Gerçek bir devrimci:Tezer Özlü
"Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir " Wittgenstein
Tezer Özlü'yü yitireli on yedi yıl olmuş. Ölümünden bu yana geçen sürede kitaplarının yeni baskıları onun unutulmadığını, giderek artan bir ilgiyle okur tarafından arandığını gösteriyor. Genç yaşta yitirdiğimiz Tezer Özlü'yü sevgi ve özlemle anıyoruz.
SERDAR GÜNEY* 2003
"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok ki... Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzüne haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da hangi tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."(1)
Tezer Özlü'den okuduğum ilk satırlar bunlardı. Yıllar önce, bir arkadaşımın, "Oku seveceksin," diyerek uzattığı o kitabı, sonra, yıllarca elimden düşürmeyecek, tekrar tekrar okuyacaktım. Benim için yazdığına inandığım bir yazarım daha olmuştu işte. Daha sonra, aynı arkadaşımdan, o kitabın yazarının yıllar önce vefat ettiğini öğrendiğimde yaşadığım derin üzüntü içimde bir yerlerde şiddetini hâlâ korur.
Tezer'in kitaplarına ilişkin olarak kaleme alınmış pek çok yazıda, Tezer Özlü'nün, hiçbir dolaylamaya başvurmadan salt yaşadığı hayatı eksen alarak yazdığı için, onun yazdıklarının roman ya da öykü değil, anı ya da anlatı olduğu belirtilmekte. Nedir roman? Bir tek romandan bahsedilebilir mi? Yani, Cervantes'ten bu yana roman hiç mi değişik yollara sapmamıştır? Hiç mi farklı yollara giren romancılar çıkmamıştır?
19. yüzyılın pozitivizm temelli gerçekçi roman anlayışı, 20. yüzyıla gelindiğinde, Joyce'un, Kafka'nın, Musil'in ve daha pek çok romancının öncülüğünde yerini modernist ve postmodern romana bıraktı. Bu roman anlayışlarında, romancı dikkatini, eski roman anlayışında olduğu gibi topluma, toplumsal ilişkilere değil, toplum içinde yalnızlaşmış, yabancılaşmış bireye, onun düşüncelerinin gel gitlerine, bilincinin karmaşıklığına çevirmişti. Klasik gerçekçi roman anlayışının temel yapısını oluşturan olay örgüsü, çevre ve karakter çizimleri, modernist romancıların eserlerinde kurgusal dalgalanmalara, imge ve ritim gibi öğelere bırakmıştı yerini. Karakter ise eski ağırlığını yitirmişti; karakter, okunan mıydı artık, okuyan mı?
Gerçekçi roman yazarlarını modernist yazarlardan ayıran bir diğer önemli nokta ise, onların okurla kurduğu ilişkide ortaya çıkmaktaydı. Gerçekçi romanda, okura öncelikle öykünün bir kurmaca, bir hayal ürünü olduğunu unutturmaya ve okurda, sanki okunan olaylar gerçekmiş izlenimi verilmeye çalışılıyordu; karakterler, çevre bütün canlılıklarıyla resmediliyor, olay örgüsünde hiçbir kırılmaya yer vermeden baştan sona doğru gidiliyordu. Modernist ve postmodern romanda ise, okura böyle bir izlenim vermekten özellikle kaçınılır; okura, her şeyin bir kurmaca, bir oyun olduğu anlatılmak istenir. Ana metin, ara metinlerle bölünür; gerçeklik, kurmaca metinlerle yerle bir edilir; zaman algısında sıçramalarla âni kırılmalar sağlanır. Bilinç akışı, anlatıcının ya da karakterlerin bilincine girilerek orada dalgalanmalar yaratılması gibi teknikler kullanılır. Bu teknikler, özellikle postmoder romanlarda, okuru gerçeklik karşısında özgürleştirmeyi amaçlamaktadır.
