^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

06 Ekim 2007

GİZDÖKÜMCÜ TÜR / S.PLATH

"gizdökümcü türün tanimlayici özelliği, kendini aklama peşinde olan sairin, yeraltina inmesidir."
A.Alvarez,M.L.Rosenthal,K.Malkoff gibi bazı elestirmenler; Lowell, Roethke, Plath ve Sexton gibi isimlerin şiirlerini gizdökümcü tür baglaminda degerlendirmislerdir.
Karl Malkoff, gizdökümcü şairlik için şunlari soyler:
"...Gizdökümcü şairlik dagilmis halde de olsa bir egonun, bir bilincin varligini gerektirir. Gizdökümcü şairligin temel gerilimlerinin kökeninde psişik bütünluge dogru gidişle dagilma arzusu arasindaki catisma yatar tam olarak.Mutlak özgürlük egiliminden kaynaklanan bu gerilim şiirlere yansır." Plath bu gerilimi kendisinin hayata ve ölüme dair birbiriyle çelişen görüşleriyle tırmandırır. Aslinda gizdökümcü bir sekilde yaşar ve yaratır. kynk:Nilgun Marmara çev:Dost Körpe-2006
Hasan Bülent Kahraman’a göre “Türkiye’de henüz itiraf edebiyatı yok”.
"İngilizce confession kelimesi, günahların, kişinin iç barışıklığını sağlamak için ayinsel itirafı anlamına geliyor. Confessionalist poetry deyimi için, itiraf kelimesinin olumsuz çağrışımları göz önünde tutulursa gizdökümcü şiir daha iyi bir karşılık. Bu ikinci terimde de sorun yok değil. Şairin süreçteki tasarlayıcı etkisini azaltarak şiiri bir iç dökmeye, veya örtüsünü kaldırmaya indirgeyen bir anlamı var. Gizdökümcü şiiri düşününce, ortaya dökülen gizin aslında günahlarla bir ilgisi olmadığını, travma yaratan olayın yeniden sahnelenmesi olduğunu söyleyebiliriz." Enis Akın-2005
gizdökümcü şair, eylemi,düşüncesi ve hisleri ile ilgili her utanç verici, acı verici ayrıntıyı saklar ve -belki- füzyona sokar. yazdıklarından bunları izleyebilir, tek tek durumlardan öte, arka arkaya eklenmiş durumları, hareketi gözleyebiliriz. kendisi de büyük olasılıkla yazarken aynı şeyi yapmaktadır. bunun doğal bir sonucu olarak gizdökümcü, kendisi tahrip ve onulmaz bir benmerkezcilik ile lanetlenir... edebiyat sözlüğü

Gizdökümcü tür ve Sylvia Plath'ın şairliği
"Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi";Kitap, metnin tıpkı baskısı olduğu için, Marmara'nın tez hocasının kısacık açıklaması kitabın- tezin başında yer alıyor. Bu tezin hocası olan Cem Taylan'ın onay imzasıyla kitapta karşılaşmak Marmara'nın yayında Cem Taylan hocanın hatırlanmasına da neden oluyor.
Tezin ilk bölümü, adından anlaşılacağı üzere, gizdökümcü türle Sylvia Plath'ın şairliği arasında nasıl bir akrabalık olduğunu temel eksen olarak ele alıyor. Dolayısıyla, öncelikle Amerika ve İngiltere'de 1950'lerde yükselen bu Gizdökümcü türün ne olduğunu anlatıyor. Bir parantezden daha söz etmek gerekiyor; Marmara, bu tezi İngilizce olarak yazmıştı. Metne dönersek, Marmara hemen girişte Gizdökümcü türü tanımlıyor. Ona göre bu türün özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Marmara bu bölümde, söz konusu türün köklerini araştırıyor. Bu türün adını kullanan, üreten eleştirmenleri anımsatıyor. Bölümde türün diğer temsilcilerinin yanında, Plath'ın ünlü şiiri 'Lady Lazarus' da aynı bağlamda analiz ediliyor.
kynk:Radikal/Orhan Kahyaoğlu-20.04.2007

(...)
türün diğer temsilcileri gibi plath'ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. 'leydi lazarus' adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. plath kendini, uygarlığın nazizm'e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. bu yeniden doğuş sayesinde, 'erkekleri' yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. ayrıca, gizdökümcü şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama plath'ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve plath'ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. plath, ideolojik kaygıları lowell ve ginsberg'in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.(syf:11-13)
(...)
sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. bu yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir. freud'a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi tarafından iptal edilir. ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. intikam, kin, düzeni bozmak, "diğerini" öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. ama bu ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.
(...)
kadınların şiirlerindeki ortak nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer; ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. yukarıdaki temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde, hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için manipüle ettiklerini görürüz.
(...)
bir karşılaştırma yapmak için, Dickinson'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. taklit ve yansıma evreninde o iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. plath'ın ölüme olan saplantısı dickinson'ınkiyle ve hatta bazen bradstreet'inkiyle ilişkilendirilebilir. onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de erotizmle tanımlanabilir. dickinson da, plath da bu gotik geleneği öyle aşırı bir şekilde yüceltirler ki, 'kişiliklerini' ölüm kavramının gereklilikleri ve zorunlulukları üstüne kurarlar. ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler. toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan 'gerçekliği' algılar ve yorumlarlar.
(...)
Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de "hayata ve ölüme soğuk bir gözle" bakabilirdi.
her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve s. de beauvoir'ın "erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir" sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
(...)
"öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu..." der ted hughes, plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: "...hayat neredeydi? dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde: kendimi giderek daha kötü hissediyordum. ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. oturup tek cümle bile yazamıyordum. korkudan kaskatı kesilmiştim..."
(...)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.
SYLVIA PLATH'IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ Nilgün Marmara Çeviren: Dost Körpe, Everest Yayınları, 2006

Gizdökümcü Tanriça;
"alelacele yaşanmış, bir solukta tüketilmiş bir hayat. bir modern çağ tragedyası. baş oyuncusu bir kadın şair: Sylvia Plath. bir şiir kuyumcusu. fırtınalı hayatının gelgitlerinden, karabasanlarından olağanüstü imgeler, inanılmaz dizeler yaratmayı başaran, insanları şaşkına çeviren bir büyücü. hayatla ölüm arasındaki satranç oyununu kaybedeceğini bile bile yaratma oyununu sonuna dek oynayan bir kahraman."
"Sylvia Plath, İngiliz ve Amerikan şiirinin cadı tanrıçası. Lanetli gizdökümcü şair. Yaşantılarını ve dilini kendine karşı şiddete dönüştüren şiir kuyumcusu. Kendine kıyma tutkusunu bu kuyumculuk içinde otuz yaşında gaz soğurarak noktalayan ve geride kalanlara zehir zemberek yapıtlarını armağan bırakmış güzel kadın, anne, sevgili. Sırça fanusu içinde onu bunaltan bütün kimliklerinden, toplumsal rollerinden, sıfat ve eğretilemelerden kurtulmaya çalışırken kendisi bir eğretilemeye dönüşen ve okuyucuyu da içine çekecek bir karabasan. Lowell'in dediği gibi, bu şiirleri yazmak da okumak da içinde altı kurşun olan bir silahla rus ruleti oynamaktan farksız. Tüyler ürpertici, dehşet verici bir estetik."

04 Ekim 2007

Anne SEXTON - VIDEO

Anne Sexton (9Kasım1928-4Ekim1974 A.B.D)

ANNE SEXTON - " HER KIND "





"insan rüyasında hiçbir zaman 80 yaşında olmuyor."
"kadın konuşması daktilo sesine benzer. Onu duymak için erkek sezgisine sahip olmak gerekir"Anne Sexton

"...28 yaşıma gelinceye kadar, beyaz sos yapmaktan ve cocuk bezi değiştirmekten başka bir şey bilmeyen, bir bakıma benliği içine gömülmüş biriydim. herhangi bir yaratıcı derinliğim olup olmadığını bilmiyordum. amerikan rüyası nın, burjuvalara, orta sınıfa özgü bu düşün kurbanıydım. bütün istediğim yaşamdan bir pay almak, evlenip çocuk sahibi olmak tı. her şeyi altetmeye yetecek sevgi olursa,karabasan ların, sanrı ların, şeytanların yok olup gideceğini sanıyordum. törelere uygun bir yaşam sürdürebilmek için kendimi parçalıyordum çünkü böyle yetiştirilmiştim; kocam da benden bunları bekliyordu. oysa bu karabasanları uzakta tutmak için küçük, beyaz kazıklı çitler oluşturamaz. ben aşağı yukarı 28 yaşımdayken yüzey çatladı. büyük bir ruhsal bunalıma düştüm ve intihar etmeye çalıştım..." - A.Sexton

Anne Sexton (1928-1974)
Plath gibi Anne Sexton da Amerika Birleşik Devletleri'nde kadın hareketinin hemen arifesinde bir eş, anne, ve şair olmaya çalışan tutkulu bir kadındı. Plath gibi akıl hastalığından muzdaripti ve sonunda intihar etti. Sexton’un itirafçı şiirleri* Plath’a göre daha otobiyografikti ve Plath’ın ilk şiirlerinde görülen ustalık onda yoktu. Ancak, Sexton’un şiirleri duygulara hitap eder. Seks, suç ve intihar gibi tabu konuları gözümüze sokar. Şiirleri sık sık çocuk doğurma, kadın vücudu, veya evlilik gibi kadın konularını kadın bakış açısından cesaretle işler. Her Kind (Onun Cinsi, 1960) başlıklı şiirinde Sexton kendini kazıkta yanan bir cadıyla özdeşleştirir.
* itirafci siir/gizdokumcu siir/confessional poetry




pamuk prenses ve yedi cuceler
anne sexton'ın 1971 tarihli transformations şiir kitabında şiir olarak yeniden yazdığı 17 masaldan biri. masallar tabiki oldukları gibi değil, sexton'ın sivri feminist dilinden yeniden yazılmıştır. çoğu çok eğlencelidir, masallarda çocuklara bilinçaltından "kakıtılan" bir çok kodlamayı (özellikle kız çocuklarına öğretilmeye çalışılan toplumca kabul gören kadın rolü) okuyucunun gözüne sokar sexton; genelde mutlu sondan sonrasını da küçük bir cümleyle yazmadan edemez, tabiki kötüdür herşey, prensesler evlendikleri prenslerin yanında oyuncak bebeklere dönüşürler, sexton'ın sevdiği (bkz: her kind) ama çocuklara daha küçükken nefret ettirilen cadı karakterleri de kızgın yağlarda yakılır vb. ayrıca bir çok masala cinsel açıdan yaklaşır, özellikle rapunzel'e, ve kadınlardaki cinsel bastırılmışlığın bu masallar vasıtasıyla başladığına işaret eder.

Snow White and the Seven Dwarfs
No matter what life you lead
the virgin is a lovely number:
cheeks as fragile as cigarette paper,
arms and legs made of Limoges,
lips like Vin Du Rhône,
rolling her china-blue doll eyes
open and shut.
Open to say,
Good Day Mama,
and shut for the thrust
of the unicorn.
She is unsoiled.
She is as white as a bonefish.

