Gerçek bir devrimci:Tezer Özlü
"Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir " Wittgenstein
Tezer Özlü'yü yitireli on yedi yıl olmuş. Ölümünden bu yana geçen sürede kitaplarının yeni baskıları onun unutulmadığını, giderek artan bir ilgiyle okur tarafından arandığını gösteriyor. Genç yaşta yitirdiğimiz Tezer Özlü'yü sevgi ve özlemle anıyoruz.
SERDAR GÜNEY* 2003
"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok ki... Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzüne haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanlarla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da hangi tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum."(1)
Tezer Özlü'den okuduğum ilk satırlar bunlardı. Yıllar önce, bir arkadaşımın, "Oku seveceksin," diyerek uzattığı o kitabı, sonra, yıllarca elimden düşürmeyecek, tekrar tekrar okuyacaktım. Benim için yazdığına inandığım bir yazarım daha olmuştu işte. Daha sonra, aynı arkadaşımdan, o kitabın yazarının yıllar önce vefat ettiğini öğrendiğimde yaşadığım derin üzüntü içimde bir yerlerde şiddetini hâlâ korur.
Tezer'in kitaplarına ilişkin olarak kaleme alınmış pek çok yazıda, Tezer Özlü'nün, hiçbir dolaylamaya başvurmadan salt yaşadığı hayatı eksen alarak yazdığı için, onun yazdıklarının roman ya da öykü değil, anı ya da anlatı olduğu belirtilmekte. Nedir roman? Bir tek romandan bahsedilebilir mi? Yani, Cervantes'ten bu yana roman hiç mi değişik yollara sapmamıştır? Hiç mi farklı yollara giren romancılar çıkmamıştır?
19. yüzyılın pozitivizm temelli gerçekçi roman anlayışı, 20. yüzyıla gelindiğinde, Joyce'un, Kafka'nın, Musil'in ve daha pek çok romancının öncülüğünde yerini modernist ve postmodern romana bıraktı. Bu roman anlayışlarında, romancı dikkatini, eski roman anlayışında olduğu gibi topluma, toplumsal ilişkilere değil, toplum içinde yalnızlaşmış, yabancılaşmış bireye, onun düşüncelerinin gel gitlerine, bilincinin karmaşıklığına çevirmişti. Klasik gerçekçi roman anlayışının temel yapısını oluşturan olay örgüsü, çevre ve karakter çizimleri, modernist romancıların eserlerinde kurgusal dalgalanmalara, imge ve ritim gibi öğelere bırakmıştı yerini. Karakter ise eski ağırlığını yitirmişti; karakter, okunan mıydı artık, okuyan mı?
Gerçekçi roman yazarlarını modernist yazarlardan ayıran bir diğer önemli nokta ise, onların okurla kurduğu ilişkide ortaya çıkmaktaydı. Gerçekçi romanda, okura öncelikle öykünün bir kurmaca, bir hayal ürünü olduğunu unutturmaya ve okurda, sanki okunan olaylar gerçekmiş izlenimi verilmeye çalışılıyordu; karakterler, çevre bütün canlılıklarıyla resmediliyor, olay örgüsünde hiçbir kırılmaya yer vermeden baştan sona doğru gidiliyordu. Modernist ve postmodern romanda ise, okura böyle bir izlenim vermekten özellikle kaçınılır; okura, her şeyin bir kurmaca, bir oyun olduğu anlatılmak istenir. Ana metin, ara metinlerle bölünür; gerçeklik, kurmaca metinlerle yerle bir edilir; zaman algısında sıçramalarla âni kırılmalar sağlanır. Bilinç akışı, anlatıcının ya da karakterlerin bilincine girilerek orada dalgalanmalar yaratılması gibi teknikler kullanılır. Bu teknikler, özellikle postmoder romanlarda, okuru gerçeklik karşısında özgürleştirmeyi amaçlamaktadır.
Yeni bir biçimin peşinde
İşte, Tezer Özlü'nün eserlerinde de bu tekniklere yaklaşan bir yön bulmak mümkün. Onun yazdıklarının roman ya da hikâye değil, anı olduğunu söyleyen yazarlar bence bu noktayı atlıyor. Leylâ Erbil, onun ilk romanı için yazdığı bir yazıda şöyle der "Tezer Özlü Kıral psikanalize hiç başvurmadan kahramanını hemen hemen eksiksiz tanıtıyor bize. Hemen hemen deyişim bir başka eksiklikten doğuyor. O da, kitapta geleneksel romanda mutlaka görmeye alıştığımız insanın köklerine, tarihe bakmayışı. Biraz da bu yüzden kendime hep sordum okurken Bu kitap roman mı? Bizler gibi klasik romanın tiryakisi kesilmişler için hiç de romanlık bir hali yoktur kitabın. Kısacıktır. Ama, kısacıklığı; şurayı biraz daha anlatsaydı ya, dedirtmesi bizim şartlanmamızdan ileri gelmiyor mu? Giderek; beğeni ya da güzellik anlayışımız, daha önce bize belletilen, koşullanmışlığımızın toplamından başka bir şey mi ki? (...) Belki de yazarın ileride geliştireceği, üzerinde ısrar edeceği bir roman anlayışı ile karşı karşıyayız?"(2) Evet, Tezer Özlü'nün, bu roman anlayışında gerçekten ısrar ettiği, sonraki romanında ve öykülerinde de görülür. Tezer Özlü, modernist roman çizgisinde durarak kendi roman ve öykü üslubunu oluşturmak için didinmiş bir yazardır. O, her şeyden önce, yeni bir roman ve öykü biçiminin peşindeydi. Çünkü yaşadığı çağın ve toplumun bir tanığı olarak, bir yandan çağının ve toplumunun egemen değerlerine karşı çıkarken, bir yandan da sanatını o değerlere yaslanarak gerçekleştirmesinin o toplum eleştirisini havada bırakacağının farkındaydı. Tezer Özlü, toplumdaki egemen değerlere karşı çıkışını, yazın teknikleriyle de sürdürmenin üstesinden gelebilmiş ender yazarlarımızdan biriydi.
Onun, bu biçim ve üslup arayışları daha ilk öykülerinde kendini gösterir. Bilinçle bilinçaltının, geçmişle şimdiki zamanın gerçek bir düşselin iç içe geçmesi; Gabuzzi(3) ve Amerikalı Komşum Willy adlı öykülerindeki söz dizimlerinin özgünlüğü; Naona Alanı öyküsünde zaman çizgisinin silinişi ve karakterin belirsizleşmesi bunun kanıtları arasındadır. Doğan Hızlan'ın, Tezer Özlü için, Gelişmelerin Hikâyecisi(4) başlıklı bir yazı yazması boşuna değildi.
1980 yılında yayımladığı ikinci kitabı Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde üslubunun çizgilerini derinleştirip geliştirmeyi başarmıştı Tezer Özlü. Kitapta, bir anlatıcının ağzından -ki, Tezer Özlü'den başkası değildir bu- küçük burjuva toplum yapısı tüm değerleriyle eleştirilmekteydi. Sıkı bir toplum eleştirisine girişse de Tezer Özlü, aynı zamanda, bu romanı aracılığıyla çocukluğu ve tüm geçmişi ile bir hesaplaşma içine de girmekteydi. Bu yüzden romanda anlatılan hep geçmiş zaman olsa da, olaylar her satırda şimdiki zaman kipinde anlatılmakta. Romanın daha ilk satırlarında toplumsal eleştiri yoğunlukla hissettirir kendini. Aile yaşantısı, ailedeki sevgisizlik, iletişim kopukluğu ve aile bireylerinin yalnızlıkları, kapuk değiştiren bir toplum ve bu toplumdaki sarsıntılar, bütün toplumsal kurumlarda öğretilmeye çalışılan yaşamın bir yalanlar zincirinden ibaret olduğu ve dışarıda akıp giden yaşamla nasıl bir tezat oluşturduğu, bütün bunları kendi özel dünyasının sınırsızlığı içinde algılamaya çalışan on bir yaşındaki Tezer'in gözünden bütün çıplaklığı, çarpıcılığı Türkiye edebiyatında eşine az rastlanır bir nesnellik zeminine oturtularak anlatılmaktadır. Tezer Özlü, farklılığını, kendi öznel dünyasını yaşamasına izin verilmeyen bireyin toplumsal kurallarla olan çatışmasını; ne çocukluktan gençliğe geçerken yaşadığı cinsel deneyimleri ile, ne elektroşok koması ile, ne psikiyatri kliniğinde hademeden dayak yiyişi, ne de doktor ya da hemşire kimlikli kişilerin cinsel tacizleri ile aktarırken ne en ufak bir yapaylığa düşüyor, ne de kendini acındırma hastalığına kapılıyor.
Tezer Özlü, yaşarken de zaman denen olguya inanmamaktaydı. Ya da en azından, onu farklı bir biçimde algılıyordu; zamana, onun dışında bir yerden bakıyordu sanki "Niçin bugün, yaşamın, tüm yaşamın önünden geçip gittiğini, artık ölümü beklemekten başka bir şey olmadığını, her gün gibi, bir kez daha anlıyorsun. Yaşam, zamansız. Yaşamın hiçbir zamanı yok. Çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. Kuzey Avrupa'nın beyaz geceleri gibi. Kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi."(5)
Zaman algısında kırılmalar
Tezer Özlü de, postmodern yazarların yaptığı gibi, bu romanında zaman çizgisini düz bir çizgi olarak kurmaz; zaman algısında kırılmalar yaratır; ya da elektroşok sahnesini elektroşok uygulanan kişinin zihnine girerek anlatır; böylece okuyucuya, okuyanın sadece kelimelerden ibaret bir kurmaca olduğu mesajını vermeye çalışır. Çünkü o da, gerçek yaşamın kelimelerle aktarılabileceğine inanmaz "Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi?"(6) Ama, postmodern bir yazar da değildir o. Daha önce de belirttiğim gibi, kendi üslubunun peşindedir.
