"...
üsümüsüm... /Düşlerimin uzeri açikti, bendim,
...
Ellerimin soguklugu hep bir kalabalikta ..." Nilgun Marmara
Sisyphos
MAL DI LUNA *
______________________-Kadirgalar yokusundan
______________________ inerek geldim, Dev Hanim
______________________ beni gulunuze alir misiniz?-
Bitimsiz bir kan tadiydi kutlanan;
Çarpik bir baharda
___________ uzay degmisti bana,
Aşk sakati kadinlar zorlukla
sürükleniyordu izlerken ben onlari
sokaklarda, genis bir duvara rastladi yüzüm
ve gozlerim basimda dagildilar.
Bir elma bekleyisinde avlu kilmistik, çölü , ötede
Ay kamarasinda carpisti kristal kafataslari ,
kanadi
bulutlar
bulusunca...
[...]
- Dilenirken kulrengi esiklerde
hangi kök anladi dilegini
boyle ay gelgitinde yalpalayacaksin
________________ dediler -
Kimse kiyamazken size,
Ah, Samurai yuzlu yengecler, cogalirken siz
_______________ Japon denizlerinde,
tanriciklar, cilginlarca uzuyor tirnaklarim
Yiter kutsallik korkusuyla kesemiyorum;
Aciklayin, aciklayin haydi herseyi,
Vurun baltayi bileklerime!
Düstük
____ ürkek bir tirmanisla geriye
____ bir mirilti uzaya kaptirildi
Mart,86- Subat,87
Daktiloya Cekilmis SİİRLER
* "Mal Di Luna" (Moonsickness)
* The melody from "Mal Di Luna" (Moonsickness) - from Beethoven's Moonlight Sonata
22 Eylül 2007
MAL DI LUNA / NİLGUN MARMARA
Gönderen Ey'lûl
21 Eylül 2007
HAYALET OGUZ / TEZER OZLU
(3 Eylül 1928 -17 Eylül 1975) Oğuz Haluk Alplaçin
Hayalet Oguz
BİR ÖLÜM İLANI / Can Yucel
Zaten hayalet olan
Gölge yazar Oğuz’un ölümü de
Herhalde kendinden rivayet
Oğuz’un cenazesi mi
Hayret!
Hem o hiç uyumaz ki
Belki de ilk kez oradan
Kendi kendini Türkçeye çevirecek
Yeni dikilmiş bir kalem selviyle
Ya da en eski daktilosuyla gecenin
Yıldızları tuş
Hayalet Oğuz / Tezer Özlü
Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu. Oğuz, İstanbul’da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. Yeryüzünde belki de hiç kimsenin yaşayamadığı gibi. Tek bir sandalye sahibi olmadı. Bir-iki giysisi temizleyicide durur, kirlenince yenilerini satın alır, iç çamaşır ve çoraplarını en yakın çöp tenekesine atardı. Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de tek bir mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı.
Bir kez bir kadın parmağına yüzük takıp:
-Oğuz, sen benim nişanlımsın, dediyse de, Oğuz kadının başkalarıyla yatıp kalkmasına hiç ses çıkarmadı. Kimseye baskı yapmadı, canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı. Nişanlı geldiği gibi gitti. Bu da Oğuz’u ne sevindirdi, ne de üzdü.
Oğuz’u, ilkokulu bitirdiğim yıl Fatih’teki evimizin balkonundan ağabeyimin odasına bakınca görmüştüm. İncecik bir adam, yatakta uyuyordu. Zayıflıktan ölmüş gibiydi. Yüreğim burkuldu. Anneme koştum:
- Anne, içeride yatan adam zayıflıktan ölecek, dedim. Oğuz, 21 yıl sonra, 1975 Eylül ayında öldü. 21 yıl süreyle birbirimizi çok sık gördük. Aynı evlerde yaşadık, aynı çevrelerde dolaştık. Aynı kitapları okuduk. O, özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş, ya da Oğuz satın almıştı bile.
Okuyayım, sana bırakırım, derdi.
Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra, kitabı bırakır giderdi.
Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor... gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı.
İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rastgeldiği bir iki dostuna:
-Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Klüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.
Kurbağa bacağı, mantar turşusu gibi garip yiyecekler severdi. Beyoğlu’na gelen ilginç filmleri de ilk gören o olurdu. Çok ender insanda rastlanan bir zekası vardı. Ölmeden beş gün önce Bulvar kahvesinde oturuyorduk. Oğuz: E.’ye uğradım. Sen benden daha önce gebereceksin, çok seviniyorum dedi, diye gülerek anlattı. Hepimiz gülüştük. İnsanın, kendi ölümü üzerine, ölmeden dört gün önce şaka yapabilmesi üstün bir zekanın bile işi değil. Ölmeden dört gün önce, insanın hastaneye tıraşlı bir yüzle gitmesi için, Cağaloğlu’nda para araştırması inanılır gerçek değil.
Biz hep “Hayalet ölmez”, diye düşünüyorduk. Onu, Heybeliada sanatoryumuna götürmedik bile. Son yemeğimizi Degüstasyon’da yedik. Salçalı bir dana söylemiş: Ağzının tadını bilen ağabeyin de, hep bu soslu danayı yer burada, demişti. Ben de arsızlıkla onun soslarına ekmek batırmış, bir ay Heybeliada’da dinlen, sakın İstanbul’a inme, biz gelir seni görürüz, demiştim. Erken çıkmıştık lokantadan. İstiklal Caddesi kalabalıktı gene. Havasız ve pisti her zamanki gibi. Oğuz heyecanlı idi. Sanki önemli bir olay onu bekliyordu. Erken yatmak, bir an önce hastaneye gidip, yerine uzanmak istiyordu. Ama bu gidiş hastaneye, ölüme falan değil de, hiç çıkmadığı bir Avrupa yolculuğu, ya da sevdiği bir kadınla buluşacağı sabahı bekleyiş gibiydi.
-Senin de Celal Sılay için yazdığını okudum, dedi.
-Meraklanma, senin ölüm yazını da kaleme alıyorum, dedim.
Gülüştük.
Tünel’e doğru yürüyecekti. Otuz yıldır yaşadığı bu caddede son yürüyüşü olacaktı bu, yorgundu. Ağabeyimin evinde uyuyacaktı, yanında pek tanımadığı bir üniversiteli genç kalacaktı. Bu çocuk onu sabah Ada vapuruna bindirecekti. Ve Oğuz dört gün sonra akciğer kanserinden boğularak ölecekti. Kırk altı yaşında ve kırk altı kilo olarak.
Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu Eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’de öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı.
Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi “Eğlentili Bir Gömme Töreni” oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatın olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üstüste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti.
Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajı’ndaki Neşe Meyhanesinde oturup, onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.
Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.
Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi.
Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı:
-Ne o, sahura mı kalktın?
Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı.
Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.
Balıkpazarı meyhaneleri, Beyoğlu lokanta ve gece kulüpleri, kahveler, Nazmi, Kaptan ve ender olarak gittiği birkaç taşra kentinde geçen bu kısa yaşam, boyutlarına yeryüzünde herkesin erişemeyeceği bir yaşamdı.
Ölümünden altı ay kadar önce, yağışlı bir günde bana küçük bir valizini getirdi. Yıllardır hiç açılmamış. Afrika Han’da, Bülent Oran’da kalmış bir valiz içinden iki taş baskısı örtü çıktı. Yepyeni, onları bana verdi.
-Bunları bir kızla birlikte almıştık, dedi.
Kadının güzelini bilir, bu kadınlara annesi, arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisiymiş gibi bakardı. Valizden ayrıca; yedi sekiz yıldır kullanılmamış bir diş fırçası, çoğu bitmiş bir İpana diş macunu, Yüksel Arslan ve Ömer Uluç’la bir fotoğrafı, gene arkadaşlarıyla Bebek’te lokantada bir fotoğrafı, film çalışması yaparken bir fotoğrafı, temiz iki beyaz cin pantolon, fayans üzerine basılmış antik bir oto resmi, kirli çorap ve kirli çamaşır, bir iki ozanın adına imzaladığı kitap, bir iki kolej kitaplığından alınma İngilizce ekonomi kitabı çıktı... hepsi bu, işe yararlarını bana verdi, gerisini attı.
Son olarak kaldığı ağabeyimin evinde, ölümünden sonra şunlar ilişti gözüme: Hastaneye getirmemizi istediği ve temizlettiği pantolonunun üzerinde Türkiye Cumhuriyeti 1960 Anayasası duruyordu. İngilizce bir polisiye romanını yarısına kadar okumuş, kaldığı yeri işaretlemişti, ağabeyimin telefon defterine en çok çalıştığı Yalçın Ofset’in telefon numarasını yazmıştı. Bunun dışında eski gocuğu, hiç yayımlanmamış bir iki şiiri, yazlık ayakkabıları ve şöyle bir not: daktilo otelde, gömlek temizleyiciden alınacak... Ayaspaşa’dan Levent’e... Levent’ten Ayaspaşa’ya... vb.
Yolları araç ve garip bir insan kalabalığının karşıdevrim gibi sardığı İstanbul’u “Katmandu”ya benzetiyor, son aylarında: “Artık gerçekten yaşamak istemiyorum, hiç tadı yok”, diyordu. Ama bunu söylerken soyut bir bunalımı dile getirmiyordu. Oğuz, bunalan bir insan değildi. Onun akıl ve mantığı bu tür gereksizlikleri çoktan aşmıştı. Hiçbir zaman,
-Sıkıldım, acıktım, uykusuzum, yorgunum, bile demedi.
Akciğer kanserine yakalandığını bilmedi, yakınmadı da,
-Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni, demekle yetindi.
-Çok hastayım, demedi. Doktorun terimini kullandı: “Çok hastaymışım”, dedi.
Her anlamda olumsuzlaşan İstanbul’u artık istemiyordu ve ölümü de öylesine umursamıyordu ki... hani;
-Beyoğlu’nun tadı kalmadı, artık öteki dünyaya gidelim, der gibi. Ve ölmeden dört gece önce Degüstasyon’un kapısı önünde karşılaştığımız Ali Poyrazoğlu’nun yanağından makas alıyor,
-Tatlıhayat kurbanları gene nereye? diye takılıyordu.
Tezer Ozlu/Eski Bahçe - Eski Sevgi (1987)
Oğuz Haluk Alplaçin
O Pera'daki Hayalet [Sezer Duru, Orhan Duru] 1996
Oğuz Haluk Alplaçin'in (Hayalet Oğuz) İnanılmaz Yaşam Öyküsü, Yapıtları, Dostlarının Yazdıkları ve Anlattıkları
Oğuz İstanbul'da yaşadı. Oğuz bir dönemi yaşadı. İncecikti. Çeviriler yaptı, şiirler yazdı, dünyayı ve çevresini izledi. Hiçbir zaman bir evi, tek bir sandalyesi bile olmadı, Arkadaşlarının evinde kaldı. Birlikte yaşadığı insanlar hep övgüyle andılar onu... Üzerinde daima bir kitap bulundururdu. Kitaplığı olmadı ama güçlü bir belleği oldu. Bir bavulu bile yoktu, gerektiği zaman üzerindekileri değiştirmekle yetindi. Eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı... Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak yaşadı... Hayalet Oğuz: yaşamını bir sanat yapıtı haline getirebilmiş ender insanlardan biri...
Oğuz Haluk Alplaçin belgeseli
HAYALET
Yapım Tarihi : 1998
Süresi : 19’ 50”
Yönetmen - İsmail SANCAK / M. Hakan DEMİRALAY
Metin Yazarı: İsmail Sancak
Görüntü Yönetmeni: M. Hakan Demiralay
Kamera: Feza Önay, Atilla Aktürk, Ercan Özkan, Orhan Erkal
Kurgu: M. Hakan Demiralay
Yapımcı: İsmail Sancak & M. Hakan Demiralay
M. Hakan DEMİRALAY ile birlikte yönettiği belgeselin konusu, 1960'larin Pera'sında yasamış bir anti kahramanın öyküsü. Hayalet,Türk Edebiyatının lirik prensesi olan Tezer Özlü'nun yakın arkadaşı olan Oğuz Haluk Alplaçin'in yaşamını anlatan bir belgesel çalışmadır. Dönemin bohem çevrelerinde ve ünlü mekanlarında adından sıkça söz ettiren Oğuz Haluk Alplaçin ( Hayalet Oğuz ) tüm yaşamını aykırı bir insan olarak geçirmiştir.