Once there was a lovely virgin
called Snow White.
Say she was thirteen.
Her stepmother,
a beauty in her own right,
though eaten, of course, by age,
would hear of no beauty surpassing her own.
Beauty is a simple passion,
but, oh my friends, in the end
you will dance the fire dance in iron shoes.
The stepmother had a mirror to which she referred-
something like the weather forecast-
a mirror that proclaimed
the one beauty of the land.
She would ask,
Looking glass upon the wall,
who is fairest of us all?
And the mirror would reply,
You are the fairest of us all.
Pride pumped in her like poison.

Suddenly one day the mirror replied,
Queen, you are full fair, 'tis true,
but Snow White is fairer than you.
Until that moment Snow White
had been no more important
than a dust mouse under the bed.
But now the queen saw brown spots on her hand
and four whiskers over her lip
so she condemned Snow White
to be hacked to death.
Bring me her heart, she said to the hunter,
and I will salt it and eat it.
The hunter, however, let his prisoner go
and brought a boar's heart back to the castle.
The queen chewed it up like a cube steak.
Now I am fairest, she said,
lapping her slim white fingers.

Snow White walked in the wildwood
for weeks and weeks.
At each turn there were twenty doorways
and at each stood a hungry wolf,
his tongue lolling out like a worm.
The birds called out lewdly,
talking like pink parrots,
and the snakes hung down in loops,
each a noose for her sweet white neck.
On the seventh week
she came to the seventh mountain
and there she found the dwarf house.
It was as droll as a honeymoon cottage
and completely equipped with
seven beds, seven chairs, seven forks
and seven chamber pots.
Snow White ate seven chicken livers
and lay down, at last, to sleep.

The dwarfs, those little hot dogs,
walked three times around Snow White,
the sleeping virgin. They were wise
and wattled like small czars.
Yes. It's a good omen,
they said, and will bring us luck.
They stood on tiptoes to watch
Snow White wake up. She told them
about the mirror and the killer-queen
and they asked her to stay and keep house.
Beware of your stepmother,
they said.
Soon she will know you are here.
While we are away in the mines
during the day, you must not
open the door.

Looking glass upon the wall...
The mirror told
and so the queen dressed herself in rags
and went out like a peddler to trap Snow White.
She went across seven mountains.
She came to the dwarf house
and Snow White opened the door
and bought a bit of lacing.
The queen fastened it tightly
around her bodice,
as tight as an Ace bandage,
so tight that Snow White swooned.
She lay on the floor, a plucked daisy.
When the dwarfs came home they undid the lace
and she revived miraculously.
She was as full of life as soda pop.
Beware of your stepmother,
they said.
She will try once more.

Looking glass upon the wall...
Once more the mirror told
and once more the queen dressed in rags
and once more Snow White opened the door.
This time she bought a poison comb,
a curved eight-inch scorpion,
and put it in her hair and swooned again.
The dwarfs returned and took out the comb
and she revived miraculously.
She opened her eyes as wide as Orphan Annie.
Beware, beware, they said,
but the mirror told,
the queen came,
Snow White, the dumb bunny,
opened the door
and she bit into a poison apple
and fell down for the final time.
When the dwarfs returned
they undid her bodice,
they looked for a comb,
but it did no good.
Though they washed her with wine
and rubbed her with butter
it was to no avail.
She lay as still as a gold piece.

The seven dwarfs could not bring themselves
to bury her in the black ground
so they made a glass coffin
and set it upon the seventh mountain
so that all who passed by
could peek in upon her beauty.
A prince came one June day
and would not budge.
He stayed so long his hair turned green
and still he would not leave.
The dwarfs took pity upon him
and gave him the glass Snow White-
its doll's eyes shut forever-
to keep in his far-off castle.
As the prince's men carried the coffin
they stumbled and dropped it
and the chunk of apple flew out
of her throat and she woke up miraculously.

And thus Snow White became the prince's bride.
The wicked queen was invited to the wedding feast
and when she arrived there were
red-hot iron shoes,
in the manner of red-hot roller skates,
clamped upon her feet.
First your toes will smoke
and then your heels will turn black
and you will fry upward like a frog,
she was told.
And so she danced until she was dead,
a subterranean figure,
her tongue flicking in and out
like a gas jet.
Meanwhile Snow White held court,
rolling her china-blue doll eyes open and shut
and sometimes referring to her mirror
as women do.
Anne Sexton



Her Kind
have gone out, a possessed witch,
haunting the black air, braver at night;
dreaming evil, I have done my hitch
over the plain houses, light by light:
lonely thing, twelve-fingered, out of mind.
A woman like that is not a woman, quite.
I have been her kind.

I have found the warm caves in the woods,
filled them with skillets, carvings, shelves,
closets, silks, innumerable goods;
fixed the suppers for the worms and the elves:
whining, rearranging the disaligned.
A woman like that is misunderstood.
I have been her kind.

I have ridden in your cart, driver,
waved my nude arms at villages going by,
learning the last bright routes, survivor
where your flames still bite my thigh
and my ribs crack where your wheels wind.
A woman like that is not ashamed to die.
I have been her kind.
Anne Sexton


BÖYLE BİRİSİ
Dışarı çıktım cin çarmış büyücü gibi,
uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
kır evlerinin üstünden, ışıktan ışığa;
kimsesiz şey, on iki parmaklı akıl fukarası.
Böyle bir kadın tam kadın değildir.
Ben böyle birisi oldum.

Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında,
tavalar, oymalar, raflarla doldurdum
gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle;
akşam çorbası pişirdim kurtlar ve periler;
yola getirdim yoldan çıkmışı.
Böyle bir kadın yanlış anlaşılır:
Ben böyle birisi oldum.

Arabana bindim, arabacı.
çıplak kollarımı salladım geçtiğimiz köylerde,
son ışıklı yolları keşfederek; hayatta kaldım
ateşinin hala kalçalarımı ısırdığı yere
ve tekerlerin döndükçe kaburgalarımın kırıldığı.
Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.
Ben böyle birisi oldum.
Cumhuriyet Kitap/çev:Cevat Çapan


maxine kumin'e
-sevgili max, bizim dünyamız artık bu-

akıl dupduru olsa
sonra akıl yalın olsa alırsınız bu aklı
alırsınız bu özel durumu ve dersiniz ki
seçme hakkım olsa böyle yaşardım:
mümkün olan şey budur

ne var ki aklı
bütün bunları düşünen kadının, o akıl
bütün bunları mümkün kılan akıl
öyle pek de kolay
kurtaramaz kendini pişmanlıktan
öyle pek de kolay
başaramaz o mucizeyi
aklın ününü oluşturan ya da akla ün katmış olan
canı istediği zaman soyut ve arı olamaz
bu kadın aklı
bilinçle istemeyebilir bile o mucizeyi
bambaşka bir misyonu yüklenecek olan
şu evrende
Anne Sexton, the book of folly,1972

172 Poems written by Anne Sexton
http://www.americanpoems.com/poets/annesexton


" intiharlarin özel bir dili vardir"
But suicides have a special language. Like carpenters they want to know "which tools". They never ask "why build"? 'Wanting to Die' written by A.Sexton, for S.Plath

"Thief -- how did you crawl into, crawl down alone into the death I wanted so badly and for so long," /Sylvia's Death by Anne Sexton /Sylvia’nın kendisinden erken davranmasını içerleyen Sexton, dostunun ardından yazdığı şiirde serzenişte bulunur: “Hırsız! Nasıl bir başına çekip gidebildin/ Ne zamandır fena halde arzuladığım ölüme”.



03 Ekim 2007

ANNE SEXTON -" LIVE OR DIE "


Massachusetts'deki McLean Hastanesi uzun yıllar Amerika'nın en edebi akıl hastanesi ünvanını taşıdı. Robert Lowell, Sylvia Plath, Anne Sexton bunun yakın tanıklarıydılar.

In "Words," Anne Sexton says:
"I try to take care
and be gentle to them.
Words and eggs must be handled with care.
Once broken they are impossible things to repair."


"sözcüklere dikkat etmeye
ve kibar olmaya çalışıyorum.
Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı.
Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır
Onarılmaları. "


Anne Gray Harvey (9Kasım1928-4Ekim1974 A.B.D)

Anne Sexton yıllar boyunca ilginç bir amaca sahipti: McLean'a kabul edilmek. “Keşke McLean'a bir burs alabilsem” diye fısıldar uzun süreli dostu Lois Ames'a. Bundan sanki Amerikan Sanat ve Bilim Akademisine kabul edilmekmiş gibi bahsetmektedir. Gerçi McLean'a kabul edilmeyi elbette hakediyordu: 30 yaşına kadar iki intihar teşebbüsü ve Glenside ve Westwood Lodge senatoryumlarında uzun süreli kalışlar. İlk şiir koleksiyonu olan To Bedham and Part Way Back'de (1960) deliliği hakkında yazar. Deliliğini bir eğlence aracı yapar, arkadaşlarını ve ailesini gidip gelen ruhsal durumu ile manipüle etmekten çekinmez. McLean'da uzun süreli tedavinin masrafından endişe eden terapisti Martin Orne, Sexton'u kabul etmek istemez. 40 yaşına geldiğinde Sexton, bir Pultizer Ödülü kazanmış ve ulusal dergilerde yazmaya başlamıştır. Ama hiçbir zaman McLean'a bilet bulamamıştır.
Neden McLean? Plath ve Lowell yüzünden. Arkadaşı Ames yakın zaman önce bana “Her ikimiz de Slyvia Plath ve Robert Lowell'in orada kaldığını biliyorduk, o da bu kervana katılmak istiyordu. Aynen ailesinin fertlerinin yattığı Mount Auburn kabristanına gömülmek istemesi gibi” diyerek açıkladı durumu. Sexton hemen hemen her konuda Plath ile sert bir rekabet içindeydi. Her ikisi de Boston'un gelişmiş batı kesiminde yetişmişti. Her ikisi de ağzı iyi laf yapan, güzel ve çekici kimseler idi. Her ikisi de kendini büyük şiire adamıştı – büyük dergilerde (The New Yorker, The Atlantic) ve büyük yayınevlerinde (Knopf, Houghton Mifflin) yayınlamak üzere. Ve büyük ödüllere yönelmişlerdi (Pulitzer Ödülü, Yale Genç Şairler Ödülü). Her ikisi de ruhen istikrarsız olduklarını biliyordu ve psikolojik yıkımın bir şekilde iyi şiir ürettiğini anlamışlardı. Her ikisi, doğru bir şekilde, kendilerini potansiyel intiharcılar olarak görüyorlardı. Lowell'in Ritz Carlton Oteli'nde verdiği seminerlerden sonra verilen martini kokteyllerinde, sarhoş kafayla kendilerini öldürmeyi bile tartışmışlardı. Sexton, Plath için şöyle demiştir: “İlk intihar denemesinin öyküsünü gayet hoş ve sevimli detaylarla anlattı.” Bu konuşma hayali değildi. İntihar hakkında konuşurken, Plath ve Sexton, neden veya ne zamanı değil nasılı planlıyorlardı. Sexton bir şiir yayınlayarak Plath'ın kendi ölümcül yarışlarında kendisini geride bırakmasına sitem eder: “Hırsız! / nasıl yürürsün / nasıl! yalnız başına / çok uzun süredir hasretle istediğim ölüme...”
Deli Ozanlar Derneği / Alex Beam
çev: Şükrü Kaya


