılabilir bir atom… Bu atomu kuvvetten korkuyorlar der. Ailesi tarafından böyle algılandığını bilmek onun için bir yıkımdır. Annesinin o kadar çok olmasa da babasının belirli bir rolü vardır hayatta. İçindeki boşluğun oluşmasında belki de babasının önemli bir rolü vardır. Şairin babası “din afyondur” diyecek kadar radikal bir adamdır. Şairin düşünsel sürecinde babasının sadece bu sözüne bakarak bile ne kadar etkili olduğunu anlayabiliriz. Şair içinde bulunduğu durumu anlatırken ailesinin beklentilerine cevap verememiş, toplumda rolünü ezberleyememiş biri olarak algılanmasını hayal kırıklığıyla karşılar. Özellikle babası hakkındaki düşüncelerini şu sert cümleyle ifade eder: “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım” der. Şair babasını bir gölge gibi ardında hissetmiştir hep.
Şair bu yaşamda kendini bir noktaya sabitleyemez. her şeye ve herkese ait gibi görünürken bile hiç kimseye ve hiçbir yere ait olmadığını bilir. Ne eşine, ne ailesine, ne de topluma… O, toplumun bir parçası olamaz, çünkü toplumu oluşturan çarkları “ben”i ezip parçalayan, ruhu öldüren, diğer tarafından ezilen “ben”lerle yapılmış maskeler basan makineler olarak düşünür. Bu; hiçbir yere ait olmama, her şeyi kendinde içleştirmeyle gelen sonsuzluk duygusunu da kaldıramaz. Çünkü bu yük çok ağır ve korkutucudur. Her yeni gün biraz daha yalnızlığa uyanmak aidiyet duygusunu yitirmek ve bundan başka ihtimali düşünmemek… Bu korkunçluk, acıyla karışık bir haz da verir. Şair acıyı kaldıramadığı durumlarda bedenini kalabalığın arasına taşır. Kısa süreli kaçıştır bu, bedenin dönüp yuvasına geri geleceğini bilir.
Şair isyan etmez, kabulleniştir şiir kendinde olanı, pişmanlık da yoktur. Artık sonlara doğru kabulleniş iyice belirginleşir. Ölüme doğru yürürken şair, dünyaya hiçbir ses bırakmak istemez. Yaşamı boyunca masumiyetini kaybetmekten korkmuş ve hep çocuk olarak kalmayı düşlemiş olan şair, serzenişte bulunur; “…Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!...”(35) Şiiriyle dünyasına arka pencereler açmayı başaramayan şair sözcüklerle kendini ölüme sürükler gün be gün ve o anın geldiği anda artık sadece eylem vardır.
Nilgün Marmara Sylvia Plath incelemesinde “Pevese” nin intihar etmeden önceki son günlerinde günlüğüne yazdığı gibi “sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.” Sylvia Plath, bir ustadan el alıp aynı yolu seçmiştir. Nilgün Marmara da ustası olarak gördüğü Sylvia Plath’ dan el alarak intihar etmiştir.


‘‘Sözcüklerle, aklın düzenini bozarak yazılan her cümleden sonra,
Yazılabileceklerin ya da hiç yazılamayanların
çığlığıdır, zamanı katlanılır kılan...’’




Tümden şaşkınlık olacak vardığımda
yeryüzüne.
Toprak, soytarı üyelerine karşın kucaklayacak
bedenimi.
Şekilsizliğim su bakışıyla
sınırlanacak zengin bir örgüde.
Kaygı uçuk bir renkte duraklayacak,
dolaysız güneş sakınımı silecek, oyuklarıma
gizlerini dizerken.
Can çekişirken belitler konutlar çöplüklerde,
ayak dibinde,
Geçmiş süngülenirken sonsuz havuzunda özün,
eşsiz bir hayatı
devinecek
Endişeden kaçan küçük bulut
Maviden kopup düştüğü yerde.
N. Marmara

SUNU
Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım/ gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde;/bu ölçümsüz gökyüzünde…




NOTLAR

1. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, 1994, s. 3.
2. Alaattin Karaca, İkinci Yeni politikası, 2005, s. 1.
3. Alaattin Karaca, a.g.e., s. 159
4. Turgut Uyar, Büyük Saat, 2006, s. 605.
5. Edip Cansever, Sonrası Kalır,2008,s. 162
6. Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’ları,2004, s. 123.
7. Cemal Süreya, Sevda Sözleri, 2006, s. 11.
8. Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, 2005, s. 33
9. Georg Trakl, Bütün Şiirlerinden Seçmeler,Çev. Ahmet Cemal,1995, s. 71.
10. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, 1994, s. 61.
11. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, 1994, s. 61.
12. Ece Ayhan, Günlükler,
13. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter, 1994, s. 43.
14. Asım Bezirci, J.P. Sartre, Varoluşçuluk, 1993, s. 97.
15. a.g.e., s. 66
16. a.g.e., s. 71
17. Nilgün Marmara, Daktiloya Çakilmiş Şiirler, 2006, s. 99.
18. a.g.e., s. 97
19. a.g.e., s. 97
20. a.g.e., s. 98
21. Nilgün Marmara, a.g.e., s. 99
22. a.g.e., s. 99
23. a.g.e., s. 99
24. a.g.e., s. 100
25. a.g.e., s. 100
26. a.g.e., s. 100
27. a.g.e., s. 147
28. a.g.e., s. 147
29. a.g.e., s. 147
30. a.g.e., s. 169
31. a.g.e., s. 164
32. Selma Baş, Türk Hikayeciliğinde Yabancılaşma, Doktora Tezi, 2003, s. 5.
33. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter,1994, s. 64.
34. Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter,1994, s. 83.
35. Nilgün Marmara, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, 2006, s. 171.


Bitirme tezi - hazırlayan : Sultan SIĞLAN




Image Hosted by ImageShack.us






16 Ağustos 2009

И А Z А И








 
Image Hosted by ImageShack.us