İsmail Sancak ile Hakan Demiralay'ın belgeseli Tezer Özlü'nün öyküsünden yola çıkıyor. Filmde, Ahmet Oktay, Orhan Duru, Sezer Duru, Bület Oran, Erden Kıral, Ömer Uluç ve John Freely'nin, Hayalet Oğuz ile ilgili anlatımlarına da yer veriliyor.
Belgesel filmin seslendirmesini Işık Yenersu yapıyor.
1999 - İFSAK 20. Ulusal Kısa Film Yarışması Belgesel Dalı Birincilik Ödülü
11. Ankara Uluslararası Film Festivali Ulusal Belgesel Film Yarışması Seçici Kurul Özel Ödülü
9. London Turkish Film Festivalinde gösterildi. 20 Aralık 2001
Kaynak - İsmail SANCAK
SOĞUK GÜNEŞ /TENESSE WILLIAMS
ÇEVİREN OĞUZ ALPLAÇİN ( HAYALET OĞUZ )
SAMİM SADIK YAYINEVİ 1960
Gönderen Ey'lûl
20 Eylül 2007
Etiyle ve Kanıyla Yazanlar
Etiyle ve Kanıyla Yazanlar ruhuna...(gokekin'den)
(...)Tezer Özlü (öykü ile uzun öykü sayılabilecek romanları ayırt etmeksizin) Sevim Burak, Bilge Karasu ve tabii ki Oğuz Atay.
Tezer Özlü başta çünkü yazı ile yaşamın ucuna yolculuk yapan tek yazıcı o neredeyse.
Oğuz Atay da, özellikle Sevim Burak da, Karasu da görkemli/görkemsiz kaybedenlerden ve de ‘yaşama hastalığı’nın farklı görünümlerini anlatanlardan.
(...) melankoli ve giderek o derin varoluşsal tedirginlik, o ontolojik manada iktidar baskısı, o yapıçözümü yapılamayan dünya saldırısı en çarpıcı biçimde Sevim Burak ve Tezer Özlü de dile bürünür. Ardından Oğuz Atay ve Bilge Karakus, içinden geçtiğimiz ve şiddetini tam olarak fark edemediğimiz sancıyla kıvranmaya ve bunu sözcüklere taşımaya başlar.
Bir yazısında Enis Batur (günce miydi yoksa, yoksa söyleşi mi?), en saldırgan sorunun ‘nasılsın?’ olduğunu söyler ki, bu doğrudan varoluşun kalbine bir hançer saplamak gibidir.
‘Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi’ diyor Nilgün Marmara ve ertelenen acıyı deşen o gizil saldırıyı, ‘nasılsın?’ı çıt çıkarmanın bir biçimi olarak niteliyor.
O halde, bireyin yaşama hastalığını yoklayan her öykü, ‘cam kelepçeye evet’ der :
“Ilık bir süzülüşle/geri dön hayat/bırakma yeryüzü salına/tünemiş pek kara kuşlar/örtsün bakışımı/görmek acısı sürsün/pencere tutsağının/düşsün hayatı suya...”
Nilgün Marmara, Özlü, Burak, Atay ve Karasu ile akrabadır tedirginlikte.
Kimisi, yaşamın özündeki şiirsel mantığı yazar, kimisi, yeryüzüne tünemiş kara kuşların büyüsünü. Acı ile tatlı, aynı tecellinin iki ayrı yüzüdür gerçi.
...Edebiyatımızın bu kara yazıcılarını kabusçulukla suçlayan kolaycı yaklaşımlar, kendilerine, ‘nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘iyidir’ deyip geçen ve bu sığlığı tevekkül sananlardır. Oysa ‘iki dünya’ arasında yarılmış bir toplumun ve onun ‘birey’inin acısını bize en çok Özlü ve Atay anlatır ki, edebiyatın varoluşsal anlamı üzerine kafa yoranları da en çok onlar ilgilendirmelidir.
Onların ‘canı sıkıntı sınırı’dır Marmara’nın ifadesiyle.
Onlar, “yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz?” diye sorarlar. Tezer Özlü’nün yaşamın ucuna yaptığı yolculuk böylesi sorularla sürer : Yaşam özlemini doyuracak bir olgu mümkün mü? Bu saf soruyu ancak bir çocuk veya Tezer Özlü sorabilir :
“Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu araken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?” Sorulara ancak sorarak ulaşılabilir. Sormaksızın, doğru sorulara ulaşmaksızın, soruların ontolojik meşruiyetini fark etmeksizin, şu batağa saplanılamaz : ‘Her anı ölüdür…’ Ölüdür, çünkü öldürülmüştür. Birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmışlardır. Nilgün Marmara’nın dediği gibi, onların, “karada, hançer suratlı abinin rüzgarında/uçar adımları/geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu/içinden karanlık, tekrar ve ilenç/sızdıran hayret taşında/soruyor hatırasında, ‘sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim/bir damla süt yerine bu ağu kim?’/ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara/-boy atmış da salgıları/cücelmiş sezgileri-bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…” Bundan daha acı nasıl anlatılabilir sırtımızda gezinen ürperti? Tezer Özlü, sıkıntı/bunalım/melankolinin Derrida’nın bir türlü yapıçözüme uğratamadığı o her türden iktidar’ın, yani, ‘düzene ayak uydurma’ zorunluluğunun içinden çıktığı görüşündedir. Öykülerdeki bunalım, parçalanmış, kaotik bir dünyanın mutsuz, tedirgin insanlarının yaşamı olmanın ötesinde, sadece yaşadığı topraklarda değil, arzda da varolmanın bir saldırıya maruz kalmanın, baskılanmanın, belki ruhun ten kafesine tutuklanmanın doğurduğu vahşetin dile gelişidir. Bunu sürekli ‘ruh burkuntularından hikayeler’ anlatan Özlü, burada, parçalanmanın en vahşi biçimde yaşandığı yerde arar : “Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin ‘medeni durum’ dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki…Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum. (sayfa. 75-76)” Alıntıyı özellikle uzattım, nereye gideceğini bilemeyen bir yolcu olarak insanın bu toplumdaki çaresizliğini biraz olsun hafifletebilmeye çalışan bir yazarın hikayesi biraz okunsun istedim. Öykücülüğümüzün (öykünün sınırlarını parçalayan bir yazar olduğunu da göz ardı etmeksizin) Sevim Burak, varoluşsal tedirginliğin merkezinde durur, zaman zaman kıyılara savrulur, bireyin toplumsal yaşamdaki ve kendisiyle uyumsuzluğunu anlatmanın yollarını arar. Hikaye, aslında kendi menkıbesidir, ‘kendi derdin söylemekte’dir, spleen’in Lale Müldür’ün dediği gibi, ‘bir balığın kesik boynu gibi olduğunu’ dile getirmektedir. Bunun dile gelebilen bir şey olup olmadığı konusunda zihnimizi karıştıran bir yazardır Burak. “Açıkgözler için hiç bir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için, kendim için yazacağım-erken bunamışlara-hayalperestlere- çok acıklılara- bu dünyadan gitmek için hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara-şizofrenlere-aşırı romantiklere- ve aşırı sadistlere” der Yanık Saraylar’ın yazarı. Bu aşırı biçimde bireyselleşmiş ve parçalanmış dünyada, nefsle ruhun arasındaki yüksek gerilim hattında dönenip durur Burak. Bilinçaltının derinliklerine indikçe iner. Renklerin, nesnelerin, biçimlerin ve ‘ruh’un labirentlerinde yolunu yitirir. Trajiğin arandığı, yeniden tanımlanmaya çalışıldığı bir dildir onunkisi. 1965 yılında yayımladığı Yanık Saraylar’ıyla Burak, modern öykücülüğümüze bir yıldırım gibi düşer. Kişi ve mekan tasvirleri, olaylar örgüsü, kurgu, dil ve daha birçok önyargımızı yıkar, eserin kuraldan önce geldiğini bize tekrar hatırlatır. Afrika Dansı ve Palyaço Ruşen’i, öykücülüğümüzde gerçeküstücülüğün, trajiğin, postmodern anlatıyı haber verir biçimde kendisini şiddetli, gerilimli bir sesle dışavurduğu, yıkıcı anlatılardır. Alışılmış olanı yıkar Burak, bizi, gözümüzdeki perdelerin bir kısmından kurtarır. Ford Mach 1 adlı romanı da, öykü ile roman arasında, özgür, açıkuçlu bir anlatının yetkin örneği olarak karşımıza çıkar. Burak, varolmanın dayanılmaz ağırlığını daha da ağırlaştıran diliyle, sıradan okurun ilgi alanından tümüyle uzaktır ve varoluşsal sorunların, bunalım ve melankolinin, saçmanın, acıların ve anıların kendine özgü gramerle yansıdığı öncü bir öykücü/romancıdır. Oyunları da aynı dilin içinden gelir, geleneksel oyun’un kurallarını tarumar eder. Afrika Dansı’ndan kısa bir alıntı :
“10 yaşında rheumatic fever
aort odağında 1/4 ejeksiyon
üfürümü az.p.z. den 1'inci
ses çiftleşmesi
aort odağında 1/6 sistolik
ejeksiyon 2/6 erken diastolik
üfürüm var. staz (÷) hjr (÷)
karaciğer kosta kenarını 8-10
cm geçiyor. tibial ödem (+),
ta: 125/80 mmhg. nds: 78
/ düzensiz
akciğerlerde her iki solunum sisteminde...
duyulmakta... apekste 3/6 şiddetinde pan-
sistolik üfürüm
koltuk altına dek yayılmakta
siyanoz
ödem
çomak parmak”
Bu, zihnimizdeki kalıpları kıran diliyle, bir yandan modern yaşamın kaotik ve parçalanmış, aşırı biçimde bireyselleşmiş doğasını aktarır, diğer yandan dilin kırık, kesik bir biçime evrilişinin varoluşsal kökenini ima eder.
Nilüfer Güngörmüş Erdem, ‘Birey ve Karanlığı’ başlıklı yazısında (Adam Öykü, Kasım-Aralık, 2004) Burak’ta ‘tekinsizlik’ kavramından söz ederken şöyle der : “Tekinsizlik kavramı Sevim Burak'ın edebiyatını en iyi anlatan kavramlardan biridir. Kendisi de büyük ölçüde bunun bilincinde olarak yazar. ‘Genel olarak yazdığım hikâyelerdeki şahıslar normal insanlar gibi hareket edemezler; bu kişiler sabahları saklanır, akşamları ortaya çıkar- O kişi hep duvar diplerinden gider. Hep gizli yollarda dolaşır. Hep gizli yollarda savaşır. Kuşku içindedir; Hikâyelerimde herkes birbirinden şüphelenir..İki kişi karşı karşıya gelip bir meseleyi düşünemezler. Hep birbirlerinden gizli düşünceleri vardır.’
Onun metinlerinde kişileri devindiren güç ‘öteki’nin gizli bir düşman olduğu fikridir. Sevim Burak derinlerde bu düşmanlığın ve şüphenin kaynağını oluşturan bir esas düşmandan, "gizli düşman"dan söz eder ki, bu ölümdür. "Aşağı yukarı bütün hikâyelerimde ‘Ölüm’le savaştım, ve savaşıyorum denilebilir.. .’Ölüm’ bütün hikâyelerimde ‘Düşman’ olarak geçer.’ Metinlerinde birey ve karanlığı, bireyin karanlığıyla mücadelesi bu bağlamda kendini gösterir.