BOSTON'da bir bar. 1959 yılının Nisan ayı, iki şair; 26 yaşındaki Slyvia Plath ile 30 yaşındaki Anne Sexton, bir taraftan martini extra dry'larını yudumluyor, diğer taraftan büyük bir doğallıkla intihar girişimlerinden dem vuruyorlar.
Plath 5 yıl önce ölme girişiminde bulunmuş, kurtarılmış, uzun bir tedavi ve üç elektroşoktan sonra yaşama dönmüştü.
Arkadaşı, intihar girişimini ve onu izleyen süreci bir kitapta dile getirmişti bile. O Nisan akşamından tam 4 yıl sonra Plath, iki kızını odalarına kilitleyip, fırının gazı ile ölmeyi başaracak ve arkadaşı onun için "Slyvia'nın Ölümü" şiirini yazacaktı. Ne var ki, Sexton yazmaya devam edemedi, '74 yılının bir Ekim akşamı aynen arkadaşının seçtiği yöntemle yaşamına son verdi.
Tek farkla, Sexton bu iş için arabasını kullanmıştı.
Slyvia Plath ve Anne Sexton'un yaşamları ve ölümleri arasında hep paralellik kuruldu. İkisi de Amerikalı, ikisi de eş ve iki çocuk annesiydi. İkisi de daha önce hiç ortaya atılmamış konuların kahramanıydı. Yaşarken aralarındaki en önemli fark, Plath'ın büyük ekonomik güçlükler içinde boğulması, Sexton'un ise çok zengin bir işadamının güzel karısı olmasıydı. Ayrıca Sexton ölümünden önce ünlenmişti, kitapları best - seller olmuş, Pulitzer ödülü kazanmış hatta şiirlerini besteleyen bir soft rock grup kurmuştu. Ama kaderlerini esas ayıran ölüm oldu. Slyvia Plath tüm dünyada ünlenirken, Sexton unutulmaya yüz tuttu.
İki arkadaşın kaderi bugünlerde yine birleşti: Slyvia Plath'ın "Günlük"ü ve Diane Wood Middlebrook'un yazdığı "Anne Sexton Bir Yaşam" adlı kitaplar Avrupa'da aynı anda piyasaya çıkarıldı.
İlahi güçler onları daha fazla ayrı tutamadı!
milliyet.com.tr 2007

Anne Sexton'in Sylvia'ya atfettigi 2 siiri;
1.Sylvia's Death/2.Wanting to Die

Sylvia's Death
for Sylvia Plath
O Sylvia, Sylvia,
with a dead box of stones and spoons,

with two children, two meteors
wandering loose in a tiny playroom,

with your mouth into the sheet,
into the roofbeam, into the dumb prayer,

(Sylvia, Sylvia
where did you go
after you wrote me
from Devonshire
about rasing potatoes
and keeping bees?)

what did you stand by,
just how did you lie down into?

Thief --
how did you crawl into,

crawl down alone
into the death I wanted so badly and for so long,

the death we said we both outgrew,
the one we wore on our skinny breasts,

the one we talked of so often each time
we downed three extra dry martinis in Boston,

the death that talked of analysts and cures,
the death that talked like brides with plots,

the death we drank to,
the motives and the quiet deed?

(In Boston
the dying
ride in cabs,
yes death again,
that ride home
with our boy.)

O Sylvia, I remember the sleepy drummer
who beat on our eyes with an old story,

how we wanted to let him come
like a sadist or a New York fairy

to do his job,
a necessity, a window in a wall or a crib,

and since that time he waited
under our heart, our cupboard,

and I see now that we store him up
year after year, old suicides

and I know at the news of your death
a terrible taste for it, like salt,

(And me,
me too.
And now, Sylvia,
you again
with death again,
that ride home
with our boy.)

And I say only
with my arms stretched out into that stone place,

what is your death
but an old belonging,

a mole that fell out
of one of your poems?

(O friend,
while the moon's bad,
and the king's gone,
and the queen's at her wit's end
the bar fly ought to sing!)

O tiny mother,
you too!
O funny duchess!
O blonde thing!
February 17, 1963 - Anne Sexton


Wanting to Die
Since you ask, most days I cannot remember.
I walk in my clothing, unmarked by that voyage.
Then the most unnameable lust returns.

Even then I have nothing against life.
I know well the grass blades you mention
the furniture you have placed under the sun.

But suicides have a special language.
Like carpenters they want to know which tools.
They never ask why build.


Twice I have so simply declared myself
have possessed the enemy, eaten the enemy,
have taken on his craft, his magic.

In this way, heavy and thoughtful,
warmer than oil or water,
I have rested, drooling at the mouth-hole.

I did not think of my body at needle point.
Even the cornea and the leftover urine were gone.
Suicides have already betrayed the body.

Still-born, they don't always die,
but dazzled, they can't forget a drug so sweet
that even children would look on and smile.

To thrust all that life under your tongue! --
that, all by itself, becomes a passion.
Death's a sad bone; bruised, you'd say,

and yet she waits for me, year and year,
to so delicately undo an old would,
to empty my breath from its bad prison.

Balanced there, suicides sometimes meet,
raging at the fruit, a pumped-up moon,
leaving the bread they mistook for a kiss,

leaving the page of a book carelessly open,
something unsaid, the phone off the hook
and the look, whatever it was, an infection.
February 3, 1964


BÖYLE BİRİSİ
Dışarı çıktım cin çarmış büyücü gibi,
uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
kır evlerinin üstünden, ışıktan ışığa;
kimsesiz şey, on iki parmaklı akıl fukarası.
Böyle bir kadın tam kadın değildir.
Ben böyle birisi oldum.

Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında,
tavalar, oymalar, raflarla doldurdum
gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle;
akşam çorbası pişirdim kurtlar ve periler;
yola getirdim yoldan çıkmışı.
Böyle bir kadın yanlış anlaşılır:
Ben böyle birisi oldum.

Arabana bindim, arabacı.
çıplak kollarımı salladım geçtiğimiz köylerde,
son ışıklı yolları keşfederek; hayatta kaldım
ateşinin hala kalçalarımı ısırdığı yere
ve tekerlerin döndükçe kaburgalarımın kırıldığı.
Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.
Ben böyle birisi oldum.
Cumhuriyet Kitap/ Siir Atlası - çeviri:Nurduran Duman


Yıldızlı Gece / Anne Sexton
“Bu beni dehşetli bir ihtiyaçtan alıkoymuyor – hadi söyleyeyim –
_______________________________________ dinden.
Sonra gece dışarı çıkıp yıldızları resmediyorum”
Van Gogh'un kardeşine bir mektubundan


Şehir yerinde değil,
sıcak gökyüzünde boğulan bir kadın gibi
yükselip kayan karaşın bir ağaç dışında
Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum

Hareket halinde. Her biri canlı
Ay bile esniyor turuncu rengiyle
sürmek için çocukları, bir tanrı gibi, gözünden
Yaşlı ve esrarlı bir yılan yıldızları yutuyor
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum:

atılıp kollarına gecenin canavarının
o büyük ejderha tarafından yutularak
hayatımdan kopmak istiyorum, izsiz işaretsiz
ne bir dans
ne bir ağlama.
Çev.: Şükrü KAYA


SÖZCÜKLER
Sözcüklere dikkat edin,
olağanüstü olanlarına bile.
Çünkü olağanüstü için yapabileceğimizin en iyisini yaparız,
kimi zaman sözcükler arı gibi sokarlar
ve bir öpücük bırakırlar iğne yerine.
Parmaklar gibi değerli olabilir sözcükler
Ve kaya gibi güvenilirdir sözcükler
kıçınıza sokarsınız onları.
Ama hem papatyalar hem de bereler gibi olabilirler.

Yine de severim sözcükleri.
Tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler.
Dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar.
Sözcükler ağaçlardır, yaz'ın bacakları,
Ve güneş, ve onun tutkulu yüzü.

Ne var ki sözcükler sıklıkla yanıltır beni.
Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki,
Bir sürü öyküler, betimlemeler, atasözleri, vb.
Ama sözcükler yetersiz kalır,
yanlış olanları gelip öper beni.
Kimi zaman uçarım bir kartal gibi
ama bir çalıkuşunun kanatlarıyla.

Yine de sözcüklere dikkat etmeye
ve kibar olmaya çalışıyorum.
Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı.
Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır
Onarılmaları.
Anne SEXTON
Çev.: Tuğrul Asi BALKAR

YAPITLARI
To Bedlam and Part Way Back (Tımarhaneye Giderken ve Dönerken, 1960)
All My Pretty Ones (Bütün Sevdiklerim, 1962)
Live or Die (Yaşa ya da Öl, 1966)
Love Poems (Aşk Şiirleri, 1969)
Transformations (Dönüşümler, 1971)
The Book of Folly (Delilik Kitabı, 1972)
The Death Notebooks (Ölüm Defterleri, 1974)
The Awfull Rowing Toward God (Tanrı'ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş, 1975, ö.s.)
45 Mercy Street (Mercy Caddesi 45, 1976, ö.s.)
Words for Dr. Y: Uncollected Poems with Three Stories (Dr Y için Sözcükler: Derlenmemiş Şiirler ve Üç Öykü, 1978, ö.s.)
The Complete Poems (Toplu Şiirler, 1981,ö.s.)
Selected Poems of Anne Sexton (Anne Sexton'dan Seçme Şiirler, 1988, ö.s.)
---
Kilitli Kapılar, çev:Dilek Degerli, 2006 tr'deki tek kitabi

ÖDÜLLERİ
1967 Pulitzer/ Live or Die (Yaşa ya da Öl)

02 Ekim 2007

Minareden at beni in aşağı tut beni

DENİZ BİLGİN(14 Nisan 1956 D.Bakir - 8 Kasım 1999 Ank.)




Minareden at beni in aşağı tut beni * - 1999
Kağıt üzerine guaj

"Son bitmiş guaj resme bakıyorum. Başsız ve ayaksız, yerinden ve hafızasından uzak düşmüş bir gövdenin, iğreti kanatlarıyla uçmayı tam da beceremeyen hantal bir yaratıkla oynadığı çemberden atlama oyununa. Karanlık bir ormanda saklanmış iki yaratık, biri eksik, biri fazla, belki bir kadın ve bir erkek, kendilerini ve birbirlerini yoketmeden kavuşabilecekler mi? Nihayet, bu gizli köşede kendi eksikliklerinden ve fazlalıklarından duydukları utancı bir çoşkuya çevirebilirler mi? Bu oyunun resmedilişindeki imkansızlığın ardında, tutmanın ya da tutkunun tek umudu mu var? "Minareden at beni,in aşağı tut beni". Zemin dokusuna karışan yazı oyunun adını böyle koyuyor.
“Oyunun kuruluşundaki umudu, sondaki imkansızlıktan daha çok merak ediyorum. Çünkü son, sonradan geriye dönülerek anlamlanıyor, kesinleşiyor. Resimdeki oyunda ise bir beklenti var…
Bu resimde, o çocuksu kaybedip bulma oyununda, geleceğin dehşetini erteleyen kuvvetli bir “sen” çağrısını duyuyorum aynı zamanda. Yazının beklentisi de bu zaten. Çok mu geç?
Bir bakıma öyle, kaderin başkalığı beni de seni de terketmiş. Ama bu resimlerdeki başkalığı, örneğin bir başka resimde, bir kız çocuğunun sınır çizgisine kadar gidip gördüğü, görüp de de bize anlatamadığı bir başka dünyayı dile getirmek için geç olmayabilir. Yabancılığın payından duyulan umut gene.”
Meltem Ahiska, “Deniz Bilgin/Ressam” kitabından

*son tablosunun ismi gibi, 5.kattan kendi göğüne düştü, "Deniz"

Ressam Deniz Bilgin’nin yakın arkadaşı, Hür Yümer, yazdı, Deniz resimledi çoğuzaman..