Yeni bir biçimin peşinde
İşte, Tezer Özlü'nün eserlerinde de bu tekniklere yaklaşan bir yön bulmak mümkün. Onun yazdıklarının roman ya da hikâye değil, anı olduğunu söyleyen yazarlar bence bu noktayı atlıyor. Leylâ Erbil, onun ilk romanı için yazdığı bir yazıda şöyle der "Tezer Özlü Kıral psikanalize hiç başvurmadan kahramanını hemen hemen eksiksiz tanıtıyor bize. Hemen hemen deyişim bir başka eksiklikten doğuyor. O da, kitapta geleneksel romanda mutlaka görmeye alıştığımız insanın köklerine, tarihe bakmayışı. Biraz da bu yüzden kendime hep sordum okurken Bu kitap roman mı? Bizler gibi klasik romanın tiryakisi kesilmişler için hiç de romanlık bir hali yoktur kitabın. Kısacıktır. Ama, kısacıklığı; şurayı biraz daha anlatsaydı ya, dedirtmesi bizim şartlanmamızdan ileri gelmiyor mu? Giderek; beğeni ya da güzellik anlayışımız, daha önce bize belletilen, koşullanmışlığımızın toplamından başka bir şey mi ki? (...) Belki de yazarın ileride geliştireceği, üzerinde ısrar edeceği bir roman anlayışı ile karşı karşıyayız?"(2) Evet, Tezer Özlü'nün, bu roman anlayışında gerçekten ısrar ettiği, sonraki romanında ve öykülerinde de görülür. Tezer Özlü, modernist roman çizgisinde durarak kendi roman ve öykü üslubunu oluşturmak için didinmiş bir yazardır. O, her şeyden önce, yeni bir roman ve öykü biçiminin peşindeydi. Çünkü yaşadığı çağın ve toplumun bir tanığı olarak, bir yandan çağının ve toplumunun egemen değerlerine karşı çıkarken, bir yandan da sanatını o değerlere yaslanarak gerçekleştirmesinin o toplum eleştirisini havada bırakacağının farkındaydı. Tezer Özlü, toplumdaki egemen değerlere karşı çıkışını, yazın teknikleriyle de sürdürmenin üstesinden gelebilmiş ender yazarlarımızdan biriydi.
Onun, bu biçim ve üslup arayışları daha ilk öykülerinde kendini gösterir. Bilinçle bilinçaltının, geçmişle şimdiki zamanın gerçek bir düşselin iç içe geçmesi; Gabuzzi(3) ve Amerikalı Komşum Willy adlı öykülerindeki söz dizimlerinin özgünlüğü; Naona Alanı öyküsünde zaman çizgisinin silinişi ve karakterin belirsizleşmesi bunun kanıtları arasındadır. Doğan Hızlan'ın, Tezer Özlü için, Gelişmelerin Hikâyecisi(4) başlıklı bir yazı yazması boşuna değildi.
1980 yılında yayımladığı ikinci kitabı Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde üslubunun çizgilerini derinleştirip geliştirmeyi başarmıştı Tezer Özlü. Kitapta, bir anlatıcının ağzından -ki, Tezer Özlü'den başkası değildir bu- küçük burjuva toplum yapısı tüm değerleriyle eleştirilmekteydi. Sıkı bir toplum eleştirisine girişse de Tezer Özlü, aynı zamanda, bu romanı aracılığıyla çocukluğu ve tüm geçmişi ile bir hesaplaşma içine de girmekteydi. Bu yüzden romanda anlatılan hep geçmiş zaman olsa da, olaylar her satırda şimdiki zaman kipinde anlatılmakta. Romanın daha ilk satırlarında toplumsal eleştiri yoğunlukla hissettirir kendini. Aile yaşantısı, ailedeki sevgisizlik, iletişim kopukluğu ve aile bireylerinin yalnızlıkları, kapuk değiştiren bir toplum ve bu toplumdaki sarsıntılar, bütün toplumsal kurumlarda öğretilmeye çalışılan yaşamın bir yalanlar zincirinden ibaret olduğu ve dışarıda akıp giden yaşamla nasıl bir tezat oluşturduğu, bütün bunları kendi özel dünyasının sınırsızlığı içinde algılamaya çalışan on bir yaşındaki Tezer'in gözünden bütün çıplaklığı, çarpıcılığı Türkiye edebiyatında eşine az rastlanır bir nesnellik zeminine oturtularak anlatılmaktadır. Tezer Özlü, farklılığını, kendi öznel dünyasını yaşamasına izin verilmeyen bireyin toplumsal kurallarla olan çatışmasını; ne çocukluktan gençliğe geçerken yaşadığı cinsel deneyimleri ile, ne elektroşok koması ile, ne psikiyatri kliniğinde hademeden dayak yiyişi, ne de doktor ya da hemşire kimlikli kişilerin cinsel tacizleri ile aktarırken ne en ufak bir yapaylığa düşüyor, ne de kendini acındırma hastalığına kapılıyor.