Sevim Burak metinleri iki ana öbekte toplanabilir. Bu gruplandırma zaman içinde belirginleşen bir eğilimi de ifade eder. Bunlardan ilki Yanık Saraylar 'a damgasını vuran "Ah Ya'Rab Yehova", "Sedef Kakmalı Ev", "Yanık Saraylar" hikâyeleri; bunların tiyatrolaştırılmış biçimleri olan "Sahibinin Sesi" ve "İşte Baş, İşte Gövde, İşte Kanatlar" metinleri ve nihayet, Afrika Dansı 'nda yer alan ancak yukarıdaki metinlerin dünyasından türemiş olan şiirsel yapıdaki küçük hikayelerdir. Bu metinlerde birey kendini daha çok bir "toplumsal öteki"ne göre konumlandırır. Tekinsiz, öteki dinden, öteki cinsten, öteki kültürden, öteki dilden olandır. Bu metinlerde herkesin ikinci bir kimliği, bir "nam-ı diğeri" vardır: Bilal asker kaçağı kimliğini gizlemek için muteber bir şehit pilot kimliğine bürünür, Yahudi Zembul'ün nam-ı diğeri Sümbül, Madam İda'nın Eda, Sobacı Yasef'in Hazret-i Yusuf'tur ve hatta giderek "Hazret-i Musa'nın karşısında Hazre-ti Nuh oturur ki namı diğeri Kasap Nahum'dur..." Nurperi Hanım evlatlıktır, yani kökenleri bilinenden farklıdır, metin hikâyeden oyuna dönüşürken Nurperi, Melek nam-ı diğerini alır. "Yanık Saraylar"ın daktilo kızı gerçek ailesinin onu doğar doğmaz bir sepetin içinde nehrin azgın sularına bıraktığına ve Fulya Hala adında birinin onu bulup yetiştirdiğine inanır. Böylece bu metinlerde kimlik sorgulamaları köken sorgulamalarıyla iç içe geçer. Birey olma yolunda ilk adımı atan çocuğun temel soruları olan "ben kimim?" "nereden geliyorum?" soruları toplumlar ve kültürler arası bir düzlemde, yapı olarak sürekli parçalanmaya meyleden metinlerin başdöndürücü gelgiti içinde tekrar tekrar karşımıza gelir.” Güngörmüş Erdem’in bu belirlemesi isabetlidir, Burak’ın dili, sürekli bir parçalanma meyli içinde akmaktadır ve ben ve ‘öteki’ ilişkisinin gerilimi, gel-gitleri, metinlerin iç şiddetini tırmandırmaktadır. Bu, Derrida’nın söz ettiği ve yapıçömünün imkansız olduğunu söylediği ‘iktidar’la birlikte düşünülmelidir. İnsan arza düştüğünde saldırıya uğrar, dış dünyanın, ten kafesine girmenin şiddetini yaşar. Bu travmatik deneyim, bir özgürleşme olan ölüm’e değin sürecektir. Oysa ölüm ‘ifadenin donması’dır. Söz ve yüz ifadesi donar ölümle. Ölümü insan ölümle ölür, der Heidegger. Ölümün deneyimlenememesi, yani insanın kendi ölümünü ölümle ölmesi, dilin de bitmiş olduğunu, insanın kendi ölümünü anlatamadığını gösterir. Dile dönüşmeyen şeyin olmadığı varsayımı, Burak’ın gizil korkusu olabilir. Bireyin karanlığını emanet edeceği, anlamlandıracağı veya takaslayabileceği bir imkan sunamayan modern yaşamda ben ile öteki’nin ilişkisi, karşılıklı olarak birbirini besleyen şiddet olacaktır : “Yaşadığımız çağda, dışarıya yansıttığımız karanlığımız bize sürekli bir bombardımanla korku, şiddet, cinayet, savaş, kaos, yıkım olarak geri gelmektedir. Sürekli tehdit altındaki çağdaş bireyin, kendini birey olarak gerçekleştirmesini sağlayacak, varlığa ve yokluğa ilişkin temel soruları sorması bu koşullarda neredeyse imkânsızdır. Bu anlamda çağdaş dünyanın en şanslı bireylerinin sanatçılar olduğu söylenebilir, çünkü onların karanlıklarını emanet edecekleri emniyetli ve çok zengin potansiyellere sahip bir yer vardır: Sanat yaratısının gerçekleştirildiği alan.” (Güngörmüş Erdem, agm)
Kaosun bunalttığı ruh için tekinsiz gibi görünen veya kaçınılmaz olan bir yol, ‘kökene gitme’dir. Köken’in tanımı, kaosun anlanlamdırılma biçimi gibi, Ruh’tan ne anlaşıldığına bağlıdır. Ruh, dış dünyanın baskısıyla ve her türden iktidar tehditleriyle kuşatılmış, kendini gerçekleştirme imkanları boğulmuş, bir anlamda yabancılaşma kaçınılmazlaşmışsa, kökene gitmekten başka çare kalmamıştır. Yazının ne kadar soyut ve kapalı olursa olsun, her türden yazının birincil işlevi, varoluşun çıplak halde kavranılmasına bir imkan aralaması olduğunu varsayarsak, ökene inme, aynı zamanda bir yalınlaşma, eklerden ve giysilerden soyunma girişimidir. Burak, ‘gerçek nedir?’ sorusuyla başlayan yolculuğun bir yerinde, kendi doğuşuna değin uzanır :
“KANAPE
KOLTUK
KOLTUK KOLU
ANLATIYORDU
Oda kapıları açılmış
DÜNYAYA GELİŞİMİ
Artık çevresini saran eşyalar arasındadır
BAŞIM
YENİ
DOĞAN
AYA
BENZER
YEPYENİYİM
Sesim dudaklarımdan işitilir
HERHALDE BENİM.”
Arapçada ‘te’vil’ kavramı, (yorum, tefsir) ‘evvele gitmek/götürmek, kökene dönmek, ilksel olana yönelmek’ anlamına gelir.
Öncü yazarlar, genellikle yapıçözüme bezer bir şeyi yapar. Kökene avdet eder ve okuru oraya çağırırlar. Bir meselenin doğru kavranabilmesi için, sonradan yüklendiği anlamlardan soyunması gerekir. Tevil, bu anlamda, ıstılahi düzeyde değilse de, genel olarak söylemek gerekirse, Burak gibi avangard yazarların niteliğidir.
Varolanın kesretinden ve kaosundan kurtulmanın veya onu anlamlandırmanın, dibe inmenin, bir’e ulaşmanın, birlik ilkesinin doğasına sızmanın bir yolu alabildiğince soyunmak, soymak, arınmak, yapıyı önce yıkmak, çözmek ve parçalar arasındaki ilişkiyi deşifre ettikten sonra, öze uygun yeni bir yapı inşa etmektir. O halde, kökene gidilmeli ve sorunun doğduğu yere dönülmelidir. Burada biraz da, dünyanın imgesi bulunacaktır. Temsil kelimesi, misil’den gelir, benzer demektir. Yazar dünyanın imgesi olarak bir temsil kurmakta, bunun için de kökendeki ilkeye gitmeye çalışmakta, dünyanın, gerçekte zuhurun imkanları olduğunu fark etmektedir. Burak’ın böylesi bir gedik açmak üzere yazdığını en çok fark edenlerden biri, başta geleni, Memet Fuat’tı. “Sevim Burak Yazı Düzenlemeleri” başlıklı yazısında şöyle diyordu : “Yanıltıcı bir yazardı Sevim Burak. Güzelliklerinin kaynağını gizledi
hep. Biçime ağırlık verir gibi göründü, oysa içerikti, insanlardı asıl ilgilendiği. Çevreden kopuk, kendi dünyasına kapanmış snob bir yüksek aydın sanıldı, oysa kalabalığa açılmak, "çeşit çeşit insanları görüp en güzelini seçmek" için çırpınıyordu. Seçkin bir azınlığın yazarı olmayı kesinlikle istememiş, kitaplarının kapışılmasını, oyunlarının aylarca, yıllarca kapalı gişe oynamasını özlemişti. Ödün vermemiş olması, bağlandığı, doğruluğuna inandığı sanat anlayışından kopmaması,
güçlülük diye nitelenebilir. Oysa, güçlülükle bir ilgisi yok. Böyle bir sorunu olmadı, başka türlü yazarsam özlediklerimi elde edebilirim diye düşünmedi hiçbir zaman. Başka türlü yazamazdı çünkü. Hiçbir sahteliği, takınılmış tavrı yoktu, bir kuramın uygulamasını yapmıyor, etiyle, kanıyla yazıyordu. Birbirine iğnelerle tutturulan kağıtlar, koltukları, duvarları dolduran, odalardan dışarı taşan kağıtlar... Hangisi hangisinin başı, hangisi hangisinin sonu, bilinmeyen, aranan, bakılan, yakıştırılan, "Tamam, bu bundan sonra!" diye birleştirilen kağıtlar... Bir daha, bir daha yazılan...Büyük harfler, küçük harfler, çizgiler, barlar, noktalamalılar, noktalamasızlar, alt altalar, merdivenler, dikdörtgen içindekiler, sağa sola, yana yatmış, çarpıtılmışlar...Resim mi yapıyordu sözcüklerle?”
Memet Fuat’ın Nietzsche’nin söz ettiği ‘kanla yazmak’ belirlemesine yürekten katılıyorum. Sevim Burak, Tezer Özlü gibi yazarlar, etiyle kanıyla yazdıkları için, bizi kökene götürmek, yerleşik yargıları ve önkabulleri yıkmak, bizi eklerimizden soymak, düşüncenin özüne ulaşmak, dil ile yaşam arasındaki ilişkiyi saydamlaştırmak, Wittgenstein’ın dediği gibi, kelimelerin eylemler olduğunu bize yeniden duyuruyorlar. Burak’ın Afrika Dansı’ndan alıntılayacağım şu paragrafındaki gibi, içe dönük, içi araştıran ve nüfuz etmeye çalışan niteliği, onu, santimental/marazi melankoliden ayırır : “Ameliyathanenin televizyon ekranında kalbimi seyrediyorum / kasığımdan kan akıyor / atar damardan / boyuna kalın pamuk bastırıyorlar / doktor kalbime şırıngayı takarken / o çengel biçimindeki oltayı yosunların arasına saplarken / düşünüyorum / ben kalabalığın insanıyım / kalabalıkta seçimimi yapacağım / renkli / çeşit çeşit insanları görüp en güzelini seçmek istiyorum” (Afrika Dansı, s.38) Burak 1931 doğumluydu ve çocukluğu, modernleşme krizinin kalbinde geçmişti. Etnik/dini kökeni itibariyle de, ‘ben’ ve ‘öteki’ ilişkisinin gerilimini anılarında taşıyordu. Memet Fuat’ın, dilde tıkandığı yerde oyunlara yönelmesine ilişkin yorumu da isabetli görünüyor : “Öykülerinde gittikçe dille, sözcüklerle daha fazla oynar olmuştu. ama aslında anılarıydı, çocukluğunun insanlarıydı onu yazarlığa iten. Öykücülüğünün dilde tıkanmaya doğru gittiği yerde, oyunlara atlaması bundandı belki de. Oyunlarındaki kişilerle birlikte yeniden güzelliklerinin kaynağına döndü.”