Büyük çelişkiler
Romanın başkişisi, çevresinde tezatları görmektedir; çünkü, ona her yerde öğretilenlerle yaşananlar arasında büyük çelişkiler bulunmaktadır. Bu çelişkiler her şeyden evvel, dünyayı algılaması, birbirine zıt iki kültür tarafından biçimlendirilen (Romanın başkişisi, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğu olarak, İstanbul'daki yabancı okullardan biri olan Avusturya Kız Lisesi'nde okumaktadır) bu gençte bir kültürel şoka, topluma karşı bir yabancılaşmaya ve bu da onun, yaşamı temelinden sorgulamasına neden olur. Bu yüzden, romanlarının ana izleklerini ölüm, yabancılaşma, varoluş, yalnızlık, bırakılmışlık, yokluk, hiçlik, kadınlık, erkeklik, çocukluk, yaşlılık... vs. oluşturur. Ancak, Tezer Özlü'yü yukarıda saydığım yazarlardan ayıran önemli bir nokta vardır ki, aslında bu, Tezer Özlü'nün kendine özgü bir üsluba sahip olmasının da temel dayanaklarından biridir O, bütün bu izleklerden, bir yaşama iradesi, yaşama gücü çıkarmayı başarmış bir yazardır. Gençtir. Bedenini, cinselliğini keşfeder; sevişmek istediğinde toplum ona, evlenmesi gerektiğini söyler. Çevresindeki ikiyüzlülüğü, yozlaşmayı, toplumda giderek kendine yer bulan gündelik ve siyasi faşizmi görür, isyan eder, aklın sınırlarını zorlar; kendini psikiyatri kliniklerinde, elektroşok tedavilerinin içinde, beynine elektrik verilirken bulur. Faşistler orada da bırakmaz yakasını; ellerinde yetkilerinden, zorbalıklarından başka hiçbir şey bulunmayan, doktor, hemşire, hademe kimlikli insanlar tarafından itilir kakılır; gene de oradan kurtulmayı, yaşama tutunmayı başarır. Dışarı çıkar, bir adamla evlenmek ister; kendinden yaşça küçüktür sevdiği adam. Toplum bunun da hesabını sormaya kalkar ondan; önüne binbir türlü bürokratik engeller koyar. Ama Tezer, "Temel sorun, yalnızlık direncini yitirmemekte,"(7) der sonunda. Yazdığı her satırla, insanı yaşama yabancılaştıran tüm toplumsal değerleri alaşağı ederken, ona hep acı veren bu değerlerin yıkıntısından yeni güneşler doğurur hep; üstelik de bunu, böyle bir kaygı taşıdığını asla belli etmeden, hiç de öğretici yazar, büyük usta yazar havalarına bürünmeden olanca doğallığıyla gerçekleştirir. Doğallığıyla, diyorum; çünkü, o yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan bir sanatçıydı. Onu büyük bir yazar yapan etkenlerden biri de buydu işte. En yakın dostlarından biri olan Leylâ Erbil, onun eserleri için şöyle yazar "T. Özlü'nün sanatı yalındır. Öyle çağdışı esrarlı felsefelere, geçmiş metinlere, yapay belirsizliklere dayanan bir metin değildir. Canlı, çağdaş ve saydamdır. Öyle bir saydamlık ya da tuhaflık ki, okurken satırların arasından yazarın sizi çağırdığını, haykırdığını, güldüğünü görmüş gibi olursunuz. İçinde bir tek 'esrar' sözcüğü içermeyen bu metin, sanatsal esrarını kendi olmaktan alır."(8)
Yaşadığı acılar onu yaşama küstürmez; aksine, bütün o yaşadıklarını öyle bir bilinçle damıtır ki, bundan bir yaşama direnci, ahlaki bir tavır çıkarır. Kitaplarında zaman zaman kendini açıkça belli eden ölüm isteği bile, yaşama delice bağlılığının bir sonucudur aslında "Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim.
(...) Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. Daha güzel yaşam başka biçimlerde değil. Güzel yaşam burada. Taksim Alanı'nda. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu, gözlerimiz, duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka bir biçimde bir güzel yaşam yok." (9)
Üç yazarın izleri
İkinci kitabı olan Yaşamın Ucuna Yolculuk'ta üslubu kendini iyice bulmuştur artık. Çok sevdiği, adeta tutkuyla bağlı olduğu üç yazarın (Pavese, Svevo, Kafka) izlerini sürer bu kitabında. Kitabın başkişisi yine kendisidir ve ana izlekleri olan ölüm, yalnızlık, bunaltı, varoluş temaları bu romanda da peşini bırakmaz Tezer'in. Bu romanı da çocukluğuna ve gençliğine göndermelerle doludur.
Birinci zaman tekil kipinde başlayan romanda yer yer ikinci zaman tekil kipine dönülür. Bu bölümlerde yazar, sanki, benliğinin dışına çıkmakta, kendisiyle (belki de okurla?)konuşmaktadır. Neredeyse bütün roman bir iç konuşma halinde geçer ve asla sona ermez. Aslında, romanın nerede başladığı da belirsizdir; tıpkı yaşam gibi. Hem kesin bir başı ve sonunun olmamasıyla, hem de yazarın, okuru neredeyse bütün Avrupa'yı bir labirentteymiş gibi dolaştırmasıyla (Batı Berlin, Hamburg, Doğu Berlin, Stockholm, Prag, Viyana, Zagreb, Belgrad, Niş, Viyana, Venedik, Trieste, Santo Stefano Belbo, Torino) ve her satırında neredeyse somutlaşarak varlığını hissettiren bunaltı duygusuyla bu roman, Kafka'nın eserlerini çağrıştırır. Oysa bir Kafka romanından çok başka bir romandır bu; okura, hiç duraksamadan, 'Tezer Özlü romanı' dedirten bir roman. İlk romanında denediği, karakterin bilincine girme tekniğine benzer bir tekniği, aynı amaçla, bu romanda da uygular Tezer Özlü. O, bu bilinci açma tekniğini öykü ve romanlarının salt başkişilerine uygular. Diğer kişilerin bilinç içeriklerine girmeyi hedeflemez. Sadece, onlardan kendisine ulaşan resimleri kendi bilinç içerikleriyle sorgular, yoğurur, onlara biçim verir. İşte, bütün öykü ve romanları böylece, salt o öyküyü ve romanların başkişilerinin bu yoğurma, biçim verme çabalarından ibarettir. İlk bakışta kolay gibi görünse de, aslında oldukça ustalık gerektiren bir tekniktir bu.
Yaşamın Ucuna Yolculuk bir yandan, bütün Avrupa'nın ve Avrupa insanının bir panoramasını da sunar. Bu yanıyla aynı zamanda, bir sanayi toplumu eliştirisidir. Gittiği her yerde insanlarla konuşur. Adeta bir insan demeti sunar bize roman boyunca. Romanın bu bölümleri insanı ele alma biçimiyle onun öyküleriniçağrıştırır. İnsanlarla konuşur. O, insanları aktarırken, biz aynı zamanda, o insanlar hakkındaki izlenimlerini de öğrenmiş oluruz onun. Berlin'de, yalnızlıkları içindeki yaşlıları görür, bunaltı yakasına yapışır; Hitler faşizmi sırasında insanların gaz odalarında öldürülmesini aslında hiç umursamadan eleştiren insanlarla konuşur, korkar. İnsan olmaktan utanır. Tüketim çılgınlığı içinde mağazalara girip çıkan insanları izler. Acı çeken, ölümünü bekleyen, alkole batmış, intiharın eşiğindeki insanları görür, hastane günlerini, çocukluğunu, çektiği acıları, ülkesinde bıraktığı ve kimini toprağa verdiği arkadaşlarını anımsar. Caddelerde yürür, polislerce tartaklanan insanları, her görüntüleriyle birer yama gibi durmaktan öteye gidemeyen yabancı işçileri izler... Sanayi toplumu olmayı başarmıştır Avrupa; ama ne kadar uygardır; dahası, uygar olabilmiş midir? İnsanına sunduğu mutluluk, işte bunlardan ibarettir. İstasyonlardan geçer, lokantalara girer, hep insan(lar)la karşılaşır; ona acı veren ve onu mutlu kılan insan(lar)la. Yine de hiçbir yerde duramaz "Gitmem gerek. Ne yaşlı kadınları, ne de yaz tatili için ülkelerine gitmeden önce tüm mağazaların en gereksiz mallarını satın alan Türk işçileri göremem. Bu iki durum da bana dayanılmaz bir acı, umutsuzluk veriyor."(10) Bütün bu cümleler roman boyunca, uygar Avrupa düşüncesinin yumuşak karnına sıkı bir yumruk gibi iner adeta. Tezer Özlü'nün, "Şunu öğrenmelisin Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur,"(12) cümlesi, aslında bütün kitaplarındaki toplum eleştirisinin temelini oluşturur. Bireyin yazarıdır o; Tanrı'nın ve evrenin sonsuzluğu; devletin ve toplumun baskıları karşısında çırılçıplak, yapayalnız kalan ve bunun bunaltısını duyan bireyin yazarı; diğer insanlar ilgilendirmez onu "Anlatamayacağım. Bu insanlar 'Guguk Kuşu' filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?"(12)
Önyargıları yıkmak
Tezer Özlü, "Ne 12 Mart döneminde, ne öncesinde ne de sonrası devrimci mücadele içinde kendime bir yer vermiş değilim. Düşünce ve davranışlarım küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımaz,"(13) dese de, çağının ve toplumunun siyasal olaylarına gözlerini kapatmamıştır hiçbir zaman. Şöyle ekler "Benimle büyümüş, benimle gelişmiş, varoluşumun özü devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasını istemek. Ölümle burun buruna gelince, kendiliğinden dışa yansımış bir dilek. Düşüncelerimin özü." Aslında, gerçek bir devrimcidir o Hep hareket halindedir; yaşamın bütün sınırlarını; bilincin bütün önyargılarını yıkan ve bunu bir etik tavır olarak inşa eden bir devrimci. Onun bu etik tavrı, Wittgenstein'ın, "Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir," sözünü getirir akıllara.