Tezer Özlü, yaşarken de zaman denen olguya inanmamaktaydı. Ya da en azından, onu farklı bir biçimde algılıyordu; zamana, onun dışında bir yerden bakıyordu sanki "Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anlıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. Kuzey Avrupa'nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi."(5)
Zaman algısında kırılmalar
Tezer Özlü de, postmodern yazarların yaptığı gibi, bu romanında zaman çizgisini düz bir çizgi olarak kurmaz; zaman algısında kırılmalar yaratır; ya da elektroşok sahnesini elektroşok uygulanan kişinin zihnine girerek anlatır; böylece okuyucuya, okuyanın sadece kelimelerden ibaret bir kurmaca olduğu mesajını vermeye çalışır. Çünkü o da, gerçek yaşamın kelimelerle aktarılabileceğine inanmaz "Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?"(6) Ama, postmodern bir yazar da değildir o. Daha önce de belirttiğim gibi, kendi üslubunun peşindedir.
Büyük çelişkiler
Romanın başkişisi, çevresinde tezatları görmektedir; çünkü, ona her yerde öğretilenlerle yaşananlar arasında büyük çelişkiler bulunmaktadır. Bu çelişkiler her şeyden evvel, dünyayı algılaması, birbirine zıt iki kültür tarafından biçimlendirilen (Romanın başkişisi, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğu olarak, İstanbul'daki yabancı okullardan biri olan Avusturya Kız Lisesi'nde okumaktadır) bu gençte bir kültürel şoka, topluma karşı bir yabancılaşmaya ve bu da onun, yaşamı temelinden sorgulamasına neden olur. Bu yüzden, romanlarının ana izleklerini ölüm, yabancılaşma, varoluş, yalnızlık, bırakılmışlık, yokluk, hiçlik, kadınlık, erkeklik, çocukluk, yaşlılık... vs. oluşturur. Ancak, Tezer Özlü'yü yukarıda saydığım yazarlardan ayıran önemli bir nokta vardır ki, aslında bu, Tezer Özlü'nün kendine özgü bir üsluba sahip olmasının da temel dayanaklarından biridir O, bütün bu izleklerden, bir yaşama iradesi, yaşama gücü çıkarmayı başarmış bir yazardır. Gençtir. Bedenini, cinselliğini keşfeder; sevişmek istediğinde toplum ona, evlenmesi gerektiğini söyler. Çevresindeki ikiyüzlülüğü, yozlaşmayı, toplumda giderek kendine yer bulan gündelik ve siyasi faşizmi görür, isyan eder, aklın sınırlarını zorlar; kendini psikiyatri kliniklerinde, elektroşok tedavilerinin içinde, beynine elektrik verilirken bulur. Faşistler orada da bırakmaz yakasını; ellerinde yetkilerinden, zorbalıklarından başka hiçbir şey bulunmayan, doktor, hemşire, hademe kimlikli insanlar tarafından itilir kakılır; gene de oradan kurtulmayı, yaşama tutunmayı başarır. Dışarı çıkar, bir adamla evlenmek ister; kendinden yaşça küçüktür sevdiği adam. Toplum bunun da hesabını sormaya kalkar ondan; önüne binbir türlü bürokratik engeller koyar. Ama Tezer, "Temel sorun, yalnızlık direncini yitirmemekte,"(7) der sonunda. Yazdığı her satırla, insanı yaşama yabancılaştıran tüm toplumsal değerleri alaşağı ederken, ona hep acı veren bu değerlerin yıkıntısından yeni güneşler doğurur hep; üstelik de bunu, böyle bir kaygı taşıdığını asla belli etmeden, hiç de öğretici yazar, büyük usta yazar havalarına bürünmeden olanca doğallığıyla gerçekleştirir. Doğallığıyla, diyorum; çünkü, o yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan bir sanatçıydı. Onu büyük bir yazar yapan etkenlerden biri de buydu işte. En yakın dostlarından biri olan Leylâ Erbil, onun eserleri için şöyle yazar "T. Özlü'nün sanatı yalındır. Öyle çağdışı esrarlı felsefelere, geçmiş metinlere, yapay belirsizliklere dayanan bir metin değildir. Canlı, çağdaş ve saydamdır. Öyle bir saydamlık ya da tuhaflık ki, okurken satırların arasından yazarın sizi çağırdığını, haykırdığını, güldüğünü görmüş gibi olursunuz. İçinde bir tek 'esrar' sözcüğü içermeyen bu metin, sanatsal esrarını kendi olmaktan alır."(8)
Yaşadığı acılar onu yaşama küstürmez; aksine, bütün o yaşadıklarını öyle bir bilinçle damıtır ki, bundan bir yaşama direnci, ahlaki bir tavır çıkarır. Kitaplarında zaman zaman kendini açıkça belli eden ölüm isteği bile, yaşama delice bağlılığının bir sonucudur aslında "Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim.