Yanık Saraylar’daki şu bölüm bunu doğruluyor zaten :
“BENİM ANILARIM
BEN BU ANILARI
CANIMLA
KANIMLA
BESLEDİM
AYAKTA TUTTUM
YIKILMASINA ENGEL OLDUM
BU BOYA GETİRDİM
OKUTTUM
BÜYÜTTÜM
ÇİRKİN
GÜZEL”
(Yanık Saraylar, s.34)
Hüzünlü, tedirgin, sıkıntılı, melankolik ve hüzünlü bir dil ülkesinde yaşayan bir başka öykücü/romancımız Oğuz Atay’dır. Hegel'in dediği gibi, 'ruh', kendi acısının taşıyıcısı olarak bizatihi sanatkardır. Öncelikle belirtmeliyim ki, Oğuz Atay, Hegel’in söz ettiği şeydi. Hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğuna fazlasıyla inandığımdan, Türkiye'nin son yüzyılda yaşadığı süreçleri, toplumbilimcilerden çok edebiyatçılardan (sayıları iki üçü geçmeyen) okumayı daha çok önemserim. Üç 'altın yazar'ım var : Abdulhak Şinasi Hisar, Tanpınar ve Oğuz Atay. Üçünden üç başyapıt : Fahim Bey Ve Biz, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Tehlikeli Oyunlar. Fahim Bey'e ilişkin Murat Belge'nin eleştirilerini ciddiye almak gerekiyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'yle ilgili ise, yani onun 'yeni hayat'ın önümüze getirdiği boşluk ve saçmayı anlatırkenki başarısına dair henüz dişe dokunur bir şey okumadım.
Tehlikeli Oyunlar'a gelince...onun hala keşfedilmemiş bir ada olduğunu sanıyorum.
Atay az öykü yazdı ama, modern öykücülüğümüzün zeminin oluşturan metinlerdi bunlar, bu anlamda kurucu bir yazardı. Kalıcı olanı şairler kurarmış, Atay, bir bakıma şairdi de.
Korkuyu Beklerken, öykücülüğümüzün en seçkin örnekleriyle doludur.
Kitaba adını veren öykü dışında, Ne Evet Ne Hayır başlıklı muhteşem hikaye özellikle anılmalıdır. Oğuz Atay, Ne Evet Ne Hayırla bireysel ve toplumsal gerçekliğin nasıl dil dolayımından yansıtılabileceğinin gözkamaştırıcı bir örneğini vermiştir. Dilin bizatihi anlam olduğunu, bir dünya, bir kişilik, bir gerçeklik olduğunu bundan daha çarpıcı anlatan başka bir öykü okuduğumu hatırlamıyorum.
Sefa Kaplan, Oğuz Atay’a yönelik tutumdan hareketle, günümüz edebiyatının ‘hasta’ olduğu düşüncesine karşı şöyle diyordu : “Mevcut durumdan ‘hasta edebiyat' diye şikayet edenlerin kim olduğuna bakmak gerekiyor. Teşhisi koyanların önemli bir bölümü, edebiyat iktidarını kullanma biçimleriyle bu ortamın mimarları arasında yer alıyor zaten. İdeolojik körlüklerini ‘estetik kuram' diye dayatan, kendi gibi düşünmeyenleri edebiyatçı saymayan, kerameti kendinden menkul egemenlik alanlarında payeler dağıtan bu insanlar, şimdi iktidarlarını kaybettikleri için feryat ediyorlar. Çünkü kendilerinden onay alma ihtiyacı hissetmeyen yazarlar bir pıtrak gibi sardı ortalığı. İyi yazıyorlar, kötü yazıyorlar o ayrı mesele. Asıl önemli olan, Ahmet Oktay gibi birilerinin çıkıp da, ''Türk romanına ne oldu?'' sorusunu soracak cesareti bulabilmesi kendisinde. Üstelik bu soruya, sözgelişi Oğuz Atay'ı alet etmesi.”
Atay’ın yansıttığı şey, Türk modernleşmesinin krizi idi. Bu, bazı yanları çürüyen bir toplumun ve çözülen, mutsuzlaşan, yabancılaşan bireyin hikayesiydi.
Yaygın edebi ortamların ve yazılanların ‘hastalıklı’ olduğu düşüncesi, ayrıksı, yaygın söylemin ve zihniyetin dışından, farklı bir yerden bakan biri açısından kaçınılmazdı.
Atay, Türk modernleşmesinin bunalttığı, mutsuz ve tedirgin ettiği ‘birey’in hikayesini ironik biçimde yansıttı. Durum zaten saçmaydı, dil, kurgu ve ona konu edilen ‘malzeme’ de saçma olacaktı.
Zihinleri tersyüz ettiği öyküleri, “gündelik hayatı kavrayış derinliği, anlatım zenginliği ve okuru alıp götürmedeki enerjileri bakımından romanlarından geri kalmaz. Kitaba adını veren hikayenin korkuyu beklerken kendini evine hapseden kahramanı, Atay’ın edebiyat güzergahındaki farklılığının en büyük kanıtlarından. Yazarın bu kitaptaki ilk hikayeyle varettiği “beyaz mantolu adam” da öyle.”
Nurdan Gürbilek, Atay için, ‘Kemalizmin Delisi’ demişti, doğrudur. O sadece Kemalizmin delisi değildi, tarihten kaçmanın ve tarihe kaçmanın da delisiydi, o delilerin deliliğini açığa vuran bir zırdeliydi, bir çılgın, bir yıkıcı, bir yeniden inşa edici, bir tersinden okuyucu, bir hatırlatıcıydı. Türk modernleşmesinin kalbindeki krizi Atay ölçüsünde anlatabilen ikinci bir yazar yoktur dense abartılı olmaz. Tutunamayanlar’dan üç yıl sonra yazdığı ve modern Türk romancılığının yüz akı olan Tehlikeli Oyunlar’ı ‘Ülkemiz’ ve ‘Yalnızlığın Oyuncakları’yla bizi bir ateşin içinden geçirir. Romana ilişkin söylenenler, eh işte Shakespeare, ‘dünyanın bir oyun sahnesi olduğunu’ söyler, Atay da, en tehlikeli kişisel oyunlardan, özellikle de kadınların oyunlarından söz etmektedir. Bu türden ‘eleştiri’ler, edebiyat dergilerinin kadrolu ve gereksiz 'eleştiri yazıcıları'nın geviş getirmeleridir ve romanın temel sorunsalı ile ilgisizdir. Atay, ne sadece bir ‘biçem arayışı’ndaydı ne de kişisel oyunları anlatıyordu. O, Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde koyulduğu zor işe, modernleşme hikayemizdeki trajiğe öylesine içerden ve derinden dokunmuştu ki, Hikmet'in yaralayıcı öyküsü, bir bakıma, Türk modernleştiricilerinin ve buna maruz kalan toplumun acısının epiği olarak patlamıştı. Ülkemiz'den sonraki en hicranlı bölüm olan Yalnızlığın Oyuncakları şöyle başlıyordu : 'Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü?' ya da 'insanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok.' Hikmet Amca ile Salim'in 'Ülkemiz' ödevi ise, modern anlatı tarihimizin unutulmaz bölümlerinden birisidir. Oğuz Atay, burada 'yukardan bakıldığında bir haritaya benzer' dediği ülkemiz'e 'kuş bakışı' bakanları yaylım ateşine tutar ve onlarca sayfa boyunca yüzlerce ezberi bozar : 'Ülkemiz...Ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili, genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır.' Çevrili olduğumuz bu 'başka ülke'lerin kırklı yılların ikinci yarısından itibaren daha çok ABD olduğunu bilenler bilir. Türkiye'de olup bitenlerin gerisinde ise bu uzak komşumuzun parayı, silahı, petrolü, uyuşturucuyu ve ihtilalleri çok seven bir 'örgüt'ünün bulunduğunu da...Atay, Ülkemiz'in özellikle heykeller bölümünde anlatımı taçlandırır : 'Ülkemizde eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir. Ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmuştur. Bu beşikte birçok medeniyet sallanmıştır, birçok medeniyeti uyutmuşuzdur. En son kurulan medeniyet, ekmek medeniyetidir. (...) Ülkemiz, büyük adamlar da yetiştirmiştir. Nokta çizgili sınırlardan, beyaz köpüklerle başlayarak tıpkı haritalardaki gibi rengi gittikçe koyulaşan denizlere kadar; derin deniz yaratıklarına benzeyen göllerden, üzerlerinde yükseklikleri yazılı beyaz dağ doruklarına kadar ülkemiz, bir zamanlar canlı ve yaşamış irili ufaklı büyük adamlarla doludur. Hemen hepsi bugün birer heykel olan, bu büyük adamlar ülkemizi bir baştan bir başa kaplar... Şimdi bunları anlatacağım : Bir : Baş Heykelleri. Bu adamların yalnız başlarının heykelleri vardır. (...) İlk yapıldıkları yerlerde duranlarının gözleri güney sınırlarımıza dönüktür. İki : Ata binmiş büyük adam heykelleri. Üç : Şapkalı adamlar. Bunlar atlı değildir. Hikmet bey amca, bunların otomobile binmiş heykellerinin yapılmasının uygun olacağı kanısındaymış. Fazla yer tutmasa, şimendifer üstünde duran toplu heykellerin bile güzel görüneceğini söylüyor..." Uzun söze ne hacet : Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ı, 'Ülkemizde tarım ürünleri yetişir. Onları güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemişler yetiştiririz. İngiltere'ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. Gerçek tohumları gönderirler. Biz, o gerçeklerden kendimize göre gerçekler yetiştirmeye çalışırız. Son yıllarda kuru üzüm ve incirin yanı sıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. Bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye) başka ülkelere göndeririz. Onlar da bize döviz gönderirler. Halk müziği göndeririz; şoför pilağı gönderirler, aranjman gönderirler. Azgelişmişülke gönderirik, yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz, çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz, teşekkür gönderirler. Binzorlukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz, dış ülkelerde çalışanyabancılar istatistiği gönderirler. Gerçek insanlarımızı göndeririz, bize ordan mektup gönderirler...'in trajik öyküsü işte.
Görkemli/görkemsiz kaybedenler, Memet Fuat’ın dediği gibi, ‘etiyle kanıyla yazdı’lar.
Bize içimizde olup da fark edemediğimiz, anlamlandıramadığımız ‘bunalım’ı anlattılar.
Bizi bunaltmaları, hakiki edebiyatın tedirgin edicici dilinden doğasından kaynaklanıyordu.
Modern zamanların zihni örselenmiş ve ruhu sakatlanmış çaresizleri olarak bizim, eğlendiren ve uyuşturan değil, tedirgin eden bir edebiyata, bir dile ihtiyaç duyduğumuz kesin.
Sadık Yalsızuçanlar
---
Gönderen Ey'lûl
YAVUZ CETIN
[1970Samsun - 15Agu2001Istanbul]
Yaşamak İstemem - Yavuz Çetin
Sana öğretilen her şey
Bana önerilen her şey
Bana dayatılan yaşantı
İşe yaramaz bir çöplük
Yarattığınız sistemler
Kullandığımız yöntemler
Yaşamak istemem aranızda
Belki de terslik bende
Yapamadım bu düzende
Kaçacak delik arar oldum
Sürüngenler şehrinde
Eğitilmiş köpekler
Doymak bilmez maymunlar
Yaşamak istemem artık aranızda
Benden bir ruhsuz yaratmayı
Nasıl başardınız
Benden bir hissiz yaratmayı
Nasıl başardınız
Benden bir uyumsuz yaratmayı
Nasıl başardınız
Benden sizden biri yaratmayı
Nasıl başardınız
Yaşamak istemem artık aranızda
Gönderen Ey'lûl
19 Eylül 2007
DYLAN THOMAS - VIDEOS
A short film about the passionate CAITLIN & DYLAN
by his own voice-BBC archieves
In My Craft or Sullen Art
In my craft or sullen art
Exercised in the still night
When only the moon rages
And the lovers lie abed
With all their griefs in their arms,
I labor by singing light
Not for ambition or bread
Or the strut and trade of charms
On the ivory stages
But for the common wages
Of their most secret heart.
Not for the proud man apart
From the raging moon I write
On these spindrift pages
Nor for the towering dead
With their nightingales and psalms
But for the lovers, their arms
Round the griefs of the ages,
Who pay no praise or wages
Nor heed my craft or art.