Tezer Özlü, yalınlığından hiçbir biçimde taviz vermeden, uzun uzadıya büyük felsefi çözümlemelerle boğmadan okuyucuyu, salt izlenimlere, salt kahramanlarının anlık duygulanımlarına, bu duygulanımlardaki dalgalanmalara yer vererek toplum eleştirisini, daha ilk ürünlerinden itibaren olanca sarsıcılığıyla ortaya koyabilmiş bir yazardır.
Hiç şüphe yok ki, yaşasaydı, bu yönde eserler vermeye devam edecekti; konu sıkıntısı çekmiyordu. Leylâ Erbil'e yazdığı bir mektupta şöyle der "Kendim 30-40 sayfa kadar yazı yazdım. Ancak konulu bir şey anlatmak istemiyorum. Konu o kadar çok ki, çevresine bakan binlerce konuyu görür, görsün."(14) Başına buyrukluğunu, bir başınalığını kendine kılavuz edinmişti; bu yüzden, ünlü olmak derdinde de değildi "Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yaparsam, okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu rahatsız etsin istiyorum."(15)
Tezer Özlü, aramızdan ayrılalı tam on yedi yıl geçmiş. Yaşamı boyunca aradığı sınırsızlığa on yedi yıl önce kavuşmuştu Tezer Özlü. Sürekli bir yolculuk duygusu içindeydi; yaşamı 'gitmek' olarak algıladığını söylüyordu; çünkü, sınırları can sıkıcı olarak görüyor, sınırları yıkmak, aşmak için yaşıyordu.
"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep."(16)
Tezer Özlü, son yolculuğunu, ardında yeri doldurulamayacak bir boşluk ve edebiyatımızdan hiç silinmeyecek izler bırakarak yaptı. O izlerle hesaplaşmayı göze alacak okurların olduğuna inanmak belki rahatlatıcı olabilir; ama Tezer Özlü'nün eserlerini gelecek kuşaklarla buluşturmak sorumluluğunu her zaman taşımamız ve bunun için bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
SERDAR GUNEY - 2003
(*) Güney, Serdar. "Gercek Bir Devrimci: Tezer Ozlü" (A Real Revolutionist: Tezer Ozlü). Cumhuriyet Kitap. 20 February 2003
(1) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(2) Bir Romanı Okurken; Çocukluğun Soğuk Geceleri Yazko Edebiyat, Mart 1981 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997)
(3) Eski Bahçe-Eski Sevgi (Bütün Öyküleri), Yapı Kredi Yayınları, 1997.
(4) Cumhuriyet, 9 Kasım 1978 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(5) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(6) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(7) a.g.e.
(8) "Bir İntiharın İzinde" Zaman; Varlık, 25 Şubat 1992 (Ayrıca bkz. Tezer Özlü'ye Armağan, Yapı Kredi Yayınları, 1997).
(9) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(10) Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(11) Tezer Özlü; Kalanlar, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(12) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
(13) a.g.e.
(14) Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar , Yapı Kredi Yayınları, 1996.
(15) a.g.e.
(16) Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yapı Kredi Yayınları, 1995.
Bir Arkadaş İçin ;
Aşağıda yatıyorum
Sokağa bakan pencerenin yanındaki divanda
Bir ses birden bir olay oluyor
Kulağımın dibinde
Bir dal bir cama vuruyor
Tezer
Can Yücel
(Cumhuriyet Kitap)
---
08 Eylül 2007
Gercek bir devrimci:TEZER OZLU
Gönderen Ey'lûl
128 NILGUN 99 TEZER
foto:Misha Gordin
Anagramlar
[3]
Üşüyen, düşleri miydi? “Çok kullanılmış bir zamanın gözlerini kapat”ırken duyulan kuğu ezgileri, o çok kullanılmış zamana gözlerini kapatmanın şerefine verilen bir resital olmasındı –“çığlık tünelleri”nin açıldığı çiçekli meydanda verilen? / Dil: Yokluk’un, kendine itirazı mı? Varoluş’un, kendine yönelttiği kargı mı? Evrenin darası mı? Onu geçersiz, değersiz kılacak karşı-dil için zorunlu bir çıkış noktası mı? Zihinde kurulu, yıkılası bir paralel-evren mi? / Dil, siyahtır. Siyahın dili de siyahtır. / Siyah, dildir. / Siyah, içinde dönendiğin, tinine dolanan herşeydir. Dünyanın bulaşması, Kusur’un tümelliğidir. / Siyah, nefretten bile anlamaz. Yokluğun pelüş şiddetiyle dokunaklı bir yanıt verilebilir ona ancak. Ele tutuşturulan mektupta beyazlık bile yazılı değildir. Sobe! /
[4]
Şiiri, onun masum suç ortağıydı. Susku’nun, çok bile konuşan Suskun’un görkemli veda-buluşma hazırlığı. / Tersyüz edelim yüzlerimizi, belki gözümüze görünür içimiz. Belki ummadığımızca çizik çiziğizdir. Belki Şiiri’ne dokunuruz. / NARİN MARAL… GÜM! Bakmayın bu dandik anagrama, ‘kahramanımız’ kızıl-kahverengi bir denize akmayı varoluş manası edinmiş bir Nil’dir, Yedi Günler Oyunu’na Katılmayı Reddeden isminde bir Gün… Güm! / Susku eşit değildir Sessizlik. / Sesin sessizliğini, sessizliğin sesini denedi; kendini buldu, kutladı. / Ölmüş müdür? İçini doldurmuştur Yokluk’un. Boşaltmıştır içini. Doludizgin. / – 128 Nilgün? – Burda! – 127 Tezer? – Burda! – 126 Sevim? – Burda! – Çıkarın kağıtları! – Ama örtmenim, akşam misafirler vardı, elektrikler kesikti, dünya dardı. /
– Gencim daha, 18 ölü-yaşındayım!
Anagramlar "jazzetta"
"uçurumları sevenin kanatları olmalı" -nietzsche
---
Gönderen Ey'lûl
LIRIK PRENSES'in PEMBE TA$I
"ben 128 nilgün marmara ile 99 tezer özlü'yü silgileri boyunlarında olarak ve mor mürekkepli cam hokkalarıyla aynı sıraya oturtuyorum.."ece ayhan
t e z e r i m
... tezer özlü'nün "yaşamın ucuna yolculuk" adını verdiği, ilk yazımı almanca olan bu kitabın ismi "intiharın izinde"..(1983) ertesi yıl tezer özlü kitabı türkçeye çeviriyor..ölümünden sonra çıkan "kalanlar" isimli kitabın çevirilerini ise ablası sezer duru yapıyor..bir de "tezer'e armağan" diye bir kitap yazıyor..gölcükteki çocukluklarından başlayarak tezer'in ölümüne dek olanları dokunaklı bir şekilde anlatmış..
"yaşamın ucuna yolculuk"ta bir anlatı kitabı..yazar üç sevdiği yazarın (kafka, pavese, svevo) peşinden gidiyor, iz sürüyor, izlekler eldeliyor. yazarların her biri ayrı ülkede olan mezarlarına giderken, bizi aslında içsel bir yolculuğa çıkarıyor. öyle bir yol ki gösterdiği, çok engebeli, çatallı ve acı dolu..kitabı bir yerinde bırakıyorum..tamamlamaya gücüm yetmeyecek...hem kaç kitabı var ki onun..hepsini okursam sonra, ne kalacak ondan okumaya gibi bir saplantıya da sahibim. bu kadar genç ölmek ve bu kadar özgün olmak...bu haksızlık..ece ayhan şöyle söylemiş, "ben 128 nilgün marmara ile 99 tezer özlü'yü silgileri boyunlarında olarak ve mor mürekkepli cam hokkalarıyla aynı sıraya oturtuyorum.." nilgün marmara'da genç yaşta kaybettiğimiz biri, bir şair..
bir çok kişi yazdıklarından ötürü tezer özlü'yü intihar etti sanıyor. oysa tezer 1986 yılında kanserden ölüyor. sezer durunun kitabında aktardığına göre, eşi bir dizi işlemi başlatmak üzere hastaneye gidiyor. tezer "gitme, yalnız kalmak istemiyorum" diyor. eşi ise vakit kaybetmek istemediği için onu evde yalnız bırakıp gidiyor. ve tezer yalnız başına ölüyor..ölürken yalnız olduğumuzu biliyoruz da "sevişirken bile yalnızız" demişti bu varoluşunu, ona ne kadar acı verse de sorgulamaktan bir an için vazgeçmeyen kadın."kimseyle yaşlanmak istemiyorum, kendimle bile" diye de o söylemişti.
"ölüm yaşamla, yaşam ölümle tanımlı" diyerek her varoluşun kendisiyle birlikte ölümü de getirdiği gerçeğini bize duyurmuştu..
bir çok arkadaşımla onun mezarına gitmeyi planlamıştık..olmadı..özençle(dün şeyh bedretin'in mezarını tesadüf eseri bulduğum arkadaşım) gidecektik aşiyana..ben gene istanbula biraz uzun soluklu olmaya gelmiş ve özençlerde kalmıştım gene. taksimdeki orhan veli şiir evine gidiyorduk her gün..benim aşiyana ne kadar çok gitmek istediğimi biliyordu..hem orhan veli'nin mezarı da oradaydı..bir gün şiir evinden çıktık ve bebek arabalarına doğru yürüdük..tezer özlü'nün dediği gibi..gitmek..yaşam gitmektir..
aşiyananın huzur veren bir yanı var..neredeyse insana ölümün güzel bir şey olduğuna inandırıyor..tezerin mezarını biz bulduğumuzda hava iyice kararmaya başlamıştı ve biz bulamayacağız diye çok korkmuştuk. koca bir ağacın altında tezerimin mezarı..yapı kredi kitaplarının arka yüzünde anıldığı gibi, türk edebiyatının gamlı prensesi..lirik ve yitik prensesi..pembe bir mezar taşı var..üzerinde sadece adı yazıyor..o güzel adı..
aşiyandan çıktığımızda pek normal olduğumuz söylenemezdi..bir tarafta kadim mezarlığın duvarları bir yanda solaryumdan yeni çıkmış güzel bebek kadınları..yaşamla ölüm arasında kalmıştık...bizi hayata geri götüren otobüsteki herkese tezerimin cümlelerini fısıldamak, bağırmak istiyorum.