(...) Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı'nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok." (9)
Üç yazarın izleri
İkinci kitabı olan Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta üslubu kendini iyice bulmuştur artık. Çok sevdiği, adeta tutkuyla bağlı olduğu üç yazarın (Pavese, Svevo, Kafka) izlerini sürer bu kitabında. Kitabın başkişisi yine kendisidir ve ana izlekleri olan ölüm, yalnızlık, bunaltı, varoluş temaları bu romanda da peşini bırakmaz Tezer'in. Bu romanı da çocukluğuna ve gençliğine göndermelerle doludur.
Birinci zaman tekil kipinde başlayan romanda yer yer ikinci zaman tekil kipine dönülür. Bu bölümlerde yazar, sanki, benliğinin dışına çıkmakta, kendisiyle (belki de okurla?)konuşmaktadır. Neredeyse bütün roman bir iç konuşma halinde geçer ve asla sona ermez. Aslında, romanın nerede başladığı da belirsizdir; tıpkı yaşam gibi. Hem kesin bir başı ve sonunun olmamasıyla, hem de yazarın, okuru neredeyse bütün Avrupa'yı bir labirentteymiş gibi dolaştırmasıyla (Batı Berlin, Hamburg, Doğu Berlin, Stockholm, Prag, Viyana, Zagreb, Belgrad, Niş, Viyana, Venedik, Trieste, Santo Stefano Belbo, Torino) ve her satırında neredeyse somutlaşarak varlığını hissettiren bunaltı duygusuyla bu roman, Kafka'nın eserlerini çağrıştırır. Oysa bir Kafka romanından çok başka bir romandır bu; okura, hiç duraksamadan, 'Tezer Özlü romanı' dedirten bir roman. İlk romanında denediği, karakterin bilincine girme tekniğine benzer bir tekniği, aynı amaçla, bu romanda da uygular Tezer Özlü. O, bu bilinci açma tekniğini öykü ve romanlarının salt başkişilerine uygular. Diğer kişilerin bilinç içeriklerine girmeyi hedeflemez. Sadece, onlardan kendisine ulaşan resimleri kendi bilinç içerikleriyle sorgular, yoğurur, onlara biçim verir. İşte, bütün öykü ve romanları böylece, salt o öyküyü ve romanların başkişilerinin bu yoğurma, biçim verme çabalarından ibarettir. İlk bakışta kolay gibi görünse de, aslında oldukça ustalık gerektiren bir tekniktir bu.
Yaşamın Ucuna Yolculuk bir yandan, bütün Avrupa'nın ve Avrupa insanının bir panoramasını da sunar. Bu yanıyla aynı zamanda, bir sanayi toplumu eliştirisidir. Gittiği her yerde insanlarla konuşur. Adeta bir insan demeti sunar bize roman boyunca. Romanın bu bölümleri insanı ele alma biçimiyle onun öyküleriniçağrıştırır. İnsanlarla konuşur. O, insanları aktarırken, biz aynı zamanda, o insanlar hakkındaki izlenimlerini de öğrenmiş oluruz onun. Berlin'de, yalnızlıkları içindeki yaşlıları görür, bunaltı yakasına yapışır; Hitler faşizmi sırasında insanların gaz odalarında öldürülmesini aslında hiç umursamadan eleştiren insanlarla konuşur, korkar. İnsan olmaktan utanır. Tüketim çılgınlığı içinde mağazalara girip çıkan insanları izler. Acı çeken, ölümünü bekleyen, alkole batmış, intiharın eşiğindeki insanları görür, hastane günlerini, çocukluğunu, çektiği acıları, ülkesinde bıraktığı ve kimini toprağa verdiği arkadaşlarını anımsar. Caddelerde yürür, polislerce tartaklanan insanları, her görüntüleriyle birer yama gibi durmaktan öteye gidemeyen yabancı işçileri izler... Sanayi toplumu olmayı başarmıştır Avrupa; ama ne kadar uygardır; dahası, uygar olabilmiş midir? İnsanına sunduğu mutluluk, işte bunlardan ibarettir. İstasyonlardan geçer, lokantalara girer, hep insan(lar)la karşılaşır; ona acı veren ve onu mutlu kılan insan(lar)la. Yine de hiçbir yerde duramaz "Gitmem gerek. Ne yaşlı kadınları, ne de yaz tatili için ülkelerine gitmeden önce tüm mağazaların en gereksiz mallarını satın alan Türk işçileri göremem. Bu iki durum da bana dayanılmaz bir acı, umutsuzluk veriyor."(10) Bütün bu cümleler roman boyunca, uygar Avrupa düşüncesinin yumuşak karnına sıkı bir yumruk gibi iner adeta. Tezer Özlü'nün, "Şunu öğrenmelisin Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur,"(12) cümlesi, aslında bütün kitaplarındaki toplum eleştirisinin temelini oluşturur. Bireyin yazarıdır o; Tanrı'nın ve evrenin sonsuzluğu; devletin ve toplumun baskıları karşısında çırılçıplak, yapayalnız kalan ve bunun bunaltısını duyan bireyin yazarı; diğer insanlar ilgilendirmez onu "Anlatamayacağım. Bu insanlar 'Guguk Kuşu' filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?"(12)