Dylan Thomas
BECERİMDE YA DA İÇ KARARTICI SANAT YAPITIMDA
Becerimde ya da iç karartıcı sanat yapıtımda
Sessiz gecede deneyimlenen
Yanıbaşında çalışırım şarkı söyleyen ışığın
Yalnız ay coştuğu zaman
Ve aşıklar bütün dertlerini
Kollarına almış, yatarlarken.
Başarılı olmak isteğimden ya da ekmek parası için değil
Ne de fildişinden sahneler üzerinde
Çalım satmak ve hayranlıklar değiş tokuş etmek için
Fakat sıradan ücretleri için
En gizemli kalbin.
Gururlu adam için değil
Benim coşan aydan ayrı yazdıklarım
Denizin üfürdüğü bu sayfaların üstüne
Ne de kale gibi yükselen ölüm için yazarım
Bülbülleri ve ilâhileriyle
Fakat kolları, asırların dertlerinin
Etrafına sarılmış aşıklar için
Övgü veya ücret ödemeyen
Becerimi ya da sanat yapıtımı önemsemeyen.
Çeviren: Vehbi Taşar
---
Gönderen Ey'lûl
THOMAS, DYLAN MARLAIS
"...Nilgün Marmara'nın şiirlerinde, yabancı etki aranıyorsa, en çok Dylan Thomas çizgisi vardır denebilir.
Anglo-Sakson şiiri..!"
Ece Ayhan
" Ortaya cikmayi basarilabilmis her şiir, dünyanın butun anlamına bir katkıdır " Dylan Thomas
THOMAS, DYLAN MARLAIS, (1914 Swansea - 1953 NewYork)
'ugly, lovely town' Swansea (cirkin guzel kasabam' der Dylan)
dogdugu ev, Swansea/İngiltere
27 October 1914
Dylan Marlais Thomas is born at 5 Cwmdonkin Drive in Swansea, South Wales
9 November 1953
Dylan Thomas dies at St Vincent's Hospital, New York
He was returned to Wales
and was buried in Laugharne.
at St Martin's Church .
Genç ölen şairler klübünün üyeleri hayli kalabalık. Genç ölmeye en fazla karşı çıkan ve Manhattan’da, Beyaz At Tavernası’nda peşpeşe devirdiği viskileri sayan, “o iyi gecelere yumuşak yumuşak gitme sakın, gün dönümünde yaş değil yangını ve isyanı bastıracak” dizelerine rağmen 39 yaşında hayata elveda eden şehrimizin Galli şairi Dylan Thomas bu klübün üyelerden biri ..
Lauren Sherman,Forbes dergisi; yazarlarla anılan barları anlatmaya New York'taki mekânlarla başlıyor. Dylan Thomas'ın bir oturuşta 18 tek viski içip öldüğü White Horse Tavern, Anais Nin, Jack Kerouac ve Allen Ginsberg'ün de uğrak yeri. 1880'de açılan bar, Manhattan'ın en 'entel' mekânlarından biri olmayı sürdürüyor.
“...Nasıl da yeşildim usul usuldum
Yeşildim yine de öleyazdım
Yoksa şakırdım hep denizleyim zincirlerimi şakırdatarak...”
"...Didiniyorsam ben türkülerin ışığında
Be ne ikbal, ne ekmek parası için
Ne fildişi sahnelerde keramet tellallığı
Ne işin cakası için filan
Didindiğim hep gönüllerin en kapalı kapısından
Verilesi hayrata."
(Ozanlık Üstüne)
Dylan Thomas(CanYucelcevirisi)
Can İştahı/Dylan THOMAS
özendiğim bir cüzü canlılığın
özendiğim belki bir kudret
benden bü y ü k bir yüz
benim filizlenme çağım
köklerimde bir kelime “tahri.bat”
bu tasadır işte benim yok edicim
dilsizim yeterince
boynu bükük bir güle bile
“güle güle” demeye
Ve gün görmemiş canlılığım
yakalanmış gibi yine
o amansız cansızlık hastalığına
…
o kudrettir işte azgın sularla
kayalıkları süpürüp geçen
kanıma işleyen-akışa dilveren-
bir ay yüzü gibi bende
bende bir hey’e.can olan
ve yeterince dilsizim yine
damarda dolaşan kanı ağız şeklinde
oymaya zamanın tahtasına
baharda bir dağın
o can cilasını emdiği gibi
…
zamanın dudakları işte,
o canlılık emen sülük;
sever çin işkencesi gibi
biriktirmeyi kudretini,
ama çökelmiş bir kan
alır ondaki ağrıları
ve yine dilsizim işte
anlatmakta bir rüzgârın
zamanla soldurma iklimini
ve dilsizim tarif etmekte
aşık mezarlarını
zamanın eprittiği göğü
göğün döktüğü yıldızları
dilsizim çünkü ben
yazdıkça sayfalar boyu
kıvrık ç.eneli kurtçuklar
belirir üzerimde
bir “can iştahı” diye
özendiğim bir cüzü canlılığın
özendiğim çocuğu büyüten ses:
belki bir b ü y ü
Türkçe Söyleyen: Sinan Ayhan
GENCLİGİM
Yeşil fitilden çiçeği süren güç
Benim yeşil çağımı sürer
Ağaçların kökünü söken şey
Benim yıkıcımdır.
Boynu bükük güle söyleyecek dilim yok
Benim gençliğim aynı kış hummasıyla büküldü.
DYLAN THOMAS
VE ARTIK HUKMU KALMAYACAK ÖLÜMÜN
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Dylan Thomas
MARSLI SOYTARI
Bir gülün etinden, siz, iplik iplik;
Bir esrar sökseniz, bu kalbim midir..?
Gözyaşımdan kopup gelen bu sürme kirpik,
Açmış bir taçyaprak değilse nedir?
Büyülü bir yapraktan dökülmüş gibi,
Bütün kederimdir, bu bende, oyuk,
Bu oyuk göklerin dibinde miydi,
Yoksa neden bu kadar sessiz ve soluk?..
Düşünürüm bir an, yokluk bir parça;
Direnmem, her şeyden soğur bu ruhum,
İçine kapanmış rüyalarımla, güya,
Bu hepsi ebedi, hüzünleri korurum!..
Dylan Thomas( 1914 - 1953 )
AYDAKİ PALYAÇO/ Dylan Thomas
Gözyaşlarım sessiz sürüklenmeleri gibidir
Bir kaç büyülü gülden petallerin,
Ve bütün kederlerim yarığından akar
Hatırlanmayan karların ve göklerin
Sanırım, değmiş olsaydım yeryüzüne,
Parçalanacaktı;
O kadar acıklı ve güzeldir,
O kadar ürkek bir rüyâ gibi.
Çeviren: Vehbi Taşar
CLOWN IN THE MOON/by Dylan Thomas
My tears are like the quiet drift
Of petals from some magic rose;
And all my grief flows from the rift
Of unremembered skies and snows.
I think, that if I touched the earth,
It would crumble;
It is so sad and beautiful,
So tremulously like a dream.
MEKTUP
Ah Caitlin Caitlin Caitlin sevgilim sevgilim, neredesin ve neredeyim ben ve niçin yazmadın ve seni seviyorum her gün ve gecenin her saatinin her saniyesi. Seni seviyorum. Caitlin. Bu iki hafta boyunca kaldığım bütün otel odalarında, her an seni bekledim. Neredeyse gelir, diyorum perişan halime, birazdan çıkagelecek odaya: yeryüzündeki en güzel kadın ve benim o ve ben onunum, dünyanın sonuna ve çok çok sonrasına kadar. Caitlin, seni seviyorum. Beni unuttun mu? Benden nefret mi ediyorsun? Neden yazmıyorsun? İki hafta kısa bir süre gibi gelebilir, ama benim için çok ama çok uzun ve sana olan hayranlığım kadar derin. İki haftadır burada, bu sıcak cehennemdeyim ve tek bildiğim şey seni beklediğim ve sen asla gelmiyorsun. Sevgili Cat, karıcığım, güzel Cat'im. Ve iki haftada bütün kokuşmuş yerleri dolaştım, Güney'in en ucuna kadar gittim: 14 günde 14 okuma sundum ve elimden geldiğince az harcıyorum, eve biraz para getirebileyim ve güneşli bir yerlere gidebilelim diye.
Şimdi New York'tayım yeniden, iki gündür, seninle kaldığımız odada. Son sevgi ve korkuydu bu, çünkü biliyorum bu odaya geldiğini ve tepeleme şekerlemeleri saklayıp seni bekliyorum - ışığı bekler gibi. Sonra birden burada olmadığını görüyorum; Laugharne'dasın, yalnız Colm'la birlikte; ve sonra ışık sönüyor ve seni karanlıkta görmem gerekiyor. Seni seviyorum. Lütfen, beni seviyorsan, yaz bana. Söyle bana, sevgili sevgili Cat. Sana zaten bildiğinden başka söyleyecek şey yok: En derinden âşığım sana, bildiğim tek derinlik. Her gün sıkıcı bir işkence ve her gece senin için yanış. Lütfen lütfen yaz. Seni düşünerek katlanıyorum bu berbat hale. Ne kadar berbat olduğunu söylüyorsun bana ve ben görebiliyorum. Ama Mallorca parasını kazanmış olacağım. Pelican'daki Ansiklopedi'den Mallorca'ya bak. Kederi ve yalnızlığı anlamadığımı sanıyorsun; anlıyorum oysa, birlikte olmadığımızda seninkini ve kendiminkini anlıyorum. Birlikte olacağız. Ve, istersen eğer, bir daha asla ayrı olmayacağız. Sana taptığımı söyledim, öyle; ama seni istiyorum da. Tanrım, geceler uzun ve yalnız.
SENİ SEVİYORUM, ah, sevgili Cat.
Dylan Thomas
DO NOT GO GENTLE INTO THAT GOOD NIGHT
Do not go gentle into that good night,
Old age should burn and rave at close of day;
Rage, rage against the dying of the light.
Though wise men at their end know dark is right,
Because their words had forked no lightning they
Do not go gentle into that good night.
Good men, the last wave by, crying how bright
Their frail deeds might have danced in a green bay,
Rage, rage against the dying of the light.
Wild men who caught and sang the sun in flight,
And learn, too late, they grieved it on its way,
Do not go gentle into that good night.
Grave men, near death, who see with blinding sight
Blind eyes could blaze like meteors and be gay,
Rage, rage against the dying of the light.
And you, my father, there on the sad height,
Curse, bless me now with your fierce tears, I pray.
Do not go gentle into that good night.
Rage, rage against the dying of the light.
DYLAN THOMAS
_____________________________________________
notlar:
Gallerli ünlü şair Dylan Thomas'ın ölümünden 45 yıl sonra alkolik olduğu halde aldığı kortizonlu şeker ilacından öldüğü anlaşıldı. Alkol ve kortizonlu şeker ilacı, Thomas için bir çeşit ölüm kokteyli oldu ve ünlü şairin sonunu hazırladı.
Ünlü şairi alkol bağımlılığından kurtarmak için çok çaba gösteren Amerikalı metresi Liz Reitell'in elindeki fotoğrafların ve mektupların basına sızmasıyla Dylan Thomas'ın ölümü saran esrar perdesi aralandı.
Andrew Sinclair'in yazdığı, ‘Şair Dylan’ senaryosu, 1972 yılında ‘Under Milk Wood’ ismiyle gösterime girip Cannes Film Festivali'nde ödül almıştı.(1999 Hurriyet)
Bob Dylan ; " Söylediğine göre, kendisine seçtiği yeni soyisminin, Galli şair Dylan Thomas ile hic bir ilgisi yok… "
Greenwich Village : İngiltere’de bulunan ünlü kasabaya ithafen bu isim verilmiştir. Daha sonraları halk arasında kısaca “Village” olarak kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle sanat galerileri, restaurantları, dükkanları ile şehrin görülmeye değer yerlerden biri. 1800’li yıllarda Edgar Allan Poe, Walt Whitman ve Mark Twain gibi önemli edebiyat ustaları, daha sonraki yıllarda ünlü ressam Jackson Pollock, ünlü şair-besteci-yorumcu Bob Dylan burada yaşamış. Eğer buraya yolunuz düşerse, Hudson St. ve 11. avenue'nun kesiştiği yerde bulunan 120 yıllık “White Horse Tavern”a uğramayı unutmayın. Pekçok ünlü yazar, şair ve sanatçıya ev sahipliği yapan bu ünlü mekanın belki de en önemli konuğu, şair, Dylan Thomas olduğunu da söylemeyi ihmal etmeyelim.