"her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. karşındakine birşey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler.bir bedenin üzerinde dolaşan her el,kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde."
"monochrome"
---
Gönderen Ey'lûl
07 Eylül 2007
TEZER OZLU'den Mektuplar
Yaşantı-metin olarak geçen 'Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar'... İki 'deli' kadın, iki korkusuz. Ve akılsız bir hastalık Özlü'nün göğsüne yapışan. Aşk, dönemin tatsız politikaları, ülkeler arası devam eden sıkı bir dostluk.
Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar
Duyguların, duyumların, düşüncelerin, dolaysız, sade, birebir aktarımıdır bu mektuplar. Hele de "en yakın" arkadaşa, bir "can dostu"na yazılmışsa, yazılan Leylâ Erbil, yazan da Tezer Özlü'yse...bu mektuplar, okuru bir başka boyuta taşıyor.
TADIMLIK
Önsöz
Tezer Özlü ile iki konuda birbirimize söz vermiştik.
İlki evlilik kurumunu, kocaları, daha çok eşlerimizi anlatacak birer roman yazmaktı. Ben bu sözü Mektup Aşkları’yla yerine getirmeye çalıştım. Yazık ki Tezer, kendininkini yazmaya fırsat bulamadan, benimkini de göremeden hayata veda etti.
İkinci sözümüz ise, mektuplarımızı yayımlamaktı. Ortak dostumuz Harald Schmidt’in de tanık olduğu, daha sonra eşi Hans Peter’e yinelediği bu isteği ise bu kitapçıkla yerine getirmiş olacağım.
Hepimizin hayatında karşılaşmaktan, dostluk etmekten pişmanlık getirdiğimiz insanlar olmuştur. Hayatımızı güzelleştiren karşılıklı olarak yüreklerimizi değiştirdiğimiz insanlar da. Tezer Özlü benim yaşamımda, ne şanslıyım ki sayıları pek de az sayılamayacak derin dostluklar kurabildiğim bir kişi olarak yerini aldı. Tıpkı Sait Faik, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Fikret Ürgüp, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Nermin Menemencioğlu, Turhan Sonuç, Sevim Burak ya da bugün hayatta olan ünlü ünsüz başka dostlar gibi. Sevim Burak’ın sonunda beni düşman gibi görmesine aldırmıyorum, zira artık dostunu düşmanından ayırt edemeyecek duruma gelmiş ya da getirilmişti.
Özverinin, kardeşlik duygusunun silinip, kullanmanın, çıkar ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada dostlar olmadan ne yapardık bilemiyorum.
Mektuplar insanın bir başka yüzünü açığa çıkararak, edebiyat dünyasına daha sıcak bir tat sunar. Tezer’in taşkın duyarlılığından kaynaklanan yergi ve övgülerindeki coşkuya da bu mektuplarla yaklaşacaksınız.
Gerçi Tezer Özlü, okurlarıyla arasındaki uzaklığı, resmiyeti yok edebilmekte, adetâ yeni bir yazar ahlâkı sergilemekte eşsizdi. Gene de onunla karşılaşma şansına erişememiş okurların, yazarın mektuplarıyla onu daha çok sevip kucaklayacaklarına, dünyalarının zenginleşeceğine, dağarcıklarının ağırlaşacağına inanıyorum.
Öyle sanıyorum ki, Tezer de bunun bilincindeydi; ısrarla, “Mektuplarımızı bir gün mutlaka yayımlamalıyız Leylâ...” derken bence biraz da yakınlaşmakta olan sonu sezmiş ve kendini değil, gene okurlarını, insanları düşünmüştü.
En parlak yazın dönemine girdiği anda yitirdiğimiz Tezer Özlü’yü sevgili okurlarıyla yeniden buluşturacağıma seviniyorum.
Leylâ Erbil
Teşvikiye, 2 Kasım 1994
Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektup (Zürih, 3 Ocak 1985)
Sevgili Leylâ'cığım,*
Yeni yılın ilk mektubunu sana yazıyorum. Yalnız bu arada İsviçre klavye ve elektronik daktiloya alıştığım için, benim bu küçük daktilo ile yazmak çok güç geliyor. Neyse... Bugün kartın geldi. Sağol. Ben yeni yıl için kimseye yazamadım. Yılların yeniliği ya da eskiliği olmuyor galiba. Burada en çok seni arıyorum. Ne önemli, yeri doldurulmaz bir boşlukmuş, dostlukmuş... senin bazı sıkıntılara düştüğünü biraz Sezer, biraz da Harald'dan duydum, ikisi de ayrıntılı konuşmadıkları halde, tabii bunalımlarının nerede yattığını, yıllarla birlikte gelen toplumla ilgili, toplumlarla ilgili, yakın ve uzak insanlarla ilgili, edebiyatla ilgili, edebiyatçılarla ilgili vs... hepsini biliyorum, içten duyuyorum. Aslında memnunluk ya da rahatsızlıklarımızın tümü kendi içimizden kaynaklanmıyor mu? Türk edebiyatında çığır açmış bir yazar olmana karşın, çağdaşlarının geriliği nedeniyle cahillerin baskısı altında kaldın. Ama bu yalnız sana özgü bir durum değil, tüm ülkelerde örneği var. Seni anlayan, seven, değerini bilen mutlak önemli bir kesim var, bu kesim hiç de küçük bir kesim değil. Zamanlara dayanacak bir öncüsün. Senin gibi bir kadın -kadın olmasın, kadın demeyeyim, insan- kiminle yaşarsa yaşasın, sorunlar olacaktır. Bizler belki de, kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız... Paris, New York gibi kentlerde olsaydık, belki başka türlü yaşardık... bilmiyorum. Ama İstanbul'da da çok derin yaşadığımızı, içten insanlar bulduğumuzu... burada daha iyi algılıyorum.
İstanbul'dan ayrılalı 10 ay oluyor. En çok Mehmet'in, 'kız özlersin, insan memleketini özler,' sözcükleri kulaklarımı çınlatıyor. Biraz kesin gibi görülen -tabii hiçbir şey kesin değil- bu ayrılık bana oldukça güç geldi. Bu toplumu iyice gözetledim. Kitap, dergi, gazeteleriyle kavramaya çalıştım. İnsan ruhu olarak yaşamayan bir toplum. Dinamizmi de yok. Almanlara da hiç benzemiyorlar. Hepsi çok iyi tüccar. Almayı, satmayı, biriktirmeyi biliyorlar. Can sıkıcılar. Ama kent güzel. Bildiğin gibi mimari çok insancıl boyutlarda. Sokaklar, evler... küçük alanlar insanlardan daha güzel. Ayrıca burada ilk kez, yaşamın durgunluğu ve günlük pratik yaşamın hiçbir sorun çıkartmaması nedeniyle 'zaman'ı algıladım. Zamanı algılamanın çok olumlu yanları var. İnsanı biraz durgunluk düşüncesine itse de... zamanı algılayarak yaşamayı özlemiştim. Henüz burada hiçbir şey yazmadım, ama zaman zaman bazı duygu ve resimler içimde beliriyor. Belki yakında onları bölük pörçük yazmaya başlarım. Burada hem Türkçe, hem de Almancadan uzağım. Onun için yazmak kolay değil. Ve ilk kez yavaş yavaş, belki de araya giren somut mesafe ya da -bir süre için görülen- uzaklık nedeniyle çocukluğumdan da uzağım. Bu da iyi. İlk kez çocukluğumdan uzaklaşıyorum. Kendi zamanım içindeyim. Ancak, Arnavutköy'ü gerçekten özlüyorum. Orada benimle tümüyle bağdaşan bir olgu var. Deniz, yokuşlar, ağaçlar, taşrayı andıran evler... Orada kendimi her zaman güçlü duymuştum. Erden de bana beni her zaman güçlü duyurtmuştu. Hans Peter bana çok benzeyen bir insan. Onunla ilk kez iki insan arasındaki sevgiyi, insandan insana geçen sevgiyi duydum. Ama bu da kolay değil. Çünkü sevgi de (istersen aşk de) üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. Olması güzel (yani tender), ama belki olmaması daha rahat.
Deniz okuluna alıştı. Her yere uyum sağlayan bir insan. O da arkadaşlarını, İstanbul'u çok özlüyor. Epeyce büyüdü, boyu bana yaklaştı, göğüsleri çıktı. Bütün gün, okul yoksa, rock müziği dinliyor. Bana da hep itiraz ediyor, sonra gene yumuşuyor. Ara sıra bazı işlerimiz oluyor. Çeviri, Hans Peter'e fotoğraf asistanlığı gibi. Biraz ben ders de verdim. Sonra işler bitiyor, yenilerini bekliyoruz... Aslında böylesi daha rahat. İnsan arada boş kalıyor, yorulmuyor, yeterince, serbest iş bulursa tabii. Şimdilik bizimkiler yeterince değil, ama açılmak üzere. Erden hemen hemen haftada bir arıyor. Onun da konu düşünmekte, senaryo aramakta nasıl güçlük çektiğini sezinliyorum. İşte belki de bundan sonra yazacağım kitapta bu kopuşu işleyeceğim. Toplumsal ve siyasal ve duygusal parçalanmayı. Sezgilediğim konu bu.