HÜR YÜMER(1955 İst.- göç mevsimi 1994)
kitabi, Ahdım Var, 1995

Gidemediklerimiz
görüyor musunuz?
denizin otesinde
kumsaldan hayli uzakta
bir ev var
tek pencereli bir ev
içerde bir iskemle
üzerinde gençliğim
bir yatak, bir yorgan, bir kırık masa..
bir ip sallanır boynumda.
odama sımsıcak iklimlerle geldiniz.
gözleriniz kararlıysa
sevmeye sevilmeye
bu gece sabaha dek
ipi siz çekeceksiniz.
sımsıcak deniz
g i d e m e d i k l e r i m i z

Hür Yümer
39yas,,, intihar ederek hayatına son veren şair ...
çevirmen ve şair Hür Yümer "Bütün balıklar gibi, gözleri açık uyuyan bir kırlangıç"
Vedat Sakman bestelemiş, Hümeyra yorumlamıştır gidemediklerimizi.. beyhude adli albümde ..


Bir su damlası merdiven düşüne doğru çıkıyor ,
duyuyor musun? Buzzati'yi dinliyor kalbim dost.
Duyuyor musun?
Karanlığın kırlarına uzanmış senin gizemli yürüyüşünü dinliyorum.
Ses, ses, ses .. aralıksız duyuluyor.
" ne olup ne bittiğini merak eden kadın, bir an, bakmak için dışarıya çıkmayı düşündü" sonrasını biliyorsun, loş düşlerimin ışığında ne bulabilirdi ki?
O kadın gecenin sessizliğinde, o siyah rengin ortasında , boşlukta nasıl izleyebilirdi bir damlayı?
" Bazı geceler damla susuyor. Başka zamanlarsa saatler boyu hiç, durmayacakmış gibi, yukarıya, hep yukarıya çıkmaktan başka bir şey yapmıyor."
Hür Yümer - borgesdefteri

---

FRIDA KAHLO / SUICIDE

Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Wilbur & Dorothy Hahn Hale

(...) Dorothy Hale who, after the death of her husband and a subsequent string of failed romances, committed suicide by leaping from the window of her New York City apartment.
Clare Booth Luce, the famous writer and socialite who was also a close friend of Dorothy Hale, subsequently met Kahlo and commissioned her to paint a portrait of Hale. Luce was doubtless expecting some kind a conventional over-the-fireplace portrait, but the ever-morbid Kahlo's The Suicide of Dorothy Hale is a lurid and bloody scene showing Hale falling to her death, and also lying dead on the pavement below.
Luce, beside herself with astonishment and rage, was restrained from having the death portrait destroyed but did have the most offending portions painted over. (...)

http://www.artcyclopedia.com/ Rejected Portraits

01 Ekim 2007

ENNUI / SYLVIA PLATH


ÜNLÜ ŞAİR SYLVIA PLATH'IN İLK KEZ YAYINLANAN ŞİİRİ
01.11.2006
Virginia Commonwealth Üniversitesi'nde (VCU) yaratıcı yazım konusunda eğitim gören Anna Journey'in Indiana Üniversitesi'ndeki Plath arşivlerini araştırırken bulduğu şiir, VCU'nun İngilizce bölümünün internetteki “blackbird” edebiyat sitesinde ilk kez yayınlandı.

Journey, Plath'ın, F. Scott Fitzgerald'ın “Muhteşem Gatsby” romanındaki temaları tartıştığı ve bu kitaba notlar düştüğü “Ennui” (Sıkıntı) adlı şiiri, 1955 yılında 22 yaşındayken Smith College'da öğrenciliğinde yazdığını belirtiyor.
1963 yılında henüz 30 yaşındayken intihar eden Plath'ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwynet Paltrow'un ünlü şairi canlandrdığı “Sylvia” filmine de aktarılmıştı. Plath'ın Türkçe'ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendiriliyor. Plath'ın “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”, “Sylvia Plath'ın Günceleri”, “Ariel” gibi kitaplarının yanı sıra kendisi gibi şair eşi Ted Hughes'un Plath için yazdığı “Doğumgünü Mektupları” Türkçe'ye kazandırılmıştı.
İşte, Plath'ın ilk kez yayınlanan şiiri:
http://www.blackbird.vcu.edu/


ennui / sylvia plath

Slyvia Plath, Sıkıntı
Çay yaprakları engeller felaketlere kur yapanları
Hiçbir şeyin olmayacağı gelecekler tasarlayanları
Çingenenin el ayasından esnemesine bilecektir
Yine de fethedilecek hiçbir bela kalmadığını
Tehlike artık can-sıkıcı; naif şövalye bulur
Modası geçmiş dev anaları, duyulmamış ejderler
Suçlar bezgin prensesler korkunç
Düelloları apaçık saçma olmakla.

James’in korusundaki canavar asla atlamayacak
Kahramanın kasvetli kariyerini krize sokmayacak
Umarsız melekler çalarken Tanrı’nın surunu
Sıkkın kalabalık ilk defa daha hikmetli görünürken
Yıkıma doğru umutlanırken, ne itiraz ne ödül
Kıyametin boş kapısından ayartacak kadını veya kaplanı.
Çev.: M. Murat Şahin




A sample page from Sylvia Plath's copy of "The Great Gatsby."
The text of Plath's annotations remains in copyright.

text by S. Plath

30 Eylül 2007

30EYLUL1207 Hz.MEVLANA



Hz.MEVLANA(30eylul1207-17aralık1273)
'Kemikleri görünecek kadar zayıf, saçı ve sakalı kısa, soluk benizli, buğday tenli, 1.80-1.85 boylarında.' Eflâkî Ahmed Dede'nin 14. yüzyılda kaleme aldığı 'Menâkıb-ül-Ârifîn', bu yıl bütün dünyada doğumunun 800. yılı kutlanan Hz. Mevlânâ'nın fizikî özelliklerini böyle anlatıyor.
aynı kitap, Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev'in kızı Gürcü Hatun'un isteği üzerine dönemin usta ressamlarından Rûmi Aynüddevle tarafından Mevlânâ'nın yaklaşık yirmi minyatürünün çizildiğini haber veriyor. Büyük mutasavvıfı 800. doğum yılında pek çok etkinlikle anmaya hazırlanırken, kaybolan bu 20 minyatür yeniden gündeme geldi.
Esin Çelebi Bayru (Mevlânâ'nın torunu) "Gürcü Sultan'ın Aynüddevle'ye çizdirdiği minyatürler elimize ulaşmış değil. Günümüzde çizilen Mevlânâ resimleri ise, herkesin kendi dünyasındaki Mevlânâ'yı yansıtıyor. Eflâkî'nin Menakıb'ındaki tarife kimileri uyuyor, kimileri ise bundan uzak kalıyor. Mevlânâ buğday tenli, kısa sakallı, riyazetten dolayı zayıf bir yapıya sahip; ama kimseyi bu şekilde çizmedi diye yargılamak doğru olmaz. Bunu Mevlânâ'nın 'Ben konuşurum, herkes kendi kabınca alır.' sırrı ile yorumlayabiliriz."

Mevlana’nın doğum yeri, bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk Kültür merkezi Belh’tir. Mevlana’nın doğum tarihi ise 30 Eylül 1207 (6 Rebiu’l-evvel, 604) dir.
irfan ve sevgi günesi Mevlana, Konya'da, 5 Cemaziye'l-ahir, 672 (17 Aralik 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlakligi ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet aleminin asumanina dogdu. Mevleviler, o geceye Seb-i Arus derler.
Hz. Mevlana`nın yaşarken dergah olarak kullandığı ve 1926 yılında Atatürk tarafından müzeye çevrilen Mevlana Müzesinde Hz. Mevlana`nın türbesi bulunmaktadir
Bugün müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı`nın yeri, Selçuklu Sarayı`nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alaeddin Keykubad tarafından Mevlana`nın babası Sultanü`l-Ulema Bahaeddin Veled`e hediye edilmişti. Hz.Mevlana, 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlana`nın oğlu Sultan Veled, Mevlana`nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiş, "Kubbe-i Hadra" (Yeşil Kubbe) denilen türbe 8 kalın sütun üzerine 130 Bin Selçuki dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin`e yaptırılmıştı. Mevlevi Dergahı ve Türbe 1926 yılında "Konya Asar-ı Atika Müzesi" adı altında müze olarak hizmete başladı, 1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı "Mevlana Müzesi" olarak değiştirildi.
Türbe salonunu doguda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve Mevlâna'nin babasi Bahaeddin Veled'in soyundan gelme 10'u hanimlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Seyh Kerimüddin gibi mevlevîlikte makam sahibi olmus 10 kisiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadir.
Mevlâna'nin babasi Bahaeddin Veled'in üzerinde bulunan ve bazi kisilerin "Oglu Gelince Babasi Ayaga Kalkmis" dedikleri ahsap sanduka ise, bir Selçuklu saheseri olup, 1274 yilinda Mevlâna için yaptirilmistir.
Avlunun dogusunda ise Sinan Pasa, Fatma Hatun ve Hasan Pasa Türbeleri yaninda Semâhâne ve Mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarinin da içerisinde bulundugu ana bina yer alir
Hz. Mevlana, 17 Aralık 1273 yılında vefat edince türbesi Dergahın içine yaptırıldı ancak Mevlana`nın asıl mezarı sandukasının aşağısında yer alıyor. Yaptırıldığı yıldan beri Mevleviler dahil kimsenin girmediği bu mezara rivayete göre sadece bir kişi girebildi.(IV.Murat zamaninda)

sanal muze turu
http://www.semazen.net/MevlanaMuzesi/index.php

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”Hz. Mevlânâ


ressam Gulcin Anil

Sema nasıl yapılır?
Sema, Kemâle dogru manevî bir yolculugu (Miraci), bir gidis-gelisi, temsil eder.
SEMA, felsefesini, evrende, atomlardan güneş sistemine, vücutta dolaşan kana kadar herşeyin dönmesinden alır. Ruhun olgunlaşarak birliğe ulaştığı ve Tanrı'ya doğru yaptığı manevi bir yolculuk, bir ibadettir. Bu yolculuktan sonra tekrar hayata ve insanoğluna hizmete geri dönülür. Ayin, "Naat - ı Şerif"in okunmasıyla başlar. "Ol" emrini temsil eden kudüm sesinden sonra, ney taksimi başlar. Ney, kainata ruh verilmesini temsil eder. Sonra "Devr - i Veled" başlar. Birinci devir Allah'ın; bütün cansız varlıkları, ikinci bitkinin, üçüncü ise hayvanları yaratışını anlatır. Şeyh, birinci selamın başlamasıyla hırkalarını çıkaran semazenlerle görüşür ve semazenler sıraya girer. Bu insaniyete doğuşu temsil eder. Semazen nefsinin ölümünü temsil eden özel bir kıyafet giyer. Semaya başladıktan sonra sağ el yukarı, sol el aşağı dönük olacak şekilde kollarını iki yana açar. Bu, "Hak'tan alır halka saçarız, kendimize birşey mal etmeyiz" anlamına gelir. Semazenler, aynı gezegenlerin hem kendi çevrelerinde hem de güneşin etrafında döndükleri gibi dönerler. Bu dönüş 2 saat sürer.
Semâ'zenlerin basindaki külâh, mezar tasina, sirtindaki hirkasi mezarina, tennûresi de kefenine isarettir. Onlar dünyadan soyunmus, gayb âleminin ask pervaneleridir. Esasen, semahânenin sagi görünen, bilinen âlemdir, solu da görünmeyen bilinmeyen mânâ âlemi...