Önyargıları yıkmak
Tezer Özlü, "Ne 12 Mart döneminde, ne öncesinde ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz,"(13) dese de, çağının ve toplumunun siyasal olaylarına gözlerini kapatmamıştır hiçbir zaman. Şöyle ekler "Benimle büyümüş, benimle gelişmiş, varoluşumun özü devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını istemek. Ölümle burun buruna gelince, kendiliğinden dışa yansımış bir dilek. Düşüncelerimin özü." Aslında, gerçek bir devrimcidir o Hep hareket halindedir; yaşamın bütün sınırlarını; bilincin bütün önyargılarını yıkan ve bunu bir etik tavır olarak inşa eden bir devrimci. Onun bu etik tavrı, Wittgenstein'ın, "Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir," sözünü getirir akıllara.
Tezer Özlü, yalınlığından hiçbir biçimde taviz vermeden, uzun uzadıya büyük felsefi çözümlemelerle boğmadan okuyucuyu, salt izlenimlere, salt kahramanlarının anlık duygulanımlarına, bu duygulanımlardaki dalgalanmalara yer vererek toplum eleştirisini, daha ilk ürünlerinden itibaren olanca sarsıcılığıyla ortaya koyabilmiş bir yazardır.
Hiç şüphe yok ki, yaşasaydı, bu yönde eserler vermeye devam edecekti; konu sıkıntısı çekmiyordu. Leylâ Erbil'e yazdığı bir mektupta şöyle der "Kendim 30-40 sayfa kadar yazı yazdım. Ancak konulu bir şey anlatmak istemiyorum. Konu o kadar çok ki, çevresine bakan binlerce konuyu görür, görsün."(14) Başına buyrukluğunu, bir başınalığını kendine kılavuz edinmişti; bu yüzden, ünlü olmak derdinde de değildi "Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yaparsam, okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu rahatsız etsin istiyorum."(15)
Tezer Özlü, aramızdan ayrılalı tam on yedi yıl geçmiş. Yaşamı boyunca aradığı sınırsızlığa on yedi yıl önce kavuşmuştu Tezer Özlü. Sürekli bir yolculuk duygusu içindeydi; yaşamı 'gitmek' olarak algıladığını söylüyordu; çünkü, sınırları can sıkıcı olarak görüyor, sınırları yıkmak, aşmak için yaşıyordu.
"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep."(16)
Tezer Özlü, son yolculuğunu, ardında yeri doldurulamayacak bir boşluk ve edebiyatımızdan hiç silinmeyecek izler bırakarak yaptı. O izlerle hesaplaşmayı göze alacak okurların olduğuna inanmak belki rahatlatıcı olabilir; ama Tezer Özlü'nün eserlerini gelecek kuşaklarla buluşturmak sorumluluğunu her zaman taşımamız ve bunun için bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
SERDAR GUNEY - 2003
(*) Güney, Serdar. "Gercek Bir Devrimci: Tezer Ozlü" (A Real Revolutionist: Tezer Ozlü). Cumhuriyet Kitap. 20 February 2003
(1) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(2) Bir Romanı Okurken; Çocukluğun Soğuk Geceleri Yazko Edebiyat, Mart 1981 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997)
(3) Eski Bahçe-Eski Sevgi (Bütün Öyküleri), Yapı Kredi Yayınları, 1997.
(4) Cumhuriyet, 9 Kasım 1978 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(5) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(6) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(7) a.g.e.
(8) "Bir İntiharın İzinde" Zaman; Varlık, 25 Şubat 1992 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(9) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(10) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(11) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(12) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(13) a.g.e.
(14) Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar , Yapı Kredi Yayınları, 1996.
(15) a.g.e.
(16) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Bir Arkadaş İçin ;
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal bir cama vuruyor
Tezer
Can Yücel
(Cumhuriyet Kitap)
---
08 Eylül 2007
Gercek bir devrimci:TEZER OZLU
Gönderen Ey'lûl