Sezer'in gelmesi iyi oldu. Epey hava getirdi, eve neşe getirdi. Ona çok alıştım, gidince henüz yalnızlığa alışamadım. Başımdan çok tatsız bir olay geçti. Genel durumla ilgili 10 günlük müthiş bir sıkıntıdan sonra sol koltuğumun altında bir beze şişti, sol göğsümde de bir süt bezesi.. Beni müthiş bir kanser aramasına tabi tuttular. 15 gün beni müthiş korku altında yaşattılar. Sonra gene de bunu almak gerek dediler. Oysa bunlar çok ağrı yapan, kolum tutulan iltihap gibi bir şey. Bir ayda da epey küçüldüler. Sonunda ben boş verdim. 'Sorumluluk bana ait' deyip, bir kağıt imzalayıp, ellerinden kurtuldum. Doğru da yaptığıma inanıyorum. Nezle olanların bile röntgenini çekiyorlar. Doktorlar hiçbir şeye bakmıyor, her şey makineden geçiyor. Makine, kompütür... onlara da inanmayıp kesmek istiyorlar. İnsanın hormonal dengesi bozuk olunca, böyle beze şişmeleri de oluyor. Artık aldırmıyorum. Bir daha da doktora gitmemeye karar verdim. Ancak insan somut olarak böyle durumlarla karşılaşınca, ne zor olduğunu gördüm, yaşadım.
O korkulu günlerimde hep seni düşündüm. Korkum geçmeseydi, atlayıp senin yanına gelecektim. Yahu, sen atlayıp buraya gelsene!!!
Fatoş ne alemde? Vakko'da iş bulduğunu duydum. Keyfi nasıl? İstanbul'a adapte olabiliyor mu?
Mehmet'in durumu nasıl? İşine devam ediyor mu?
Edebiyat alemi nasıl?
İstanbul'a ne zaman geleceğimi bilmiyorum. Hiç belli olmaz. Uçaklar bu kadar pahalı olmasa...
Üç gündür kar yağdı. Kent beyazlaşınca aydınlandı büsbütün, geceler de karla birlikte daha aydınlık. Karlı Zürih oldukça hoşuma gitti.
Televizyonda 14 kanal var, zaman zaman ilginç programlar oluyor. Noel'den bir gün önce 2 gün Münih'e gittik. Chiristian Enzensberger'in bir partisi vardı. Orada bazı Alman yazarlarla buluştuk. Güzeldi. Münih buradan araba ile 4 saat.
T. zaman zaman akıl almaz saçmalıklar yapıyor. O denli tatminsiz ki, anlatamam. O yüzden onu görmekten kaçınıyorum. Tektaş iyi. Ezel epey sıkıntı geçirdi, şimdi iyileşiyor. Burada depresyon çok yaygın. O yüzden ben de kendimi uzak tutuyorum. Evimiz aydınlık, pırıl pırıl ve sıcak. Önünde bir Boğaz eksik. Bir de sen çok eksiksin Leylâ'cığım. Kendini zorla ve bana ayrıntılı yaz. Senden başka yürekten konuşacak arkadaşım yok. Yılbaşında Gönenç geldi, çok iyi oldu, onunla da özlem giderdik. Hepinizi sevgiyle öperim.
Tezer
Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektup (12 Ağustos 1985)
Canım Leylâ'cığım,*
Bu sabah kısa da olsa Fatoş ile konuştum. Sesi nasıl sana benziyor. Sonra Sezer ile konuşurken dün görüştüğünüzü söyleyince ağlamaya başladım. Bu kadar seni özlediğimi düşünmek bile istemiyorum. Çünkü en büyük acı düşünceler. Senden önce Demir'e yazdım. Biraz vasiyet gibi bir mektup oldu.
Leylâ'cığım, Türkiye'den umudu kesip, burada tutucu ortaçağ kafası ile karşılaşmak bu hastalığın nedeni oldu. Ve olayların yoğun birikimi. Bir sabah uyandığımda koltuk altımda 2 ceviz, göğsümde 5cm. bir taş parçası buldum. Koltuk altı lenflerim kanser demek. Bunu kesemezsin ki. Aylarca düşünce ile bunu yenmeye çalıştım. Korku ağır bastı. Depresyon geçirdim. 20 gün yatakta beni kayışla bağlı tuttular. Göğsümdeki rahatsızlığı bile bile bana verdikleri ilaç kanser için en zararlı ilaç. O kayış içinde 2-3 kere öldüm, ama kendimi dirilttim. Oradan çıkıp, öteki hastaneye yattım, 5 gün. Parça aldılar, en azılı kanser çıktı. Şu şansa bak: Sinir hastanesinden çıkıp, kendini kanserin kucağında buluyorsun. Ama depresyon iyi oldu, korkularımı kustum.
Beş dakika oturamayacak halde iken, kemik tedavi yapması gereken doktor 3 saat bekletti. Burada her doktor, bütün tedavileri baştan yapıyor (para kesmek için) sonra beni kemik röntgenine yollamak istedi. Kemiğin içine iğne ile renkli ilaç verecekler, ertesi sabah aç karnına ilaç yutup karaciğer röntgenine gideceğim. Sonra bu doktorun zehirlerini damarıma verdireceğim. Sabah odasına girdiğimizde önüne dergiler sermiş: 'Chicago'da, Milano'da, Paris'te arkadaşlar neler yapıyor, bilmeliyim' diyor. Ulan salak, bunu benim yanımda mı okuyacaksın? Kafanda yok mu? 'Zürih'in en büyük otoritesiyim' diyor bir de!! Sonra benim kalbim 140 atmaya başladı. 'Kalp hastası mısınız, şeker hastası mısınız?' diye her gün üstüme yürüyorlar.
'Hayır, sadece 22 şok yedim' dedim. 'İyi geldi mi?' diyor. Ulan salak, şok adama iyi gelir mi? Bir çeşit giyotin. Sonra bana 'buz başlığı ister misiniz?' dedi. 'O ne?' dedim. 'Sizin gibi atraktif bayanlar onu geçiriyor ki, saçları dökülmesin. Sonra hem dansa gidiyor, hem bisiklete biniyorlar' dedi. Salak, sanki ben hayatımı dans ve bisikletle geçirirmişim gibi. 'Kaç derece buz başlığı?' dedim. 'Eksi 20' demez mi? Leylâ, düşün, insan nasıl kafasını '20 dereceye 10 dakika sokar? Düşünce ve beyni donmaz mı? Bunlar herhalde Doktor Mengele'nin deneylerinin sonucu. Sekiz hafta bunu geçireceğim, sonra sol sonra sağ tarafımı kestireceğim.
Bazen düşünüyorum da, idam mahkumundan beter. Sonra beni gene EKG'ye bağladı. Kalbinim dayanacağı anlaşıldı. Sonra da sekreteri kafamda dır-dır konuşuyor, ben açacağı an oradan fırladım. Korkunç bir hafta sonu geçirdim. Eray da vardı. Hep hasta göğsümü öptü, evladım. Aynı çocukluk düşleri gibi, küçük boşluklara düştüm. Uykuda ölecek gibi olunca bir ses 'Tezer' deyip beni uyandırıyor.
Canım Leylâ'cığım, benim için bir gün Kaptan'da kafayı çek. Yediğin, içtiğin, gördüğün her şeyi benim için de yap. Geceleri acıdan kıvranıp duruyorum. Korkmuyorum. Hastayım ama mutluyum. Bana en güç gelen, Deniz'den ayrılmak. Bakalım. Müthiş kitabını duyarlılıktan daha okuyamadım. Senin, Demir'in, benim kitabın aynı yıl çıkmış olması ne güzel. (...)
Sonsuz sevgiyle öperim. Bana yaz. Bir kere de benim için yüz.
P.S. Bugün doktorumla (masaj yapan) uzun konuştuk. Bir bedenin kansere karşı bu tür iltihaplanma ile mücadelesi görülmüş durum değil, diyor
Notlar:
*Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar (Yapı Kredi Yayınları, 1996)
---
Gönderen Ey'lûl
TEZER & PAVESE - 9eylul
Aralik 2006-Varlık dergisi Sennur Sezer, "Tezer Özlü adlı kız çocuğu" başlıklı yazısindan,
"...Peki nasıl bir kişiliktir Tezer? Bence bir dişi Peter Pan!.. Ben Tezer Özlü bir öykü kahramanı olsaydı, Peter gibi büyümemeyi mi seçerdi diye düşünürüm. Çünkü "kaçıp gitmek"ten ilk o söz etti galiba. Gerçek yaşamın sokaklarda olduğundan..
...Tezer'in karşı olduğu ilk şey güvenli bir yaşamdır zaten: "Düzen ve güven kadar ürkütücü birşey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku... Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri ge, kahvelerde otur - artık hiçbir yerdesin."
...Tezer Özlü bir kız çocuğuydu. Büyümek istemeyen, büyüme sancılarından kaçamayan bir kız çocuğu.. Çünkü o büyüdüğü büyük şehirde de kız çocuklarının çocuklukta bile sorumluluklardan kaçınamadığı bir toplumun çocuğuydu. Ve buna karşı çıkışını haykırdı yazdıklarında...
Onun anısı için yapılacak en yerinde şey, çocukların çocukluklarını yaşayabilecekleri, kaçıp gitmek istemeyecekleri bir dünya yaratmak belki de..."
_All is the same
__Time has gone by
___Some day you come
_____Some day you ll die
_______Someone has died
___________Long time ago
TEZER ÖZLÜ
(9eylul1943Simav-18subat1986Zurih)
"Benim en büyük mutluluğum herşeyden kaçmak.Herşeyden.Tüm çocuklardan.Tüm acılardan.Tüm sevgilerden.Tüm orgazmlardan.
Tüm gecelerden.Tüm günlerden..."
Gidebilmenin arayış kısmını Yaşamın Ucuna Yolculuk da görürüz. Yaşamının son döneminde cıktığı bir yolculuktur bu; Cesare Pavese, Italo Svevo, Franz Kafka nın peşinde; ama aradığı onlar değildir. Onların yaşadığı yerler, oturdukları kahveler, yürüdükleri sokaklar,yaşama dair birşeyler oluşturdukları mekanlarda bulunmak... Büyük bir tutkudur bu yazarlara karşı hissettikleri; onların yaşamlarına ve yaşama dair oluşturduklarına karşı.