“Mevlânâ; 800 Yaşında”
Ünlü yönetmen Ezel Akay ve ortağı Sami Dündar, bugüne kadar Mevlânâ ile ilgili yapılan en büyük organizasyona imza atmanın hazırlığı içindeler. İki ortak 30 Eylül’de “Mevlânâ; 800 Yaşında” adını verdikleri projeyle dünyanın dört bir yanından tam 270 semazeni Konya Stadyumu’nda bir araya getirecek. Çünkü o gün Mevlânâ’nın 800. doğum günü. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Konya Valiliği’nin işbirliği gerçekleştirilecek olan organizasyon, Türk ve dünya televizyonlarından canlı olarak yayınlanacak. Ezel Akay, projenin sanat yönetmenliğini üstleniyor. Gösteriyi Kenan Işık sunacak, Afganistan Büyükelçisi Mesut Halili, Işık ve Akay’la birlikte Mevlânâ’nın 18 beytini Farsça okuyacak. Şef Orhan Şallıel yönetimindeki 80 kişilik senfoni orkestrası yalnızca bu gösteri için bestelenen eserler sunacak. Mazhar Fuat Özkan (MFÖ) ve Ahmet Özhan, yine yalnızca bu gece için senfoni orkestrası eşliğinde ilahiler söyleyecek. Mevlânâ ailesinden Esin Çelebi Bayru da geceye konuşmacı olarak katılacak. Organizasyonun en ilginç yanı 30 çocuk oyuncuya, sahnenin merkezinde Mevlânâ’nın anlatılacak olması.
* gökyüzünde yapay bulut oluşturularak lazer cihazları ile semazen görüntüleri yansıtılacak.


Sessizce Dön - 2007
Mevlânâ’nın İzinde
Belh’ten Anadolu’ya
Özcan Yüksek

Mevlânâ’nın izinde
Belh’ten Anadolu’ya...
“Yola çıkan, yolun karakterini kazanır” diyor Özcan Yüksek. Mevlânâ’nın büyük göçünü, Mevlânâ oluşunu anlatıyor. Çöller, dağlar, sınırlar aşıyor. Mevlânâ’nın geçtiği yolları geçerken, kendisi de döne döne dolanıyor; Horasan’da, İran’da, Suriye’de ve başka diyarlarda, Mesnevi’de ve Divanı Kebir’de, ruhsal bir yolculuğa çıkıyor.
http://www.kesfetmekicinbak.com/ozel_dosyalar/04957/
Atlas'ın Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek, Belh'ten Konya'ya Mevlana'nın izinde yaptığı yolculuğu kitaplaştırdı. Yüksek, Mevlana'nın Anadolu'ya göç yolunu Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Keçe'yle birlikte kat etmiş, daha önce hiç denenmemiş bir seyahat gerçekleştirmiş.


harf karanlik, gece karanlik, gizler hakikati, bilgi görülmez.

hu ! huu ! huuu ! tum gonul dostlarina...
---

29 Eylül 2007

ÖLÜ OZANLAR DERNEĞİ

The World We Loved (Dead Poets Society)


*
"Hayatı tatmak ve yasamın iliğini ozumsemek istiyordum! / Yasam dolu olmayan her seyi bozguna uğratmak icin../ Ve ecel geldiğinde ancak farketmemek icin hic yasamamıs olduğumu."
John Keating - Ölü Ozanlar Derneği "Dead Poets Society"

*
düsler alemine dal
(yoksa bir slogan seni de deviriverir
onların kökleridir ağaçlar
ve rüzgar da rüzgardır)
yüreğine güven
denizler tutussa da
(ve askla yasa
yıldızlar geri çekilse de)
geçmisi onurlandır
ama geleceği kucakla
(ve dans ederek bu düğünde
unutuver ölümü)
itibar etme bir dünyaya
hain ve kahramanlarla dolu olan
(çünkü tanrı kızları sever
bir de yarını ve toprağı)
e.e.cummings

*
Bir yarın düşleriz hep, bir türlü bugüne kavuşmayan

Bir zafer düşleriz hep, aslında gerçekleşmesini istemediğimiz

Yeni bir gün düşleriz, yeni bir gün başlamışken bile

Kavgalardan kaçarız, uğruna dövüşmemiz gerekse de

Ve biz hâlâ uyuyoruz.

Çağrıları duyarız, ama gerçekten önemsemeyiz asla

Gelecek için umutlanırız, ama gelecek bir plandan ibarettir yalnızca

Bilgeliği düşleriz, ama her gün kaçıp uzaklaşırız yanından

Bir kurtarıcı gelmesi için yalvarırız, ama bizim elimizdedir kurtulmak

Ve biz hâlâ uyuyoruz.

Ve biz hâlâ uyuyoruz

Ve biz hâla yakarıyoruz

Ve biz hâlâ korkuyoruz

Ve biz hâlâ uyuyoruz.
ogrenci Todd Anderson, kendi siiri,


*alintilar, "Ölü Ozanlar Derneği", N.H. Kleinbaum
slm.olsun yeraltindaki Ozanlara - yerustunde onlari Varedenlere -
---

28 Eylül 2007

YAGMURA SEVİNEN COCUK


'May Flower' Susan Geissler (Heykel, yağmura sevinen çocuk)

I.Eleni'nin Elleri
Bir gün Eleni'nin elleri geliyor/ Her şey değişiyor./ İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor/ Bir çocuk ilk gülüyor/ Bir ağaç çiçek açıyor.

II.Gençlik
Ruhum,/ İlhan Berk köprüden geçiyor duyuyor musun?/ Bir serçe yavaş yavaş uçuyor/ Bir balık başını suyun yüzüne çıkarmış bakıyor/ Düştü düşecek dalından bir yaprak
(...)
İlhan Berk (Saint-Antoine'ın Güvercinleri)

---
hayat , yagmura boylesine sevinen bir cocuktur ,
ve hayat; bir siiri, bir baligi , bir serceyi ruhunun iliklerinde duyumsamaktir.

eylul
---

23 Eylül 2007

TERAZİ / LİBRA

29.09 eylul


29.09 eylul

22 Eylül 2007

KUŞ KOYSUNLAR YOLUNA NİLGUNMARMARA


- "Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" -
Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.

NİLGUN MARMARA

MAL DI LUNA / NİLGUN MARMARA

"...
üsümüsüm... /Düşlerimin uzeri açikti, bendim,
...
Ellerimin soguklugu hep bir kalabalikta ..." Nilgun Marmara

Free Image Hosting at allyoucanupload.com
Sisyphos

MAL DI LUNA *
______________________-Kadirgalar yokusundan
______________________ inerek geldim, Dev Hanim
______________________ beni gulunuze alir misiniz?-

Bitimsiz bir kan tadiydi kutlanan;
Çarpik bir baharda
___________ uzay degmisti bana,
Aşk sakati kadinlar zorlukla
sürükleniyordu izlerken ben onlari
sokaklarda, genis bir duvara rastladi yüzüm
ve gozlerim basimda dagildilar.

Bir elma bekleyisinde avlu kilmistik, çölü , ötede
Ay kamarasinda carpisti kristal kafataslari ,
kanadi
bulutlar
bulusunca...

[...]

- Dilenirken kulrengi esiklerde
hangi kök anladi dilegini
boyle ay gelgitinde yalpalayacaksin
________________ dediler -

Kimse kiyamazken size,
Ah, Samurai yuzlu yengecler, cogalirken siz
_______________ Japon denizlerinde,
tanriciklar, cilginlarca uzuyor tirnaklarim
Yiter kutsallik korkusuyla kesemiyorum;
Aciklayin, aciklayin haydi herseyi,
Vurun baltayi bileklerime!

Düstük
____ ürkek bir tirmanisla geriye
____ bir mirilti uzaya kaptirildi


Mart,86- Subat,87
Daktiloya Cekilmis SİİRLER

* "Mal Di Luna" (Moonsickness)
* The melody from "Mal Di Luna" (Moonsickness) - from Beethoven's Moonlight Sonata

21 Eylül 2007

HAYALET OGUZ / TEZER OZLU

(3 Eylül 1928 -17 Eylül 1975) Oğuz Haluk Alplaçin


Hayalet Oguz

BİR ÖLÜM İLANI / Can Yucel
Zaten hayalet olan
Gölge yazar Oğuz’un ölümü de
Herhalde kendinden rivayet

Oğuz’un cenazesi mi
Hayret!

Hem o hiç uyumaz ki
Belki de ilk kez oradan
Kendi kendini Türkçeye çevirecek
Yeni dikilmiş bir kalem selviyle
Ya da en eski daktilosuyla gecenin
Yıldızları tuş



Hayalet Oğuz / Tezer Özlü
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
- Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:
-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep “Hayalet ölmez”, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon’da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada’da dinlen, sakın İstanbul’a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi “Eğlentili Bir Gömme Töreni” oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
-Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han’da, Bülent Oran’da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç’la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek’te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset’in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa’dan Levent’e... Levent’ten Ayaspaşa’ya... vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul’u “Katmandu”ya benzetiyor, son aylarında: “Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok”, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: “Çok hastaymışım”, dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul’u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;
-Beyoğlu’nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon’un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu’nun yanağından makas alıyor,
-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.
Tezer Ozlu/Eski Bahçe - Eski Sevgi (1987)

Free Image Hosting at allyoucanupload.com Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Oğuz Haluk Alplaçin


O Pera'daki Hayalet [Sezer Duru, Orhan Duru] 1996
Oğuz Haluk Alplaçin'in (Hayalet Oğuz) İnanılmaz Yaşam Öyküsü, Yapıtları, Dostlarının Yazdıkları ve Anlattıkları
Oğuz İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. İncecikti. Çeviriler yaptı, şiirler yazdı, dünyayı ve çevresini izledi. Hiçbir zaman bir evi, tek bir sandalyesi bile olmadı, Arkadaşlarının evinde kaldı. Birlikte yaşadığı insanlar hep övgüyle andılar onu... Üzerinde daima bir kitap bulundururdu. Kitaplığı olmadı ama güçlü bir belleği oldu. Bir bavulu bile yoktu, gerektiği zaman üzerindekileri değiştirmekle yetindi. Eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı... Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak yaşadı... Hayalet Oğuz: yaşamını bir sanat yapıtı haline getirebilmiş ender insanlardan biri...