Chelsea Otel - NewYork
Chelsea Otel, zaten dünyanın en iyi bilinen sırlarından geçilmeyen bir otel.
1950'lerde şair Dylan Thomas, 206 numaralı odada son sözcüklerini yazmaktadır;
' tam 18 duble viski, ve sanırım bu bir rekor.'.
Sex Pistols'ın efsanevi gitarcısı Sid Vicious ve hayatının aşkı Nancy Spungen 12 Ekim 1978 otel odasinda yaşanan trajedinin iki kahramanı...
O. Henry, Eugene O'Neill, Tennessee Williams ve bütün 'Beats' çetesi; şair Allen Ginsberg ve William S. Burroughs, Jack Kerouac; ve sonra Kooning, Lichenstein, Cartier-Bresson, Bette Davis, Hendrix, Grateful Dead, Zappa, Beach Boys, Procol Harum, Soft Machine, Mc5, Pink Floyd ,Bob Dylan, L.Cohen...
Warhol'un kalabalık partilerinin verilip Jim Morrison'lı The Doors'un davetli olduğu salonlarda, Janice Joplin, Patti Smith, Milos Forman, Donald Sutherland, Dylan Thomas, Arthur Miller, Mark Twain, William Burroughs, Nabokov ve uzayıp gider listedeki sanatçılar..
"..Hotel Chelsea de kalmak başlı başına bir eser vermek, üstüne konuşmaksa bütün büyüyü bozmak demek..."
Şairin Aşkları - FILM The Edge of Love (2008)
Keira Knightley Cillian Murphy ve Keira Knightley, şiirsel bir projede buluştu!
(9 Mayıs 2007) Çıldırış filminin yönetmeni John Maybury, The Edge of Love adını taşıyan projesinin hazırlıklarını sürdürüyor. Ünlü şair Dylan Thomas'ın kalabalık aşk ilişkilerini inceleyen filmde, güzel oyuncu Keira Knightley, Cillian Murphy ve Matthew Rhys'in rol alması bekleniyor.Filmin hikayesi gerçek olaylara dayanıyor. Filmde Gallerli şair Dylan Thomas, eşi, Caitlin, çocukluk arkadaşı Vera Phillips (Knightley) ve onun eşi arasındaki karmaşık hikaye anlatılacak
Filmde Sienna Miller, Dylan Thomas'ın eşi Caitlin MacNamara'yı Keira Knightley de sevgilisi Vera Phillips'i canlandırıyor
Yapıtları
18 Poems (18 Şiir)
Fern Hill (Fern Tepesi)
Under Milk Wood ( Sut Korusunun Dibinde)
Collected Poems (Toplu Şiirler)
Portrait of the Artist as a Young Dog (Sanatçının Genç Bir Köpek Olarak Portresi)
Adventures in the Skin Trade and Other Stories (Deri Ticareti Serüvenleri ve Öbür Öyküler)
Dylan Thomas’ın radyo oyunlari; radyo denemeleri. Bir çok şair, yazar, radyoda okunmak için denemeler yazıyorlar, bunu ilk yapanlardan biri Dylan Thomas.
2. Dünya Savaşı yıllarında BBC, yazarlara, kaç yazara bilmiyorum, “çocukluk anılarınızı anlatın” diye ısmarlamış. Dylan Thomas da bunlardan biri. İngiliz halkına, savaştan mağdur olan insanlara moral vermek için kullananlarin belki de en başta geleni Dylan Thomas.
O günlerde yoğun hava saldırılarında, Londra gibi en çok hasar alan çok önemli şehirlerde, Dylan Thomas hiç milliyetçiliğe kaçmadan, İngilizler’e, özellikle de Londra halkına moral veriyor, şiir de o günlerden birine yazılmış, şöyle çevirebiliriz: “Londra’da yangında ölen çocuk için yas tutmayı reddetmek.” Onun son dizesi, “bir ölümden sonra başkası yoktur” diye biter. Anlatmak istediği şu; tek bir ölüm dahi çok önemli, yani ölümler nicelikle ölçülemez, bir insanın ölümünde hepimizi, bütün diğer ölümleri görüyoruz ve ölümleri yaşıyoruz
Dylan bir radyo gazetecisi aslında, pek çok şiirlerini radyoda okuyor. Savaş sırasında - kendisi Swansea yakınlarında bir kasabada doğmuş, en çok hasar gören şehirlerden de bir tanesi. Gezmeye gidiyor, kasabasını yazacak, çocukluk anılarını yazacak. “Benim eski Swansea ölmüş” diyor yanındaki arkadaşına. O, zıt sözcükleri yan yana kullanır, “çirkin güzel kasabam” der. Hem aşk ve nefret ilişkisi var kasabasıyla. Ondan sonra hakikaten daha ciddiye alıyor BBC’nin teklifini, “geçmişi yok olan bir geçmiş var burada, ben mutlaka onu yaşatmalıyım” diyor. Dönüş Yolculuğu’nda kendi çocukluğunu anlatıyor.
Ayyaş şair, ayyaş halk şairi, “boozy bard’. Swansea’yi gezdikten sonra BBC’nin teklifini daha ciddiye alıyor ve “mutlaka yaşatacağım bu kasabayı” diyor. Dönüş Yolculuğu oradan çıkıyor. O yolculukta, -dinlemedim ama okudum-, gençliğini ve çocukluğunu arayan Thomas vardır. Parka gider, park bekçisine sorar “burada Thomas adlı bir çocuk vardı, hatırlıyor musun?” der. Bekçi de “hatırladım, hatırladım, mutlu bir çocuktu o ama ismini bilmiyorum” der. Deniz kenarında yaşlı bir adamı görür, “burada gezen, hep denize bakan Thomas vardı, hatırlıyor musunuz?” der. “Hatırlamıyorum, bu denizin kıyısındaki tepelerde oturan çocukları... hatırladım ama hiçbirinin ismini bilmiyorum. Onlardan onlarcası, yüzlercesi vardı bu kasabada” der. Sonra bara gider, bardaki kadına sorar “genç Thomas’ı hatırlıyor musun?” “Thomas’lar burada çok, etrafa bak bir Thomas bulursun” der. Ya da “az önce kapıdan bir Thomas çıkmıştı” ya da “bekle bir Thomas mutlaka içeri girecektir, bu bar Thomas’ların evidir” der.
Donus Yolculugundan daha sonra radyo için, sesler için yazdığı, akustik mekânı mükemmel biçimde kullandığı o meşhur Under Milk Wood, ve filmi de var.
Nedir Under Milk Wood’un özelliği? Gerçekten bir tür sineztezi yaratması, yani sesleri bize renk olarak göstermesi, bir imge olarak canlanmasını sağlaması.
“Soğuk beyaz bir gündü ve ana caddede rıhtımlardan gelen rüzgârı hiçbir şey durduramıyordu. Bütün kasaba bir mezarlık gibiydi” diyor. Dylan Thomas zaman zaman o kasabaya gidermiş ve daha fazla içiyormuş oraya gittiğinde. Kışın daha da kasvetli ve daha fazla içiyor orada. Anlatış şekli, sokaklarında dolaşırken hep sesler duyuyor, okul çanı, kilise çanı, denizin, dalgaların sesi ve kum tepelerinde oynayan çocukların sesi...gittiği yerlerden bir tanesi eski kafe... yerel bir gazetede yıllarca çalışıyor Dylan Thomas. Şair ve ressam arkadaşlarıyla, Einstein, Stravinski ve Greta Garbo’yu, ölümü, dini, Picasso’yu ve kızları konuştukları kafeyi arıyor, oradaki eski arkadaşlarını. Böyle çok şiirsel. Marshall McLuhan’ın bir sözü var “radyo, mikrofon ve gramofon sözlü şiirin, halk şiiri geleneğinin bize dönüşü sağlamışlardır, bazı şairler bunu kullanmışlardır mikrofonda. Herhalde akla ilk gelecek isim de Dylan Thomas. “Akustik teknoloji, halk şairinin sesini bizlere geri getirmiştir”
..dinleyiciye ulaştığında artık onlar birer imgeye de dönüşürler. Dylan Thomas’ın yaptığı da bu, o Galler kasabasını, denizin kıyısındaki o kasvetli, karanlık Galler kasabasını hiç görmeseniz de, Under Milk Wood’u bir kez dinlediğinizde o kasaba hemen gözünüzde canlanabiliyor. O kasabadaki insanları hiç tanımamış olabilirsiniz, komşularınız onlardan çok farklı olabilir, ama o insanları gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Zaten anlatıcıyı, bir plakta Richard Burton’ın okuduğu o anlatıcıyı, girişi sağlayacak insanı âmâ, gözleri görmeyen biri olarak yazmak istemiş, ilk taslakta. Daha sonra o âmâ karakter var, Captain Cat adlı bir karakter var orada, eski bir denizci, gözleri görmüyor. Gözleri görmüyor, ama öyle renkli rüyalar görüyor ki, eski denizcileri görüyor, boğulmuş olan denizciler rüyasına giriyorlar “beni tanıdın mı Kaptan Cat?” diyor bir tanesi. “A bildim seni, sen dans eden William’sın!” “Evet, Nantuckett’te de kaybettim, şaşırdım adımlarımı”. Nantuckett’te boğulmuş herhalde William. O kasabanın sokaklarında bizi gezdiriyor, baharda uyanış, insanlar, çok basit insanlar aslında, sıradan insanlar, hepsi de küçük küçük günahlar işliyorlar ama günaha çok tolerans var, tuhaflıklara çok tolerans var. O sıradan insanların müthiş bir hoşgörüsü var o kasabada. Kasap, kasabın karısı, postacı, Willy Organ, Organ Morgan, kilisenin orgcusu, o garip tipler, bunlar bir Anadolu kasabasında da olabilir.
kynk:acik radyo 2005
Gönderen Ey'lûl
18 Eylül 2007
"SENİ SEVİYORUM ROSA" TANTE ROSA
Sevgi Soysal'in vasiyeti olacak kadar önemlidir Rosa Tante onun için... Özdemir Ince'ye bir gün söyle der:
"sana bir vasiyetim var Özdemir."
"Çüs"
"Çüs müs yok oglum. Vasiyet vasiyettir. Simdi bu hirdavatlar, Yeni Sehirde Ögle'yi sunu bunu öne çikartip, Tante Rosa'nin boynunu vuracaklar. Tante Rosa'ya sahip çikin!"
(Erdal Dogan)
(...)
Önce "Tante Rosa", Sevgi Soysal'ın sevgili kitabı. Yazarının "Anneannemden başlayıp bende biten bir çizgi," dediği Bavyeralı Rosa...
At cambazlığına heveslenen küçücük bir kadın,18 yaşında.
"Vücudunun kötü bir şey olduğunu öğrendiği" rahibe okulu. Günaha başkaldıran Rosa tek ve samimi bir gerekçeyle "Ben içimi öldüremem". Ve içindeki hayvanı uyandıran Rosa, valsler, tangolar, swing, bilumum dans...
Memesiyle kartopunun kırdığı camdaki deliği dolduran Tante Rosa... Aynı gün üç çocuğunu ve kocasını terk eden... Hayatı boyunca sürekli aforoz edilen Tante Rosa, sayısız mücadele, başarısızlık, yeni işler, yarım mutluluk, tam sayılıgillerden bolca mutsuzluk, ölen kocası, yeni kocası, onu aldattığı ve yakalandıklarında donunu bahçeye attığı sevgilisi, mektupla tanışıp gittiği bir diğer adam, adamlar ve Tante Rosa... O inanılmaz trajik hayatını olağanüstü bir dinginlikle yaşayan, ne şekerli yapış yapış hüzünler yaratan bir kadın ne de bir demir leydi... Uyaksız, komik akrostijlerle dalga geçen, aruz kalıplı kadınların hiç sevmeyeceği serbest vezin Rosa.