"...Yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum. Ama artık yorulmaksızın aramak yok. Aranan yaşantılar arandı. Yaşandı. Bir kısmı gömüldü. Yeniden toprak oldu. Canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. Onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. İnsan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. Uykuda. Uykuyu ararken. Derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?
Yollarda. Okurken. Pencereden caddelere bakarken. Giyinirken. Soyunurken. Herhangi bir kahvenin içinde oturan insanlara gelişigüzel bakarken. Hiç bir şey aramazken. Herhangi bir kahvede oturan insanları görmezken, başka olgular düşünürken. Yosun kokusunu yeniden duymaya çalışırken, bir kavşakta karşıdan karşıya geçerken, arabalar dünyasında yaşadığını son anda algılarken, büyük bir bulvarın tüm kahvelerinde oturanlardan hiç birini tanımazken, bir mağazadan gelişigüzel yiyecek seçerken, ya da bir satıcıdan herhangi bir malı isterken, aynı anda özlem ve yalnızlıkları düşünürken, gidenleri, gelenleri, bölünenleri, ölenleri, doğanları, büyüyenleri, yaşamak isteyenleri, yaşamak istemeyenleri özlerken, severken, sevilirken, sevişirken, hep yalnız değil miyiz? ..."
"şimdi sen de bir anısın. sen de ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmem gerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere. bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. başka hiçbir şey. "
Tezer Özlü - Yasamin Ucuna Yolculuk
" Neden buradaki yeşil, yabansı sessizlik şimdi sana içinde yaşamak zorunda bırakıldığın dünyayı unutturuyor. Aynı dünyanın en derin acısını Kafka çektiği için mi rahatsın onun mezarı yanıbaşında. Hiçbir yere gitmek istemezcesine. Babası, ardından da annesi aynı mezara gömülmüş. Şimdi Viyana'da Kafka'nın babasına mektubunu düşünüyorsun. Yaşamı süresince baskısı üzerinden kalkmayan babanın, mezarda da onun üzerine yattığını. Ne garip, dün mezarı başında bunu düşünmemiştin. Aksine belki biraz da rahatlatıcı bulmuştun yalnız yatmayışını. Nazi kamplarında öldürülmüş kız kardeşler ile Milena'yı düşünmüştün. Kafka'nın bu kamplara girmemesi içini sevinçle doldurmuştu. Genç yaşta veremden ölmesi onun için en büyük acılardan kurtuluş da demekti. "
( Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, s.37, YKY )
"Başkalarıyla -hatta karşına çıkan tek insanla- sanki herşey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın." (Pavese)
Pavese gibi Tezer Özlü'de de yaşam anlardadır.Ve çoğunun tersine Tezer Özlu de çocukluk aranan bir şey olmaktan çok kaçılmasi gereken bir şeydir.
"Çocuk olmanın hiçbir güzel yanı yoktur: yaşlandığımız zaman, çocuk olduğumuz günleri hatırlamaktır güzel olan"
Ve Pavese nin son cümleleri,
"Gizlice en çok korkulan şey gerçekleşir hep sonunda... Bütün gerekli olan biraz cesaret... Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım."
CESARE PAVESE
(9eylul1908Torino - 26agustos1950Torino/İtalya)
Il mestiere di vivere: Diario 1935–1950, The business of living: Diaries 1935-1950 (published in English as The Burning Brand), 1952
"Yasama Ugrasi"1952
Pavese 1950 ' de Torino ' da bir otel odasında tüm yazılarını , kitaplarını yok edip geriye üzerine kırmızı mavi kalemle " Yaşam Uğraşı " yazdığı günlüklerini bırakarak intihar ediyor.
1935 - 1950 yillarini kapsıyor bu günlükleri;-son tarih 18 ağustos 1950
27 Ağustos 1950-
' yazmayacağım, artık eylem...'
1 Eylül 1950-
'Ve bu defter Pavese'nin yanında bulundu bir akşamüstü. Midesine doldurduğu haplardan kurtaramadılar onu.Ben Italo Calvino son satırını yazmak istedim, bana söylediği bütün güzel şeyler için...
Ölüm bu olsa gerek, bir insanı özlemek.'
1952 Yasama Ugrasi ;
"Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, Sen, acı.
Peki sonra? Bütün gerekli olan biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve keşinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendin beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. artık yazmayacağım..." 18 Ağustos 1950
(Arka Kapaktan)
“Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”-1936-
09.09 TEZER & PAVESE
---
Gönderen Ey'lûl
06 Eylül 2007
PAVOR NOCTURNUS/ NILGUN MARMARA
Pavor Nocturnus Ya Da Delikli Uykular
Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok!
Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu.
Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar...
Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?
Nilgün Marmara
---
Gönderen Ey'lûl
NILGUN'e
” Müntehirlerin nedameti / bağışlansın ışısın has bahçe ” Hikmetnâme
"...Nilgün’dü / İntihar karası bir kardeş / Adını verdi Marmara denizine / Saçları şelaleli amazon / İçe dönük güzel bir anarşist / Bende üç kez denedim / Marmara denizine parlak bir yıldız gibi düşmeyi / Uçurumlara uçurtmalardan daha yakındım... ”
Lirika Ülkesine Akan Irmaklar-HÜSEYİN AVNİ CİNOZOĞLU
Savruk Yılların Soldurduğu Bedenime Bak
-Nilgün Marmara'ya-
Sevgi en solgun mevsiminden
geçiyor belki de
ve biterken bir kahramanlık çağı
bu kanlı operayı seyrettiğim
alevlerle gölgelenmiş aynadan
kendime tutkun ayrılıyorum.
Loş ışıkların altında
birbirlerine kırık dökük
aşk öyküleri anlatan
orospu mesihlerden geçerken...
Bu artık son kez dokunuşum
akşamın parmak uçlarına.
Ey uyumlu şizofrenler
hüzünlü benciller
bağışlayın bana bu akşamı...
Kimsesiz çocukların gözlerinde
seyrettiğim bu akşamı.
Birkaç randevu için beklettiğim intiharım
ve umudun kan kıyısından gelen kadın
için bağışlayın.
O esirgeyen gülüşü ve köpüklü eşarbıyla
gelirdi çünkü umudun
kan kıyısından gelirdi.
Ve artık cüzzamlı çocukların
yüzlerini okşayan elleri
savruk yılların soldurduğu bedenime
dokunsa kaygılanmazdı
Sevgi en solgun mevsiminden
geçiyor belki de
çünkü dönemem bir sokak köpeği gibi
zehirlediğim yalnızlığıma...
Ve karşılıksız acılarda boğulurken gülüşüm
beni sana gittikçe bağlayan utancına sakla
hüznünü,
bana çirkinliğimden ve tarihimden uzak bir ölüm getir...
özentisiz ve kendine hayran olmayan
bir ölüm
gözlerin ve sesin kadar kesin olan
bir ölüm...
En solgun mevsiminden geçiyor sevgi
unut beni unut,
belki de terk ettiğin son cehennemdir bu.
Ve akşam... yoksul anıları aydınlatırken
ansızın sesine vurulan kör bir kemancı kadar
ince ve dokunaklı olan
bu akşam
başka kıyılarda güneşlenen bir
alacakaranlık olsam da
savruk yılların soldurduğu bedenime dokun
Sesini bağışla bana
dağılan hayatıma bu akşamı bağışla
Cezmi Ersöz
...Ayin...
yetişkin döngüsünde
taş kırıyor orman iklimi
:
insan soyu tahtada!
duvara vuran gölgeyle oyalanırdı
aklına yaslanamıyor topal çoğulculuğunda
sınıfta kalmak bu!
çakmak, yazılı sözlü tüm sınavlardan!
mağaraya kapanmak
mürekkep lekesine kusarak hiçliğini
oku(n) maya dair kusurdu bilenmemiş kalem
kınalı masallar, itici fantezi satırlarda türeyen
aşk
iğdiş edilmiş günce
“bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için! ” *
vazgeçiyorum
sil baştan okusun ateş bizi!
kadife gölgelerde
pervasız
yarınlarla sevişen geleceğimizi
(*) Nilgün Marmara
(30 Mart 2007) - Naime Erlaçin ©
TANSIK
Nilgün Marmara' ya
I.
gri duvardan
üreyen gözler
bakışımsız bir an' ın
keşhane özlemi
sıkıntının genleştiği
güdük konum
t ü k e n e c e ğ i z...
yanlış bir salyangoz
izine karışan
tarih
andacında gerinen
uyku sersemi yarasalar
gecenin imleri
t ü k e n m i ş t i k...
söze kazınan çığlık
bir süreçti
kaos öncesi
tükeniş
küçük burjuva sultası
yağmalanan anlam
II.
sözcüklerini buldum
ellerin diye
dokundum
s a r ı s ı c a k a y a z
eridi...
Serdar Aydin
Gizli Cam Parçaları
Şehrin ortasındaki kır çiçekleri
Usulca çekildiler geldikleri yerlere
Kapatsak da olur artık camlarımızı
Balkonumuza serçeler beklemesek de
Şehrin ortasındaki kır çiçekleri
Çekildiler diyorum Metin Abi örneği
Ah hepimiz oluyoruz giderek
İntiharların çünkü biçimleri değişti
Büyük kalabalıklardaki yalnızlık intihardır
Görkemli caddelerin açılması uçuruma
Yapma çiçekler götürmek sevdiğimize
Yazmamak intihardır duyumsayıp da
Kesen bıçak değildir insanın bileğini
Yüreğimin kıyısındaki "gizli cam parçaları"
İntihardır bu çağda ağlamayı bilmemek (*)
Nilgün Marmara'yı sevmek, Beşir Fuat'ı
Ecza dükkanının önünde Metin Abi olsaydı!