Oğuz Haluk Alplaçin belgeseli

HAYALET
Yapım Tarihi : 1998
Süresi : 19’ 50”

Yönetmen - İsmail SANCAK / M. Hakan DEMİRALAY
Metin Yazarı: İsmail Sancak
Görüntü Yönetmeni: M. Hakan Demiralay
Kamera: Feza Önay, Atilla Aktürk, Ercan Özkan, Orhan Erkal
Kurgu: M. Hakan Demiralay
Yapımcı: İsmail Sancak & M. Hakan Demiralay
M. Hakan DEMİRALAY ile birlikte yönettiği belgeselin konusu, 1960'larin Pera'sında yasamış bir anti kahramanın öyküsü. Hayalet,Türk Edebiyatının lirik prensesi olan Tezer Özlü'nun yakın arkadaşı olan Oğuz Haluk Alplaçin'in yaşamını anlatan bir belgesel çalışmadır. Dönemin bohem çevrelerinde ve ünlü mekanlarında adından sıkça söz ettiren Oğuz Haluk Alplaçin ( Hayalet Oğuz ) tüm yaşamını aykırı bir insan olarak geçirmiştir.
İsmail Sancak ile Hakan Demiralay'ın belgeseli Tezer Özlü'nün öyküsünden yola çıkıyor. Filmde, Ahmet Oktay, Orhan Duru, Sezer Duru, Bület Oran, Erden Kıral, Ömer Uluç ve John Freely'nin, Hayalet Oğuz ile ilgili anlatımlarına da yer veriliyor.
Belgesel filmin seslendirmesini Işık Yenersu yapıyor.

1999 - İFSAK 20. Ulusal Kısa Film Yarışması Belgesel Dalı Birincilik Ödülü
11. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü
9. London Turkish Film Festivalinde gösterildi. 20 Aralık 2001
Kaynak - İsmail SANCAK


SOĞUK GÜNEŞ /TENESSE WILLIAMS
ÇEVİREN OĞUZ ALPLAÇİN ( HAYALET OĞUZ )
SAMİM SADIK YAYINEVİ 1960

20 Eylül 2007

Etiyle ve Kanıyla Yazanlar

Free Image Hosting at allyoucanupload.com

Etiyle ve Kanıyla Yazanlar ruhuna...(gokekin'den)
(...)Tezer Özlü (öykü ile uzun öykü sayılabilecek romanları ayırt etmeksizin) Sevim Burak, Bilge Karasu ve tabii ki Oğuz Atay.
Tezer Özlü başta çünkü yazı ile yaşamın ucuna yolculuk yapan tek yazıcı o neredeyse.
Oğuz Atay da, özellikle Sevim Burak da, Karasu da görkemli/görkemsiz kaybedenlerden ve de ‘yaşama hastalığı’nın farklı görünümlerini anlatanlardan.
(...) melankoli ve giderek o derin varoluşsal tedirginlik, o ontolojik manada iktidar baskısı, o yapıçözümü yapılamayan dünya saldırısı en çarpıcı biçimde Sevim Burak ve Tezer Özlü de dile bürünür. Ardından Oğuz Atay ve Bilge Karakus, içinden geçtiğimiz ve şiddetini tam olarak fark edemediğimiz sancıyla kıvranmaya ve bunu sözcüklere taşımaya başlar.
Bir yazısında Enis Batur (günce miydi yoksa, yoksa söyleşi mi?), en saldırgan sorunun ‘nasılsın?’ olduğunu söyler ki, bu doğrudan varoluşun kalbine bir hançer saplamak gibidir.
‘Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi’ diyor Nilgün Marmara ve ertelenen acıyı deşen o gizil saldırıyı, ‘nasılsın?’ı çıt çıkarmanın bir biçimi olarak niteliyor.
O halde, bireyin yaşama hastalığını yoklayan her öykü, ‘cam kelepçeye evet’ der :
“Ilık bir süzülüşle/geri dön hayat/bırakma yeryüzü salına/tünemiş pek kara kuşlar/örtsün bakışımı/görmek acısı sürsün/pencere tutsağının/düşsün hayatı suya...”
Nilgün Marmara, Özlü, Burak, Atay ve Karasu ile akrabadır tedirginlikte.
Kimisi, yaşamın özündeki şiirsel mantığı yazar, kimisi, yeryüzüne tünemiş kara kuşların büyüsünü. Acı ile tatlı, aynı tecellinin iki ayrı yüzüdür gerçi.
...Edebiyatımızın bu kara yazıcılarını kabusçulukla suçlayan kolaycı yaklaşımlar, kendilerine, ‘nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘iyidir’ deyip geçen ve bu sığlığı tevekkül sananlardır. Oysa ‘iki dünya’ arasında yarılmış bir toplumun ve onun ‘birey’inin acısını bize en çok Özlü ve Atay anlatır ki, edebiyatın varoluşsal anlamı üzerine kafa yoranları da en çok onlar ilgilendirmelidir.
Onların ‘canı sıkıntı sınırı’dır Marmara’nın ifadesiyle.
Onlar, “yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?” diye sorarlar. Tezer Özlü’nün yaşamın ucuna yaptığı yolculuk böylesi sorularla sürer : Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü? Bu saf soruyu ancak bir çocuk veya Tezer Özlü sorabilir :
“Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu araken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?” Sorulara ancak sorarak ulaşılabilir. Sormaksızın, doğru sorulara ulaşmaksızın, soruların ontolojik meşruiyetini fark etmeksizin, şu batağa saplanılamaz : ‘Her anı ölüdür…’ Ölüdür, çünkü öldürülmüştür. Birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmışlardır. Nilgün Marmara’nın dediği gibi, onların, “karada, hançer suratlı abinin rüzgarında/uçar adımları/geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu/içinden karanlık, tekrar ve ilenç/sızdıran hayret taşında/soruyor hatırasında, ‘sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim/bir damla süt yerine bu ağu kim?’/ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara/-boy atmış da salgıları/cücelmiş sezgileri-bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…” Bundan daha acı nasıl anlatılabilir sırtımızda gezinen ürperti? Tezer Özlü, sıkıntı/bunalım/melankolinin Derrida’nın bir türlü yapıçözüme uğratamadığı o her türden iktidar’ın, yani, ‘düzene ayak uydurma’ zorunluluğunun içinden çıktığı görüşündedir. Öykülerdeki bunalım, parçalanmış, kaotik bir dünyanın mutsuz, tedirgin insanlarının yaşamı olmanın ötesinde, sadece yaşadığı topraklarda değil, arzda da varolmanın bir saldırıya maruz kalmanın, baskılanmanın, belki ruhun ten kafesine tutuklanmanın doğurduğu vahşetin dile gelişidir. Bunu sürekli ‘ruh burkuntularından hikayeler’ anlatan Özlü, burada, parçalanmanın en vahşi biçimde yaşandığı yerde arar : “Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin ‘medeni durum’ dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki…Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum. (sayfa. 75-76)” Alıntıyı özellikle uzattım, nereye gideceğini bilemeyen bir yolcu olarak insanın bu toplumdaki çaresizliğini biraz olsun hafifletebilmeye çalışan bir yazarın hikayesi biraz okunsun istedim. Öykücülüğümüzün (öykünün sınırlarını parçalayan bir yazar olduğunu da göz ardı etmeksizin) Sevim Burak, varoluşsal tedirginliğin merkezinde durur, zaman zaman kıyılara savrulur, bireyin toplumsal yaşamdaki ve kendisiyle uyumsuzluğunu anlatmanın yollarını arar. Hikaye, aslında kendi menkıbesidir, ‘kendi derdin söylemekte’dir, spleen’in Lale Müldür’ün dediği gibi, ‘bir balığın kesik boynu gibi olduğunu’ dile getirmektedir. Bunun dile gelebilen bir şey olup olmadığı konusunda zihnimizi karıştıran bir yazardır Burak. “Açıkgözler için hiç bir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için, kendim için yazacağım-erken bunamışlara-hayalperestlere- çok acıklılara- bu dünyadan gitmek için hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara-şizofrenlere-aşırı romantiklere- ve aşırı sadistlere” der Yanık Saraylar’ın yazarı. Bu aşırı biçimde bireyselleşmiş ve parçalanmış dünyada, nefsle ruhun arasındaki yüksek gerilim hattında dönenip durur Burak. Bilinçaltının derinliklerine indikçe iner. Renklerin, nesnelerin, biçimlerin ve ‘ruh’un labirentlerinde yolunu yitirir. Trajiğin arandığı, yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir dildir onunkisi. 1965 yılında yayımladığı Yanık Saraylar’ıyla Burak, modern öykücülüğümüze bir yıldırım gibi düşer. Kişi ve mekan tasvirleri, olaylar örgüsü, kurgu, dil ve daha birçok önyargımızı yıkar, eserin kuraldan önce geldiğini bize tekrar hatırlatır. Afrika Dansı ve Palyaço Ruşen’i, öykücülüğümüzde gerçeküstücülüğün, trajiğin, postmodern anlatıyı haber verir biçimde kendisini şiddetli, gerilimli bir sesle dışavurduğu, yıkıcı anlatılardır. Alışılmış olanı yıkar Burak, bizi, gözümüzdeki perdelerin bir kısmından kurtarır. Ford Mach 1 adlı romanı da, öykü ile roman arasında, özgür, açıkuçlu bir anlatının yetkin örneği olarak karşımıza çıkar. Burak, varolmanın dayanılmaz ağırlığını daha da ağırlaştıran diliyle, sıradan okurun ilgi alanından tümüyle uzaktır ve varoluşsal sorunların, bunalım ve melankolinin, saçmanın, acıların ve anıların kendine özgü gramerle yansıdığı öncü bir öykücü/romancıdır. Oyunları da aynı dilin içinden gelir, geleneksel oyun’un kurallarını tarumar eder. Afrika Dansı’ndan kısa bir alıntı :
“10 yaşında rheumatic fever
aort odağında 1/4 ejeksiyon
üfürümü az.p.z. den 1'inci
ses çiftleşmesi
aort odağında 1/6 sistolik
ejeksiyon 2/6 erken diastolik
üfürüm var. staz (÷) hjr (÷)
karaciğer kosta kenarını 8-10
cm geçiyor. tibial ödem (+),
ta: 125/80 mmhg. nds: 78
/ düzensiz
akciğerlerde her iki solunum sisteminde...
duyulmakta... apekste 3/6 şiddetinde pan-
sistolik üfürüm
koltuk altına dek yayılmakta
siyanoz
ödem
çomak parmak”