Tante Rosa, gerçek bir teyzedir. Cesur olmayan annelerimizin cevval kız kardeşleri, içimizdeki hayvanları bilgece yorumlayan anne yarısı teyzelerimiz.
Ya da Soysal'ın yazdığı gibi "...Yaşamak zorunda olmak, sürdürmek, ısrar etmek. Bu Tante Rosa demektir." (...)
Rosa; Sumru Yavrucak
"...İkinci filmim "Seni Seviyorum Rosa", Sevgi Soysal'ın bir eseri , Işıl Özgentürk çekti. Bana ve görüntü yönetmeni Ertunç Şenkaya'ya Altın Portakal ve Altın Koza kazandırdı..."
SENİ SEVİYORUM ROSA (1992)
(Sevgi Soysal'ın "Tante Rosa" adlı romanından)
Yönetmen:IŞIL ÖZGENTÜRK
Senaryo:IŞIL ÖZGENTÜRK
Eser:SEVGİ SOYSAL
Kurgu:MEVLÜT KOÇAK
Yapımcı:ALİ ÖZGENTÜRK
Yapım:ASYA FİLM
Sanat Yönetmeni:MUSTAFA ZİYA ÜLKENCİLER
Kamera:ERTUNÇ ŞENKAY
Özellikler:RENKLİ 35 mm
Müzik:THESİA PANAYİOTOU
Türü:DRAM,AŞK,PSİKOLOJİK
Süre:97 dak
Yapım yılı:1991
Gösterime giriş tarihi : 18 Eylül 1992
Oyuncular:
SUMRU YAVRUCAK -ROSA
MAHİR GÜNŞİRAY
GÜLÜMSER GÜLHAN
MEHMET ATAK-İSHAK
HALİL ERGÜN
HANDE MEŞE-KÜÇÜK ROSA
ALİŞAN ÇAPAN-HAYAL PRENSİ
İSMET AY
MÜJDAT GEZEN
AYLA ALGAN
KUTAY KÖKTÜRK
ŞAHİNE HATİPOĞLU
TANER BARLAS
YAMAN OKAY
MUSTAFA GÖÇMEN
GÜZİN ÖZYAĞCILAR
MEVLÜT DEMİRAY
MERAL OKAY
SELÇUK EREN
OKTAY GÜZELOĞLU
MUSTAFA SUPHİ
ŞERİF EROL
Kültür Bakanlığı ve Eurimages katkılarıyla çekildi.Işıl Özgentürk'ün ilk uzun metrajlı sinema filmidir.
Konusu:
Seni Seviyorum Rosa yitmeye yüz tutmuş zamanların İstanbul'unu kişiliğinde yaşatan ve yaşamı gerçek ve düşlerin iç içe geçmişliği üstüne kurulu bir kadının öyküsüdür. Yaşamını içgüdülerine göre yönlendirmeyi seven kadının, peşinde olduğu tek bir duygu vardır, o da aşktır. Kadın geçmişin aşkları üstüne aşklar yaşayacak ve geleceğin aşklarına yol açacaktır. Aşkları Ayşe'ler, Janet'ler ve Rosa'lar yaşayacak, kadının öyküsü sonsuza dek söylenip duracak ve aşk şarkılarının kimi zaman yaşam dolu bir örneği olarak kalacaktır.
Sevgi Soysal'ın Tante Rosa adlı öyküler toplamından sinemaya uyarlanan film, hayatı herkesten farklı sevdiği için kimse tarafından anlaşılamayan bir kadının öyküsünü anlatır. kendisini prenses sanan küçük rosa, coşkusu disiplin altına alınsın diye rahibeler okuluna gönderilir ancak sıradan olmayı reddeden doğasıyla okuldan kısa sürede atılır. geride bıraktıklarının ilkidir bu. daha sonra evliliğini, çocuklarını, bir başka kadına aşık olan sevgilisini, yaşamını sürdürmek için ucuna eklendiği işleri ve gitgide coşkusunu geride bırakır. ne yaparsa yapsın sevilen olmayacaktır.
"Seni Seviyorum Rosa" sevgi ve mutluluk peşinde hayatını tüketen Rosa adında bir kadının hikayesidir. Çok zor bir çocukluk yaşamış, kendine özgü bir hayal gücü olmasına ragmen
cok disiplinli, kuralcı bir okula gönderilmiş olan Rosa evlenir ve üç çocuğu olur. Ancak bir gün hayalleri ve duygularının sesi ağır basacak ve kocasını, çocuklarını genç bir kemaniste aşık olarak terk edecektir. Terk edilmesi ise uzun sürmez. Yaşadığı büyük sarsıntıdan, yalnızlıktan
kendisini kurtarmaya çabalar, ancak ne yapsa bunu başaramaz. Yaşı ilerledikçe sevgiye olan ihtiyacı artmaktadır. Sonunda en çok özlem duyduğu sözleri işitmek için bir çözüm bulur.
Kendisine bir papağan alıp ona "Seni seviyorum Rosa" demesini öğretmeye çalışır. Ne var ki papağan Rosa ölene kadar bu cümleyi söylemez.
Aldığı Ödüller:
28. Antalya Film Şenliği,1991 En İyi Kadın Oyuncu-Sumru Yavrucuk
4.Antalya Film Festivali,1992 En İyi 3. Film
4.Antalya Film Festivali,1992 En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu-İsmet Ay
4.Antalya Film Festivali,1992 En iyi Görüntü Yönetmeni-Ertunç Şenkay
4.Antalya Film Festivali,1992 En iyi Özgün Müzik-Thesia Panayiotou
1992 Adana Altın Koza Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu-Sumru Yavrucak
11. Uluslararası İstanbul Film Festivali,1992Jüri Özel Ödülü(film)
Katıldığı Festivaller ve Gösterildiği Ülkeler:
"Seni Seviyorum Rosa" Cairo International Film Festivali, Alexandria Film Festivali, San Sebastian Film Festivali, Uluslararası Locarno Film Festivali, Uluslar arası Varna Film Festivali, Montpellier Film Festivali, Uluslararası Tokyo film Festivali, Valencia Film Festivali ve New York Film Festivali'ne katılmıştır.
Film ayrıca, Avrupa televizyonlarında da gösterilmiştir.
---
Gönderen Ey'lûl
BARIS ADLİ COCUK / SEVGİ SOYSAL
UCURTMAYİ VURMASINLAR
Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve sevginin öyküsüdür anlatılan. Küçük Barış'ın (Ozan Bilen) bu dört duvar arasında ne suçu vardır ki? Oysa esrardan tutuklanan annesi değil midir? Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, her yanı soğuk ve sağır duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını gözlemektedir. İnci Abla’sı (Nur Sürer), Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermemiş midir? (Agah Özgüç'ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından)
Yönetmen
Tunç Başaran
Senaryo Yazarı
Feride Çiçekoğlu
Müzik
Özkan Turgay
Oyuncular / Filmdeki Karakteri
Nur Sürer İnci
Ozan Bilen Barış
Füsun Demirel Fatma
Rozet Hubeş Zeynep
Güzin Özipek
Özlem Savaş
Güzin Özyağcılar
Yasemin Alkaya
Meral Çetinkaya
Hale Akınlı
Ömer Çolakoğlu
Ayben Erman
Nurettin Şen
Sabriye Kaya
Selma Tarcan
Ayla Aslancan
Emel Çeviren
Tanju Tuncel
Gönül Demirkol
Yapımcı
Tunç Başaran
Jale Onanç
Kamera
Erdal Kahraman
Sanat Yönetmeni
Feride Çiçekoğlu
Yapım
Magnum Film
Eser
Feride Çiçekoğlu (Sevgi Soysal "Baris adli cocuk")
Tür
Dram
Özellikler
Renkli 35 mm
Ödülleri
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Erdal Kahraman - En İyi Görüntü Yönetmeni
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Feride Çiçekoğlu - En İyi Senaryo
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Nur Sürer - En İyi Kadın Oyuncu
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - En İyi Film
İstanbul Film Festivali, 1989 - En İyi Türk Filmi
10. Akdeniz Ülkeleri Film Festivali , 1990 - Tunç Başaran - En İyi 2. Film
1976-1.basim
Sevgi Soysal ve Barış Adlı Çocuk
Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adlı hikâyesinde önce koğuşu betimliyor "Koğuşta çıt yok. Sessizlik saati. Bir iki kız ranzalarında uyuyorlar. Çoğunluk okuyor. Her kitabın peşinde en az beş kişi var. Bir an önce bitirmek zorunda herkes kitabını. Selma'yla Nina yavaş sesle konuşuyorlar. Meral, yine sorun olmakta Meral'in karavana dağıtılırken hep öne geçmesi, karavanadan hep et kepçelemeye çalışması."
Arkadaşlarının genel kanısı "Bu, eleştirilmesi gereken bir tavır."Ama arkadaşları Meral'in çocukluğunun büyük sıkıntılarla başladığını, öğretmen okullarının yatakhanelerinde süründüğünü, en ücra yerlerde öğretmenlik yaptığını bilirler. Meral, mesleğini inancı uğruna tehlikeye atmış, ilk ihbar furyasında da tutuklanmıştır.
Selma, "Bencillik içine sinmiş" diyor, "bir sosyalistin böyle davranmasına izin veremeyiz."
Meral'e dışardan hiçbir şey gelmiyor. Ne para, ne bir şey. Çocukluktan beri süregelen açlığını aşması zor. Ama çalışkandır. Meral, hiç yılmadan okur... Cezaevi yönetimine karşı tek kişilik direnmelere kalkar, ama koğuşça karar verilmiş direnişlere karşı çıkar. Bu yüzden Meral'in önerilerini kimse dinlemez olur.
Güler'in radyo faslı "Aliye Akkılıç"la bitiyor. Güler, külhanbeyi tavırları sever; tesbih çeker, radyoyu ağzına kadar açıp "Neşet Ertaş" dinler. Demet, "Polis radyosunu dinler mi bir sosyalist?" diye öfkelenir. "Şafak" davasından tutuklu kızlara bakıp bakıp lahavle çeker. Güler "orducu". Kızıldere'den beri "cepheciler"le de arası iyi. Ama "orduda" da, "cephede" de kızlar az. Koğuşta azınlıkta oluşlar bundan.
Nesrin, koğuş sözcüsü. "Son tutuklama dalgasında Şafakçılar geldi. Şimdi çoğunluk onlarda. Sözcü de onlarda."
Güler, "Bunlar örgüt değil, kokteyl parti, baksana davanın yarısı kız, yarısı oğlan," diye dalga geçiyor "Ulan, şefleri bile tıpış tıpış teslim oldu. İhtilâlcilermiş. Birinizde bile mi silâh yoktu?"
KOĞUŞTAN İNSANLAR...
Güler, silâh sever, silâhtan söz ederken gözleri parlar. Hayranlarıyla konuşurken silâh adları sayar. En üzüldüğü şey de tutuklandığı sırada silâh kullanamamış olmasıdır. Silâh, yiğitliktir, namustur, sonuç olarak sosyalistlikle özdeşleşmiştir Güler'in kafasında.
Güler, Demet'e özellikle bozulur. Demet, sevdiği oğlan yüzünden bulaşmış Şafakçılar'a. Babası fabrikatör, ama en keskinleri o. Nina'ya göre keskinliği yeniliğinden.
Güler, uzlaşmamakta kararlı. Buna en çok Nina üzülür. Ötekiler de ona, "disiplinsiz, bilinç düzeyi düşük ve maceracı" deyip hınçlarını alıyorlar.