(*) İntihar eden Şair Metin Akbaş’ın bir dizesi
Abdulkadir Budak /İmzası Gül-1993
"...Nilgün, Deniz ve Hür, hoş bir sohbete dalmıştılar, biraz onlara takıldık. Hasan motosikletiyle geldi, motor burada sessiz çalışıyordu. Gencecik Deniz, Yusuf ile Hüseyin, Adnan amca, Erdal, Talat ağbi, her zamanki gibi siyaset konuşuyorlardı. Ateş, onları dinliyordu ve sigara içiyordu... Edip ve Turgut golf oynuyordu. Ece, üç tekerlekli hi-tech bir arazi aracına kurulmuş, başında mor bandanası ve güneş gözlükleriyle, Cohiba purosundan küçük nefesler çekerek, çevrelerinde hızlı turlar atıyor ve 'Benim meramım bu! Bu!' diye bağırıyor ve gülüyordu. Cemal de onu, 'Evet, evet!' diyerek azdırıyordu." Mehmet Günsür, Mustafa Irgat'ı yazdığı hikâyesinde, 'karşı'daki dostları böyle anlatıyordu. Nilgün Marmara'dan Erdal Eren'e, Ece Ayhan'dan Mustafa Irgat'a, geride kalanlara bir 'kış kitabı' olan ölümün bahçesindeki ahbapları. Hikâyenin girişinde Asaf Halet Çelebi'nin 'İbrahim' şiirinden dizeler: "Ben ki zamansız bahçeleri kucakladım/güzeller bende kaldı/ibrahim/gönlümü put sanıp da kıran kim". 'İçeriye Bakan Kim'in cevabını erkenden veren Mehmet Günsür(...)
Geçen zamanla geçen arkadaşları, Şiiratı amblemini yapan Mehmet Koyunoğlu, yakışıklı arkadaşımız Mustafa Irgat, onu görmeye giden kardeşimiz Mehmet Günsür, neredeyse çocuk-giden Can Tanyeli'yi de 'Yaz Kitabı'nın bahçesinde ağırlıyor. "
Haydar Ergulen 11.07.2004 Radikal
---
Gönderen Ey'lûl
05 Eylül 2007
SiirVideo-ZAFER EKİN KARABAY
ARARKEN - kendi sesinden
Ezginin kederini dinledim
Daktilonun sesini
Anımsadım düş kırgını seni
Anı yitti
Gece
bıraktı çalar saate sessizliğini
Masaya
kitaplara
Biraz önce giden sesinin yokluğuna
Bir hüzün ele verdi seni
Gözlerinde görünüp yitiveren
Ve özlemini bırakıp gitti
Yastığındaki yüzün
Serinliğinden başka bir şey
giymedim oysa yağmurun
Durdum sokakta
Sakınımlı ve ıslak
Saçların dokundu çıplak omuzlarıma
Anımsadım büyücünün kristal küreye baktığı gibi
Bilyeme bakarken çocukluğumu
Ve beni sakladı gece
Saydam karanlığında duldasının
Üşüdüm seninle ansızın
Penceredeki pusun
Parmak uçlarımı ayırdığı yerde
Kimsem yoktu
Çizgilerinden başka
Bileğimdeki vazgeçilmiş intiharın
Sokaktaki ıslak tenimi duyumsadım
Ve ararken yakalandım
Kayıp otobüsünde
Kendi resmimi
Zafer Ekin Karabay
---
Gönderen Ey'lûl
ZAFER EKİN KARABAY
arsiv:http://www.zaferekin.net/gallery2/
"...Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için...Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?..."
“Trafik”
" kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin , ya da kazası..
oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin
sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık! "
Zafer Ekin Karabay
1995-1996 dönemindeki devrimci öğrenci hareketine adadığı “trafik” adlı bu şiir, yitirdiği arkadaşlarına bir ağıttır.
Şair Arkadaşımız Zafer Ekin Karabay'ı Andık
Alphan Akgül KANAT-Sayı 10: Güz 2002
Bu yıl Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına kabul edilen, ancak 13 Eylül 2002 tarihinde yaşamına son veren değerli şair arkadaşımız Zafer Ekin Karabay için 29 Eylül 2002 Pazar günü Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde bir anma toplantısı düzenlendi. Yoğun bir katılımın gözlendiği toplantıya Zafer Ekin'in yakın arkadaşları, Ankaralı edebiyatçılar, bölümümüzün öğrencileri ve öğretim üyeleri katıldı.
Son dönem Türk şiirinin önde gelen genç şairlerinden Zafer Ekin Karabay, 1975 yılında Kayseri'de doğdu. Lise öğrenimini Kayseri Atatürk Ticaret Lisesi'nde tamamlayan Zafer Ekin, 1993 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Bu bölümden 1999 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans programına başladı. Karabay, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiydi. Ölümünden iki gün önce yüksek lisans programından başarıyla mezun olan Karabay'ın Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına girmesi gündeme gelmişti.
Üniversite yaşamı boyunca Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde şiir ve eleştirileri yayımlanan Karabay, 1995 yılında Kar-Ya (Bilimsel ve Kültürel Araştırma ve Yayıncılık Kooperatifi) aracılığıyla çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin de kurucularındandı.
1999 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü kazanan Zafer Ekin, bir dönem "toplumcu gerçekçilik" adı verilen şiir akımından etkilenmiş, ancak bu şiir tarzını incelikli bir üslûpla yeniden değerlendiren usta işi şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmişti.
Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki anma toplantısı, Zafer Ekin'in yaşamının çeşitli dönemlerini yansıtan bir dia gösterisiyle başladı. Eren Aysan'ın açış konuşmasının ardından Zafer Ekin'in tutkuyla sevdiği ünlü rock grubu Pink Floyd'un "Hey You" adlı parçası arkadaşları tarafından gitar ve flüt eşliğinde seslendirildi. Daha sonra kürsüye gelen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Mithat Sancar, Zafer Ekin'in kendisine "gerçek anlamda öğretmenliği yaşatacak kertede meraklı ve başarılı bir öğrenci" olduğunu söyledikten sonra Zafer Ekin'in son şiirinin bir dizesine gönderme yaptı: "Bu çocukların elini bırakmayalım!.." Yakın dostu Bilal Kolbüken'in Zafer Ekin'in biyografisini sunmasının ardından toplantıya mazereti nedeniyle katılamayan Şükrü Erbaş'ın mesajını Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü doktora öğrencilerinden Ali Serdar okudu. Anma toplantısına, şair ve akademisyen Salih Bolat, Zafer Ekin'in "Şubatta Saklambaç" adlı şiir dosyasını ithaf ettiği Hayati Baki, Edebiyat ve Eleştiri dergisinin genel yayın yönetmeni Ahmet Yıldız, psikiyatrist Haldun Soygür, genç şair arkadaşlarından Alphan Akgül ve Zeynep Köylü, üniversite ve yayın hayatından arkadaşları Barbaros Ulutaş, Erdoğan Kul, Fettan Köleli, Gökçen Zorlu, Ozan Taşkın ve Özgür Temiz birer sunuşla katıldılar.
Ölümü Türk edebiyatı için gerçek anlamda bir kayıp olan Zafer Ekin Karabay'ın "Şubatta Saklambaç" adlı şiir dosyası çok yakında Mayıs Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanacak.
Alphan Akgül - 29eylul2002
Kara Turna Ekspresi "Ekin'e"
Haydar Ergülen
20/11/2002
Bu şiiri çoook eskiden 'Gencölmek' kitabına yazılan bir şairin yerine yazmıştım. Şimdi "Karşıdan karşıya geçerken/ eli bırakılan çocuklardık" diyen kimse onun da yerine olsun, çünkü "Senin yüzünden/ Çıldır'da okula giden iki ırmak donmuş"tur. (Şeref Bilsel). İki haziran önce, Eskişehir'de, Gül'ün bahçesinde "Ama soğuk ruhumuza kadar inecek ki/ Haziranlar, manolyalı ev; kışa hazırlık!" (Adil İzci) şiirini bilmeden erken, sakin, uzun konuşmuşuz Ekin, seninle.
"Attila Jozsef istasyonunda indim trenden
uzandım hayatın üstüne boylu boyunca
ilk maaşımı almıştım son defa Şirket-i Hayriye'den
deniz ve tren; ikisiyle de şiire giderdim ben
Attila Jozsef istasyonu uzakmış Budapeşte'den
şairim, Pendik'te inecek değildim ya trenden
hem benim bir gözüm karadır, diğeri takma
bu kara kuş da nedir, turna olsa gerektir
müjdeler olsun iki gözüm dedim de
kara gözüm karardı, sevinç ile ışıdı cam gözüm
kaderinde gözü olur mu insanın olurmuş meğer
kader bende bir göz oldu karadan
öyleyse çıkaralım dedik şu hayatı aradan...
... o zamanın parasıyla yirmibeş lira maaşım
yıl yetmişüç daha sigaraya bile başlamamışım
Ankara Birası yok satıyor çünkü yok,
Tünel-Beyoğlu, Pasaj'da bir bira, Arjantin
iyi de bugün arife, boşver, bayramsonu içerim
çoğu dinden imandan çıkarır, azı tevekkülden mi ne
dindar eder adamı şu para denen meretin
hem ilk maaştan kafa çekilmez derler
kaçarmış bereketi, nasıl olsa hayat bir tren
çok istasyon var daha arada iner içerim
yoksa kafa mı yaptı para bende ufaktan
sallandığıma bakılırsa bir gemi olmalı hayat
amaaan şimdi bayram seyran, sonrası faşizm
dedim bana müsaade iyisi mi ben burada ineyim
hem ilk maaşını denizden almış bir şairim
hem Attila Jozsef'i de görürüm dedim, indim
trenden o iniş, baktım ne Budapeşte burası
ne Attila Jozsef var görünürde, belki takma
gözüme denk geldi, göremedim, bu kara kuş da
nedir, turna ekspresi olsa gerektir, "Bağında
üzüm kaldı", daha dün akşam Cem Karaca
yazlık sinemadaydı, turnada gözüm kaldı,
ezildi onsekiz yaşım, kim silecek gözüm yaşın
biz dünyadan gider olduk Haydar Can dedim
bu şiiri yerime yaz, iki gözüm, yoldaşım..."