Bu, zihnimizdeki kalıpları kıran diliyle, bir yandan modern yaşamın kaotik ve parçalanmış, aşırı biçimde bireyselleşmiş doğasını aktarır, diğer yandan dilin kırık, kesik bir biçime evrilişinin varoluşsal kökenini ima eder.
Nilüfer Güngörmüş Erdem, ‘Birey ve Karanlığı’ başlıklı yazısında (Adam Öykü, Kasım-Aralık, 2004) Burak’ta ‘tekinsizlik’ kavramından söz ederken şöyle der : “Tekinsizlik kavramı Sevim Burak'ın edebiyatını en iyi anlatan kavramlardan biridir. Kendisi de büyük ölçüde bunun bilincinde olarak yazar. ‘Genel olarak yazdığım hikâyelerdeki şahıslar normal insanlar gibi hareket edemezler; bu kişiler sabahları saklanır, akşamları ortaya çıkar- O kişi hep duvar diplerinden gider. Hep gizli yollarda dolaşır. Hep gizli yollarda savaşır. Kuşku içindedir; Hikâyelerimde herkes birbirinden şüphelenir..İki kişi karşı karşıya gelip bir meseleyi düşünemezler. Hep birbirlerinden gizli düşünceleri vardır.’
Onun metinlerinde kişileri devindiren güç ‘öteki’nin gizli bir düşman olduğu fikridir. Sevim Burak derinlerde bu düşmanlığın ve şüphenin kaynağını oluşturan bir esas düşmandan, "gizli düşman"dan söz eder ki, bu ölümdür. "Aşağı yukarı bütün hikâyelerimde ‘Ölüm’le savaştım, ve savaşıyorum denilebilir.. .’Ölüm’ bütün hikâyelerimde ‘Düşman’ olarak geçer.’ Metinlerinde birey ve karanlığı, bireyin karanlığıyla mücadelesi bu bağlamda kendini gösterir.
Sevim Burak metinleri iki ana öbekte toplanabilir. Bu gruplandırma zaman içinde belirginleşen bir eğilimi de ifade eder. Bunlardan ilki Yanık Saraylar 'a damgasını vuran "Ah Ya'Rab Yehova", "Sedef Kakmalı Ev", "Yanık Saraylar" hikâyeleri; bunların tiyatrolaştırılmış biçimleri olan "Sahibinin Sesi" ve "İşte Baş, İşte Gövde, İşte Kanatlar" metinleri ve nihayet, Afrika Dansı 'nda yer alan ancak yukarıdaki metinlerin dünyasından türemiş olan şiirsel yapıdaki küçük hikayelerdir. Bu metinlerde birey kendini daha çok bir "toplumsal öteki"ne göre konumlandırır. Tekinsiz, öteki dinden, öteki cinsten, öteki kültürden, öteki dilden olandır. Bu metinlerde herkesin ikinci bir kimliği, bir "nam-ı diğeri" vardır: Bilal asker kaçağı kimliğini gizlemek için muteber bir şehit pilot kimliğine bürünür, Yahudi Zembul'ün nam-ı diğeri Sümbül, Madam İda'nın Eda, Sobacı Yasef'in Hazret-i Yusuf'tur ve hatta giderek "Hazret-i Musa'nın karşısında Hazre-ti Nuh oturur ki namı diğeri Kasap Nahum'dur..." Nurperi Hanım evlatlıktır, yani kökenleri bilinenden farklıdır, metin hikâyeden oyuna dönüşürken Nurperi, Melek nam-ı diğerini alır. "Yanık Saraylar"ın daktilo kızı gerçek ailesinin onu doğar doğmaz bir sepetin içinde nehrin azgın sularına bıraktığına ve Fulya Hala adında birinin onu bulup yetiştirdiğine inanır. Böylece bu metinlerde kimlik sorgulamaları köken sorgulamalarıyla iç içe geçer. Birey olma yolunda ilk adımı atan çocuğun temel soruları olan "ben kimim?" "nereden geliyorum?" soruları toplumlar ve kültürler arası bir düzlemde, yapı olarak sürekli parçalanmaya meyleden metinlerin başdöndürücü gelgiti içinde tekrar tekrar karşımıza gelir.” Güngörmüş Erdem’in bu belirlemesi isabetlidir, Burak’ın dili, sürekli bir parçalanma meyli içinde akmaktadır ve ben ve ‘öteki’ ilişkisinin gerilimi, gel-gitleri, metinlerin iç şiddetini tırmandırmaktadır. Bu, Derrida’nın söz ettiği ve yapıçömünün imkansız olduğunu söylediği ‘iktidar’la birlikte düşünülmelidir. İnsan arza düştüğünde saldırıya uğrar, dış dünyanın, ten kafesine girmenin şiddetini yaşar. Bu travmatik deneyim, bir özgürleşme olan ölüm’e değin sürecektir. Oysa ölüm ‘ifadenin donması’dır. Söz ve yüz ifadesi donar ölümle. Ölümü insan ölümle ölür, der Heidegger. Ölümün deneyimlenememesi, yani insanın kendi ölümünü ölümle ölmesi, dilin de bitmiş olduğunu, insanın kendi ölümünü anlatamadığını gösterir. Dile dönüşmeyen şeyin olmadığı varsayımı, Burak’ın gizil korkusu olabilir. Bireyin karanlığını emanet edeceği, anlamlandıracağı veya takaslayabileceği bir imkan sunamayan modern yaşamda ben ile öteki’nin ilişkisi, karşılıklı olarak birbirini besleyen şiddet olacaktır : “Yaşadığımız çağda, dışarıya yansıttığımız karanlığımız bize sürekli bir bombardımanla korku, şiddet, cinayet, savaş, kaos, yıkım olarak geri gelmektedir. Sürekli tehdit altındaki çağdaş bireyin, kendini birey olarak gerçekleştirmesini sağlayacak, varlığa ve yokluğa ilişkin temel soruları sorması bu koşullarda neredeyse imkânsızdır. Bu anlamda çağdaş dünyanın en şanslı bireylerinin sanatçılar olduğu söylenebilir, çünkü onların karanlıklarını emanet edecekleri emniyetli ve çok zengin potansiyellere sahip bir yer vardır: Sanat yaratısının gerçekleştirildiği alan.” (Güngörmüş Erdem, agm)
Kaosun bunalttığı ruh için tekinsiz gibi görünen veya kaçınılmaz olan bir yol, ‘kökene gitme’dir. Köken’in tanımı, kaosun anlanlamdırılma biçimi gibi, Ruh’tan ne anlaşıldığına bağlıdır. Ruh, dış dünyanın baskısıyla ve her türden iktidar tehditleriyle kuşatılmış, kendini gerçekleştirme imkanları boğulmuş, bir anlamda yabancılaşma kaçınılmazlaşmışsa, kökene gitmekten başka çare kalmamıştır. Yazının ne kadar soyut ve kapalı olursa olsun, her türden yazının birincil işlevi, varoluşun çıplak halde kavranılmasına bir imkan aralaması olduğunu varsayarsak, ökene inme, aynı zamanda bir yalınlaşma, eklerden ve giysilerden soyunma girişimidir. Burak, ‘gerçek nedir?’ sorusuyla başlayan yolculuğun bir yerinde, kendi doğuşuna değin uzanır :
“KANAPE
KOLTUK
KOLTUK KOLU
ANLATIYORDU
Oda kapıları açılmış
DÜNYAYA GELİŞİMİ
Artık çevresini saran eşyalar arasındadır
BAŞIM
YENİ
DOĞAN
AYA
BENZER
YEPYENİYİM
Sesim dudaklarımdan işitilir
HERHALDE BENİM.”
Arapçada ‘te’vil’ kavramı, (yorum, tefsir) ‘evvele gitmek/götürmek, kökene dönmek, ilksel olana yönelmek’ anlamına gelir.
Öncü yazarlar, genellikle yapıçözüme bezer bir şeyi yapar. Kökene avdet eder ve okuru oraya çağırırlar. Bir meselenin doğru kavranabilmesi için, sonradan yüklendiği anlamlardan soyunması gerekir. Tevil, bu anlamda, ıstılahi düzeyde değilse de, genel olarak söylemek gerekirse, Burak gibi avangard yazarların niteliğidir.
Varolanın kesretinden ve kaosundan kurtulmanın veya onu anlamlandırmanın, dibe inmenin, bir’e ulaşmanın, birlik ilkesinin doğasına sızmanın bir yolu alabildiğince soyunmak, soymak, arınmak, yapıyı önce yıkmak, çözmek ve parçalar arasındaki ilişkiyi deşifre ettikten sonra, öze uygun yeni bir yapı inşa etmektir. O halde, kökene gidilmeli ve sorunun doğduğu yere dönülmelidir. Burada biraz da, dünyanın imgesi bulunacaktır. Temsil kelimesi, misil’den gelir, benzer demektir. Yazar dünyanın imgesi olarak bir temsil kurmakta, bunun için de kökendeki ilkeye gitmeye çalışmakta, dünyanın, gerçekte zuhurun imkanları olduğunu fark etmektedir. Burak’ın böylesi bir gedik açmak üzere yazdığını en çok fark edenlerden biri, başta geleni, Memet Fuat’tı. “Sevim Burak Yazı Düzenlemeleri” başlıklı yazısında şöyle diyordu : “Yanıltıcı bir yazardı Sevim Burak. Güzelliklerinin kaynağını gizledi
hep. Biçime ağırlık verir gibi göründü, oysa içerikti, insanlardı asıl ilgilendiği. Çevreden kopuk, kendi dünyasına kapanmış snob bir yüksek aydın sanıldı, oysa kalabalığa açılmak, "çeşit çeşit insanları görüp en güzelini seçmek" için çırpınıyordu. Seçkin bir azınlığın yazarı olmayı kesinlikle istememiş, kitaplarının kapışılmasını, oyunlarının aylarca, yıllarca kapalı gişe oynamasını özlemişti. Ödün vermemiş olması, bağlandığı, doğruluğuna inandığı sanat anlayışından kopmaması,
güçlülük diye nitelenebilir. Oysa, güçlülükle bir ilgisi yok. Böyle bir sorunu olmadı, başka türlü yazarsam özlediklerimi elde edebilirim diye düşünmedi hiçbir zaman. Başka türlü yazamazdı çünkü. Hiçbir sahteliği, takınılmış tavrı yoktu, bir kuramın uygulamasını yapmıyor, etiyle, kanıyla yazıyordu. Birbirine iğnelerle tutturulan kağıtlar, koltukları, duvarları dolduran, odalardan dışarı taşan kağıtlar... Hangisi hangisinin başı, hangisi hangisinin sonu, bilinmeyen, aranan, bakılan, yakıştırılan, "Tamam, bu bundan sonra!" diye birleştirilen kağıtlar... Bir daha, bir daha yazılan...Büyük harfler, küçük harfler, çizgiler, barlar, noktalamalılar, noktalamasızlar, alt altalar, merdivenler, dikdörtgen içindekiler, sağa sola, yana yatmış, çarpıtılmışlar...Resim mi yapıyordu sözcüklerle?”
Memet Fuat’ın Nietzsche’nin söz ettiği ‘kanla yazmak’ belirlemesine yürekten katılıyorum. Sevim Burak, Tezer Özlü gibi yazarlar, etiyle kanıyla yazdıkları için, bizi kökene götürmek, yerleşik yargıları ve önkabulleri yıkmak, bizi eklerimizden soymak, düşüncenin özüne ulaşmak, dil ile yaşam arasındaki ilişkiyi saydamlaştırmak, Wittgenstein’ın dediği gibi, kelimelerin eylemler olduğunu bize yeniden duyuruyorlar. Burak’ın Afrika Dansı’ndan alıntılayacağım şu paragrafındaki gibi, içe dönük, içi araştıran ve nüfuz etmeye çalışan niteliği, onu, santimental/marazi melankoliden ayırır : “Ameliyathanenin televizyon ekranında kalbimi seyrediyorum / kasığımdan kan akıyor / atar damardan / boyuna kalın pamuk bastırıyorlar / doktor kalbime şırıngayı takarken / o çengel biçimindeki oltayı yosunların arasına saplarken / düşünüyorum / ben kalabalığın insanıyım / kalabalıkta seçimimi yapacağım / renkli / çeşit çeşit insanları görüp en güzelini seçmek istiyorum” (Afrika Dansı, s.38) Burak 1931 doğumluydu ve çocukluğu, modernleşme krizinin kalbinde geçmişti. Etnik/dini kökeni itibariyle de, ‘ben’ ve ‘öteki’ ilişkisinin gerilimini anılarında taşıyordu. Memet Fuat’ın, dilde tıkandığı yerde oyunlara yönelmesine ilişkin yorumu da isabetli görünüyor : “Öykülerinde gittikçe dille, sözcüklerle daha fazla oynar olmuştu. ama aslında anılarıydı, çocukluğunun insanlarıydı onu yazarlığa iten. Öykücülüğünün dilde tıkanmaya doğru gittiği yerde, oyunlara atlaması bundandı belki de. Oyunlarındaki kişilerle birlikte yeniden güzelliklerinin kaynağına döndü.”
Yanık Saraylar’daki şu bölüm bunu doğruluyor zaten :
“BENİM ANILARIM
BEN BU ANILARI
CANIMLA
KANIMLA
BESLEDİM
AYAKTA TUTTUM
YIKILMASINA ENGEL OLDUM
BU BOYA GETİRDİM
OKUTTUM
BÜYÜTTÜM
ÇİRKİN
GÜZEL”
(Yanık Saraylar, s.34)