Demet, Oya'ya fısıldıyor "Sessizlik saatinde bile okumuyor şu Güler." Oya, dalga geçiyor "Red Kit okuyor ya!"
Nesrin'in sesi sinirini bastırmaya çabaladığını belli ediyor. Tartışmaktan hiç usanmaz. Polis Zafer, bir süredir her koğuşa girdiğinde herkesin hazırola geçmesini istiyor. İkide bir de içeri girdiğinden, dayanılacak bir durum değil bu. Zafer'in polisliği her tutukluluk gününü ikiyle çarptırıyor. Yapmadığı yok. Adam dövmeye kadar. Her gün Zafer'e karşı yeni bir direnme biçimi geliştiriliyor. Sinirler allak bullak. İsyan çıktı çıkacak. "Bir anlamda yılmak olmaz mı bu?" diyor Selma.
"Hayır. Biz o komut vermeden ayağa kalkacağız, onun ilk komutu ister istemez rahat olacak, biz de onu dinlemeyeceğiz. Öyle put gibi duracağız. Buna karşı yapabileceği hiçbir yasal dayanağı yok."
"Yasası mı kaldı, arkadaşlar?"
"Ben bu öneriyi tuttum."
"Kabul edenler! Edilmiştir!"
Kapı tam açılmadan hepsi hazırola geçiyorlar. Ama kapıdaki Zafer değil. "Gerginlik anlamsız bir çamaşır ipi gibi gevşiyor." Şişmanca, anaç yüzlü bir polis kadın bu. Hiç görmedikleri biri. Gülerek bakıyor içeri. En beklenmeyeni, eliyle bir çocuğu tutuyor. Zafer'in içeri girerken tabancasını tuttuğu eliyle. Dört ya da beş yaşlarında, sarışın bir oğlan çocuğunun elini tutuyor. Cin bakışlı bir çocuk.
"Haydaaa!"
Güler'in sesi patlıyor önce. Sonra hazırolunu bozup salına salına havalandırmaya çıkıyor. Ardından herkeste bir gevşeme. Aylardır, tek sıra halinde havalandırmaya çıkmaya, her havalandırma öncesinde hınçlı ve kinli sıraya girmeye öyle alışmışlar ki, bu ansızın karşılaştıkları gevşeklik şaşırtıyor, rahatsız ediyor onları.
Yeni polis bütün bunların farkında değil. Gidip masanın üstünden bir bardak alıyor.
"Bu bardağı kullanabilir miyim? Çocuk susadı da."
Ses çıkmıyor. O da gündelik bir şey yapar gibi, bir ev kadını tavrıyla su veriyor çocuğuna. Arkası koğuşa dönük. Bir elinde çocuk, bir elinde bardak. Bu, cezaevi görevlilerinin hiç yapmadıkları bir şey. Hep koğuştakiler onlara arkadan saldıracakmış gibi davranırlar. Hele Zafer, hayvanat bahçesinde, yırtıcı hayvanların kafesine gitmiş acemi bakıcı gibi davranır. Bir eli tabancasında.
Herkes farkında değişikliğin. Görevlilere duyulan yerleşmiş hıncın gevşemesine razı değil kimse.
Yeni polis, Zafer gibi, herkes havalandırmaya çıktıktan sonra gözcü kulübesine dönüyor; oradaki banka oturup, herhalde daha önce banka bırakmış olduğu yünü eline alıyor.
Kızlar her zaman olduğu gibi ikişer üçer asker adımlarla volta atıyorlar. Görevlilerin her geçişinde hazırola geçmek zorunda bırakılalı, top oynamaktan falan vazgeçtiler.
Kimse yeni polisten tarafa bakmıyor. Böyle hiç beklemedikleri bu durum daha akıl karıştırıcı. Çünkü hep daha kötüye, daha fazla baskıya karşı tavır geliştirmeye alışmışlar. Ansızın gelen bu gevşeme, yanıltıcı olabilir.
ÇOCUKLA OYUN...
Bir süre, bankta, anasının yanında uslu uslu oturan çocuk, kızların asker gibi yürümelerinden etkileniyor. Onlara hayranlıkla bakıyor önce, sonra dayanamayıp kızların peşine takılıyor. Askercilik oynuyor, rap rap! Ama küçük adımları, volta ustası kesilmiş tutuklulara yetişemiyor. Arkalarından yetişmek için koşuyor. Tam o anda hızla arkaya dönen bir kıza çarpıp düşüyor.
"Barış! Oğlum Barış, rahatsız etme ablaları."
Tülay, "Şehir şakiyesi ablaları," diye gırgır geçiyor.
Nina, "Çocuğun adı Barış. Barış adında bir polis çocuğu." diye mırıldanıyor.
Çocuk, yanları sıra yürümeyi sürdürüyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata, sonunda o en erkek tavırlı, hiç kadınsı olmayan Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar.
Volta düzeni allak bullak. Çocukla oynamaya başlıyorlar. Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor. Oya çocuğu kucağına alıp seviyor. Sadece Nesrin, Selma, Demet durmuş, sıkkın sıkkın seyrediyorlar durumu.
Ardından Demet'in o ince, o hep biraz sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!"
"Havalandırmada bir an açmış olan güneş bulutun ardına giriveriyor. Soğuk bir rüzgâr esiyor."
Şişman polis ne yapacağını şaşırmış, örgüsünü suçlu suçlu banka bırakıyor. Kalkıp çocuğunu alıp yeniden yanına oturtuyor. Herkes tedirgin, herkes rahatsız.
Yeni pois kapıyı dışarıdan kapatana kadar kimseden çıt çıkmıyor.
Sonra konuşmalar "Arkadaşlar, bu kadar çabuk gevşenmez!" / "Evet, bazı arkadaşlar çok hatalı davrandılar bugün. Özeleştirilerini yapsınlar!" Son sözü Demet söylüyor.
Nesrin "Bir arada konuşmayın lütfen. Yeni polise nasıl davranılacağı konusunda forum yapalım."
Oya "Yapmıyorum. Sonuç olarak sevdiğim, bir çocuktu, küçük bir çocuk," diye patlıyor. "Öğretmenim ben, çocuğun faşisti olur mu?
Güler, "Hem de Barış adında bir bebe faşist!" diye gülüyor.
Tatsız bir sessizlik yayılıyor.
Tam o anda yeniden açılıyor koğuşun kapısı. Kapıda yeni polis. Herkes ranzasına ilişiyor. Şişman polis ortadaki masaya yanaşıyor. Yüzü, gözleri kızarmış, ağlamış gibi. Çıt çıkmıyor. Ağır ağır konuşuyor
"Sizinle konuşmaya geldim. Bana güvenmediğinizi görüyorum. Ama inanın, bu göreve isteyerek gelmiş değilim. Sizlere yardımcı olmak isterdim. Ama havalandırmada anladım ki bunu benden istemiyorsunuz. Zaten geçici olarak gelmiştim. Hemen ayrılıyorum. Az önce amirime istifamı bildirdim. Sizlere vedaya geldim. Üzgünüm."
Sessizlik dayanılmazlaşıyor. Şişman polisin düzgün, açık konuşması daha da akıl karıştırıcı.
Nina dayanamıyor, tam çıkarken bağırıyor polisin ardından "Bakar mısınız?" Kadın dönüyor. Nina konuşuyor "Bizim insan sevmediğimizi, hele çocuk sevmediğimizi sanmayın. Biz insanları sevdiğimiz için buradayız... Ne var ki, üstünüzdeki üniformayla kötü deneylerimiz var. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir şeyleri temsil ediyorsunuz. Bizi, halkı ezen bu düzeni, yapılan haksızlıkları. Onun için kusura bakmayın, davranışımız üzmesin sizi."
"Anlıyorum," diyor, adını bile öğrenemedikleri sadece "Barış" adında bir çocuğu olan polis kadın.
Demet "Size inanmıyoruz!" diye bağırıyor.
Güler, "Son kahramanlık alkışa değer." diyor.
Demet Güler'e bakmadan cevaplıyor "Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."
Tülay "Bana kalırsa zevzeklik yapıyorsunuz. Bu kadın iyiye benziyordu. Bu memlekette kimlerin ne nedenle polis olduğunu biliyoruz. Faşizmle mücadele, polise statik bir kötülük olarak bakmak değildir."
Bir başkası "Bu kadın iyiye benziyordu, ondan yararlanabilir, hatta dışarı mektup falan gönderebilirdik." diyor
Nesrin, ortalığı yatıştırmak istiyor "Meseleyi kişiselleştirmeyelim. Bu yeni polisin tavrındaki görevliye nasıl davranılacağı konusunda tartışıp karar versek iyi olacak."
Bir başkası "Karar almamıza gerek yok, kadın gitti."
Yeniden açılıyor kapı. Akşam karavanası. Erler karavanayı taşıyor. Başlarında polis yok. Kadın gerçekten gitmiş demek.
Meral yine en öne geçiyor. Selma, " Hep öne geçmeyelim!" diye bağırıyor. Nina, dürtüyor Selma'yı "Bırak şimdi. Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması."
DEVRİMCİ KIZLARIMIZ
Sevgi Soysal, önce, "devrimci kızlarımızın" kişiliklerini sergiliyor Yoksul Meral, bencil Selma, külhanbey tavırları seven, konuşurken silâh adları sayan "orducu" Güler, sessizlik saatinde bile okumayan Güler, tartışmaktan usanmayan Nesrin, sevdiği oğlan yüzünden Şafakçılar'a bulaşan, "Polis çocuğunu sevmeyelim" diyen fabrikatör kızı, en keskinleri, Demet. Ve insanlığı dile getiren çocukla annesi...
Sevgi Soysal, seçtiği kişileri tanıtarak amacına ulaşıyor.
Barış adlı çocuğun ortaya çıkması her şeyi değiştiriyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata sonunda erkek tavırlı Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar. Ardından Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor, çocuğu kucağına alıp seviyor.
Derken Demet'in ince sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!" Sonra konuşmalar "Faşizmin oyununa gelmeyelim!" Gene Demet "Size inanmıyoruz!" Gene Demet"Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."
Sevgi Soysal, devrimcilikle ilintisi olmayan hanım kızların prototipini Demet'le somutlaştırıyor ve canına okuyor. İnsan sevgisini saf ve temiz Barış'la somutlaştırıyor.
Barış Adlı Çocuk, Sevgi Soysal'ın en sevdiğim hikâyesi.
Okumuş muydunuz?
(Cumhuriyet Kitap)

'Barış Adındaki Çocuk 2' adlı albümü geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan rockçı Barış Bilgili; Sevgi Soysal'ın aynı adlı romanında ve 'Uçurtmayı Vurmasınlar' filmindeki küçük 'Barış'ın kendisi olduğunu söyledi. (30.01.2006)
'ADIMI ÖĞRENDİ HAPİSTE YAZDI'
* Sevgi Soysal'ın sizi kitabına konu etmesinin nasıl gerçekleştiğini baştan anlatır mısınız? Yıl 1973... O yıllarda siyasi tutukluların bulunduğu hapishanelerde polisler de görev yapıyormuş. Benim annem de polis. Annem Ankara'dan uzak bir yerde görev yapamayacağını küçük çocuğu olduğunu ve kocasının da askerde olduğunu söyleyerek görevden affını istemiş. Bir lojman ayarlanmış ve annem Sevgi Soysal'ın da tutuklu bulunduğu Yıldırım Bölge Siyasi Tutukevi'ndeki görevi kabul etmiş. Annem beni de hapishaneye götürüyormuş. Bir gün avluda oynarken kadınların voltası sırasında biri bana çarpıp beni yere düşürmüş. Kadınlar annemin kendilerine bağıracağını düşünürken, annem 'oğlum Barış gel, kenarda oyna. Teyzelerini rahatsız etme' demiş. O anda Sevgi Soysal adımın Barış olduğunu öğrenip, 'Barış Adlı Çocuk'u yazmaya karar vermiş.
Gönderen Ey'lûl