Hüzünlü, tedirgin, sıkıntılı, melankolik ve hüzünlü bir dil ülkesinde yaşayan bir başka öykücü/romancımız Oğuz Atay’dır. Hegel'in dediği gibi, 'ruh', kendi acısının taşıyıcısı olarak bizatihi sanatkardır. Öncelikle belirtmeliyim ki, Oğuz Atay, Hegel’in söz ettiği şeydi. Hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğuna fazlasıyla inandığımdan, Türkiye'nin son yüzyılda yaşadığı süreçleri, toplumbilimcilerden çok edebiyatçılardan (sayıları iki üçü geçmeyen) okumayı daha çok önemserim. Üç 'altın yazar'ım var : Abdulhak Şinasi Hisar, Tanpınar ve Oğuz Atay. Üçünden üç başyapıt : Fahim Bey Ve Biz, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Tehlikeli Oyunlar. Fahim Bey'e ilişkin Murat Belge'nin eleştirilerini ciddiye almak gerekiyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'yle ilgili ise, yani onun 'yeni hayat'ın önümüze getirdiği boşluk ve saçmayı anlatırkenki başarısına dair henüz dişe dokunur bir şey okumadım.
Tehlikeli Oyunlar'a gelince...onun hala keşfedilmemiş bir ada olduğunu sanıyorum.
Atay az öykü yazdı ama, modern öykücülüğümüzün zeminin oluşturan metinlerdi bunlar, bu anlamda kurucu bir yazardı. Kalıcı olanı şairler kurarmış, Atay, bir bakıma şairdi de.
Korkuyu Beklerken, öykücülüğümüzün en seçkin örnekleriyle doludur.
Kitaba adını veren öykü dışında, Ne Evet Ne Hayır başlıklı muhteşem hikaye özellikle anılmalıdır. Oğuz Atay, Ne Evet Ne Hayırla bireysel ve toplumsal gerçekliğin nasıl dil dolayımından yansıtılabileceğinin gözkamaştırıcı bir örneğini vermiştir. Dilin bizatihi anlam olduğunu, bir dünya, bir kişilik, bir gerçeklik olduğunu bundan daha çarpıcı anlatan başka bir öykü okuduğumu hatırlamıyorum.
Sefa Kaplan, Oğuz Atay’a yönelik tutumdan hareketle, günümüz edebiyatının ‘hasta’ olduğu düşüncesine karşı şöyle diyordu : “Mevcut durumdan ‘hasta edebiyat' diye şikayet edenlerin kim olduğuna bakmak gerekiyor. Teşhisi koyanların önemli bir bölümü, edebiyat iktidarını kullanma biçimleriyle bu ortamın mimarları arasında yer alıyor zaten. İdeolojik körlüklerini ‘estetik kuram' diye dayatan, kendi gibi düşünmeyenleri edebiyatçı saymayan, kerameti kendinden menkul egemenlik alanlarında payeler dağıtan bu insanlar, şimdi iktidarlarını kaybettikleri için feryat ediyorlar. Çünkü kendilerinden onay alma ihtiyacı hissetmeyen yazarlar bir pıtrak gibi sardı ortalığı. İyi yazıyorlar, kötü yazıyorlar o ayrı mesele. Asıl önemli olan, Ahmet Oktay gibi birilerinin çıkıp da, ''Türk romanına ne oldu?'' sorusunu soracak cesareti bulabilmesi kendisinde. Üstelik bu soruya, sözgelişi Oğuz Atay'ı alet etmesi.”
Atay’ın yansıttığı şey, Türk modernleşmesinin krizi idi. Bu, bazı yanları çürüyen bir toplumun ve çözülen, mutsuzlaşan, yabancılaşan bireyin hikayesiydi.
Yaygın edebi ortamların ve yazılanların ‘hastalıklı’ olduğu düşüncesi, ayrıksı, yaygın söylemin ve zihniyetin dışından, farklı bir yerden bakan biri açısından kaçınılmazdı.
Atay, Türk modernleşmesinin bunalttığı, mutsuz ve tedirgin ettiği ‘birey’in hikayesini ironik biçimde yansıttı. Durum zaten saçmaydı, dil, kurgu ve ona konu edilen ‘malzeme’ de saçma olacaktı.
Zihinleri tersyüz ettiği öyküleri, “gündelik hayatı kavrayış derinliği, anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmaz. Kitaba adını veren hikayenin korkuyu beklerken kendini evine hapseden kahramanı, Atay’ın edebiyat güzergahındaki farklılığının en büyük kanıtlarından. Yazarın bu kitaptaki ilk hikayeyle varettiği “beyaz mantolu adam” da öyle.”
Nurdan Gürbilek, Atay için, ‘Kemalizmin Delisi’ demişti, doğrudur. O sadece Kemalizmin delisi değildi, tarihten kaçmanın ve tarihe kaçmanın da delisiydi, o delilerin deliliğini açığa vuran bir zırdeliydi, bir çılgın, bir yıkıcı, bir yeniden inşa edici, bir tersinden okuyucu, bir hatırlatıcıydı. Türk modernleşmesinin kalbindeki krizi Atay ölçüsünde anlatabilen ikinci bir yazar yoktur dense abartılı olmaz. Tutunamayanlar’dan üç yıl sonra yazdığı ve modern Türk romancılığının yüz akı olan Tehlikeli Oyunlar’ı ‘Ülkemiz’ ve ‘Yalnızlığın Oyuncakları’yla bizi bir ateşin içinden geçirir. Romana ilişkin söylenenler, eh işte Shakespeare, ‘dünyanın bir oyun sahnesi olduğunu’ söyler, Atay da, en tehlikeli kişisel oyunlardan, özellikle de kadınların oyunlarından söz etmektedir. Bu türden ‘eleştiri’ler, edebiyat dergilerinin kadrolu ve gereksiz 'eleştiri yazıcıları'nın geviş getirmeleridir ve romanın temel sorunsalı ile ilgisizdir. Atay, ne sadece bir ‘biçem arayışı’ndaydı ne de kişisel oyunları anlatıyordu. O, Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde koyulduğu zor işe, modernleşme hikayemizdeki trajiğe öylesine içerden ve derinden dokunmuştu ki, Hikmet'in yaralayıcı öyküsü, bir bakıma, Türk modernleştiricilerinin ve buna maruz kalan toplumun acısının epiği olarak patlamıştı. Ülkemiz'den sonraki en hicranlı bölüm olan Yalnızlığın Oyuncakları şöyle başlıyordu : 'Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü?' ya da 'insanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok.' Hikmet Amca ile Salim'in 'Ülkemiz' ödevi ise, modern anlatı tarihimizin unutulmaz bölümlerinden birisidir. Oğuz Atay, burada 'yukardan bakıldığında bir haritaya benzer' dediği ülkemiz'e 'kuş bakışı' bakanları yaylım ateşine tutar ve onlarca sayfa boyunca yüzlerce ezberi bozar : 'Ülkemiz...Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili, genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır.' Çevrili olduğumuz bu 'başka ülke'lerin kırklı yılların ikinci yarısından itibaren daha çok ABD olduğunu bilenler bilir. Türkiye'de olup bitenlerin gerisinde ise bu uzak komşumuzun parayı, silahı, petrolü, uyuşturucuyu ve ihtilalleri çok seven bir 'örgüt'ünün bulunduğunu da...Atay, Ülkemiz'in özellikle heykeller bölümünde anlatımı taçlandırır : 'Ülkemizde eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir. Ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır, birçok medeniyeti uyutmuşuzdur. En son kurulan medeniyet, ekmek medeniyetidir. (...) Ülkemiz, büyük adamlar da yetiştirmiştir. Nokta çizgili sınırlardan, beyaz köpüklerle başlayarak tıpkı haritalardaki gibi rengi gittikçe koyulaşan denizlere kadar; derin deniz yaratıklarına benzeyen göllerden, üzerlerinde yükseklikleri yazılı beyaz dağ doruklarına kadar ülkemiz, bir zamanlar canlı ve yaşamış irili ufaklı büyük adamlarla doludur. Hemen hepsi bugün birer heykel olan, bu büyük adamlar ülkemizi bir baştan bir başa kaplar... Şimdi bunları anlatacağım : Bir : Baş Heykelleri. Bu adamların yalnız başlarının heykelleri vardır. (...) İlk yapıldıkları yerlerde duranlarının gözleri güney sınırlarımıza dönüktür. İki : Ata binmiş büyük adam heykelleri. Üç : Şapkalı adamlar. Bunlar atlı değildir. Hikmet bey amca, bunların otomobile binmiş heykellerinin yapılmasının uygun olacağı kanısındaymış. Fazla yer tutmasa, şimendifer üstünde duran toplu heykellerin bile güzel görüneceğini söylüyor..." Uzun söze ne hacet : Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ı, 'Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Onları güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemişler yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz, o gerçeklerden kendimize göre gerçekler yetiştirmeye çalışırız. Son yıllarda kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför pilağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke gönderirik, yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz, çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz, teşekkür gönderirler. Binzorlukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz, dış ülkelerde çalışanyabancılar istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz, bize ordan mektup gönderirler...'in trajik öyküsü işte.
Görkemli/görkemsiz kaybedenler, Memet Fuat’ın dediği gibi, ‘etiyle kanıyla yazdı’lar.
Bize içimizde olup da fark edemediğimiz, anlamlandıramadığımız ‘bunalım’ı anlattılar.
Bizi bunaltmaları, hakiki edebiyatın tedirgin edicici dilinden doğasından kaynaklanıyordu.
Modern zamanların zihni örselenmiş ve ruhu sakatlanmış çaresizleri olarak bizim, eğlendiren ve uyuşturan değil, tedirgin eden bir edebiyata, bir dile ihtiyaç duyduğumuz kesin.
Sadık Yalsızuçanlar
---

 
Image Hosted by ImageShack.us