Yerebatan Sarnıcı'nda 'Toz ve Gölge' var ya da varlığın yokluğu ya da 'Bana bir yokmuş deme, bir varmış de' şiirine gelmeden önce bir gidip bakın hayat nece, ölüm nece? Gönül Nuhoğlu, mekâna fazlasıyla uyumlu bu çok 'karanlık işler'inde siyah bir kasaba olan ölümü ve onun komşu köylerini, kasabalarını keşfediyor, o sonsuz yeraltı şehrinde şimdiden gezdiriyor bizi. Toz ve gölge elbette kasabaya ait şeylerdir, tıpkı bizim de ölüme ait olduğumuz gibi.
"ŞUBATTA SAKLAMBAÇ"
Geçen yazdan önceki yaz: "O Yaz": Hem haziran, hem tren, hem bahçe, hem gül (anne), hem usta (baba), hem Eskişehir. Her şey, şair Seyhan Erözçelik'in günün, gecenin muhtelif saatlerinde telefondan dinlettiği muhtelif şarkılardan birindeki gibidir. Şarkı demek az gelir, şiir demek de öyle, gençlikse yaşamak için iyi bir mevsim olsa da, anlamak için nice sonbaharları, kışları bekleyecektir. "O Yaz"lar çünkü gençken anlaşılmaz, hafiften gazel dökmeye başladığımız güz ve kış yaşlarını bekler, yitip gideni anlamanın da bir lezzeti vardır. Teselli diyelim bu kederin lezzetine. Seyhan'ın dinlettiği hepimizin yitirdiğidir, "O Yaz"ları kim yitirirse yitirsin, Zerrin Özer'in sesiyle, kaybettiklerimizin hiç olmazsa bir parçası geri gelecektir, onun adına da ister keder diyelim, ister yazsama (yurtsamadan mülhem), sanki gençliğimizin, ideallerimizin, duygularımızın o "büyük ve muzaffer mağlubiyeti"ne yakılmış bir ağıt gibi, ne tuhaf, bizi hüzünlendirmek yerine sevindirecektir.
"O Yaz": Çığlık çığlığa bir fısıltıdır.
Geçen yazdan önceki yaz "O Yaz"dı: Bahçenin içinde şiir vardı. Son Yaz'la "geçen çocuk" Zafer Ekin Karabay'la treni beklemiştik, haziran bahçesinde. Ben İstanbul'a dönecektim, o şiire. 2-3 saat konuştuk, en çok şiirden, en çok sinemadan ve hayattan, yani geçmişimiz ve geleceğimizden, siyasetten. Şiir, sinema, siyaset, Eskişehir, Ankara. Gençliğim var gibiydi
karşımda. Yaşlı bir çocuk olarak gençliğim, Zafer'le birlikte bahçemize gelmişti yeniden. "O Yaz"ı atlattık, "Geçen Yaz"ı da atlattık, ve Zafer Ekin Son Yaz'ın trenine bindi, Eskişehir'den, 13 Eylül 2002'de bütün yazlardan kendini uğurladı. Şubatta çıkacaktı kitabı 2 yıl önce, "Şubatta Saklambaç", şubat sayılır ölümden sonra her şiir, her kitap. Çıktı sonunda, ondan önce "geçen çocuk"lardan Nilgün Marmara'nın "Daktiloya Çekilmiş Şiirler"i gibi, İlhami Çiçek'in "Satranç Dersleri" gibi ve Kaan İnce'nin "Gizdüşüm"ü gibi. "Geçen Çocuk" Zafer Ekin Karabay kitabını aramıza bırakıp gitti. Saklambaç var kitabın adında, kitap "sakladığım", "saklandığım" ve "saklı" adlı üç bölümden oluşuyor ve şiirleri okuyunca anlaşılıyor hiçbir şeyi saklamadığı, her şeyi fazlasıyla anlattığı, açıkladığı: "Sonra kırık aynada görüyorum kırılmış/kalbimi ve herkesin kendi gölgesini giyindiği/bir mevsim oluyor güz, oysa üşürken/aynada kırılan sen ve kalbime biriken kar/topu çalınmış çocuk, soyunup gölgesinden/sarmalıdır herkes güzünü, yoksa bütün/aynalar bırakıp gider bir gün yüzünü."
Zafer Ekin Karabay bana gençliğimi bir hatırlattı, bir kaybettirdi. Geçen çocuk, yaşlı çocuk, bu dünyaya ait değiliz hiçbirimiz, ama "mavi" aşk, mavi yazı, mavi şiir için katlanılabilirdi belki. Şimdi senin geç okuduğum "üzüntü" şiirindeki gibiyim: "adı kara"ydı dedemin. Şarap içmezdi/ama anlardı karaüzümün hüznünden/ .../evet, "üzgün şarap olur karaüzümden"/ama üzülme sen." demişsin. Peki öyle istemişsin, üzülmem ben, yalnız kitabını okurken, Seyhan arasın ve telefonda üç kez art arda Zerrin Özer'den "O Yaz"ı dinletsin isterim, Nilgün'ün, İlhami'nin, Kaan'ın, Soysal'ın ve bütün "Geçen Şair"lerin ve elbette senin yaşayacağın o yazlar için. (Şubatta Saklambaç, Zafer Ekin Karabay, Mayıs Yayınları'ndan çıktı. İlk kitabı Zafer'in, Bu dünyaya 27 yıl katlanabilmiş bir şairin ancak fısıldayabildiği bir çığlık, lütfen okuyun, belki duyarsınız.)
Haydar Ergülen
Radikal Gazetesi, 29/01/2003
ZAFER EKİN KARABAY
Aylardan neydi bilmiyorum. Ama soğuktu. Eskişehir hep soğuktur zaten. Emrah, Yusuf ve ben Zafer’e gitmiştik. Neden gitmiştik? Hatırlamıyorum şimdi.
O her zaman olduğu gibi çalışıyordu*. Hatta o gün de muhtemelen çalışmaya devam etmişti. Neyse…
Bize şiir okumuştu. Edebiyattan konuşmamıştık ama. Belki biraz Kayra’dan bahsetmiş olabiliriz. Şimdi hatırlamıyorum. Sonra dışarı çıkmıştık gecenin bir yarısı, içki almak için. Yenikent PTT’ye kadar inmiş, Denis Büfe’den(doğru mu hatırlıyorum acaba?) bira alıp tekrar Zafer’in evine doğru yollanmıştık. Yoldayken, Yenikent Koop.’un karşısındaki parkta duraklamış ve tüm biraları o soğukta, o parkta içmiştik.
Biralar bitince Zafer bize şarkı söylemeye başladı. Sonra hep beraber bağıra bağıra “İşçisin sen işçi kal” diye inletmiştik ortalığı. Hatta polis otosu gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki arabadan inmeye üşendiler bir süre. Sonra biri arabadan inip bize doğru gelmeye başladı. Ben de o polise doğru yürüdüm ve “Bir sorun mu var?” diye seslendim. Polis afallamıştı. Bizimkiler afallamıştı. Ben de o sözleri söyledikten sonra ‘ne yaptın lan salak!’ dedim kendi kendime. Polis kendini toplayıp:”Bir sorun olmasa bu soğukta burada ne işim var lan!” diye azarladı beni. Sonra ikinci polis de araçtan indi ve yanımıza geldiler. “Alkol aldınız mı?” diye sordu genç olan. Biz “hayır” dedik. Telsizden “Alkol almışlar efendim” dedi polis. Biraz bakındılar ama bizimkiler ben salak salak konuşurken şişeleri ortadan kaldırmışlardı, bir şey göremediler. ‘Dağılın lan’ gibi bir “Haydi evinize gidin” lafından sonra Zafer’e doğru yollandık tekrar. Polisler gözden kaybolunca yeniden hep beraber “İşçisin sen işçi kal!” Güzel geceydi…Sabaha karşı Zafer’den evlerimize doğru yürürken Zafer’in şarkı söyleyişinden konuşmuştuk uzun uzun.
Zafer'in hayatımıza girişi Emrah'ın korsan cd işiyle uğraştığı günlere uzanır. Biz de bu sayede tanışmıştık Emrah'la. Biz kafasını şişirmeden önce Emrah yeterince şişirmişti zaten. Bir nevi hayat koçumuzdu. Başımız her ağrıdığında kapısını çalmaya çekinmezdik, o da yardım etmeye...Disiplin kuruluna çıkarken savunmalarımızı yazmış ve hepimize ezberletmişti. Nazım'ınki ne yazık ki işe yaramadı. O uzaklaştırıldı ama Onur, Yusuf ve ben 'pişmanlıklarımızdan' dolayı sadece kınama almıştık:)
Hatta Emrah, Bizon'u çıkarmak için emniyet müdürlüğüne "avukat" sıfatıyla bile götürmüştü Zafer'i. Gittiklerinde çoktan salındığını duymuşlardı.
Emrah'la yaptığımız radyo programının en düzenli dinleyicisi idi Zafer. Her programdan sonra fikrini alırdık, o da genellikle 'Konuşmanıza gerek yok' derdi...
İntihar konusunda da konuşmuştuk. Zafer’in bir gün mutlaka intihar edeceğini biliyorduk. “Geç bile kaldım” derdi o. Jim, Jimmy, Janis 27’de ayrılmışlardı ve biz bunları konuşurken o 27’sini geride bırakmıştı.
Bir gece Zafer’e gitmiştim. Çok canım yanıyordu ve ben de intihara bulaşmak istiyordum. Salakça “Haydi beraber intihar edelim” bile demiştim. “İntihar edeceksen et, beni niye karıştırıyorsun demişti. İntihar bireysel bir eylemdir!” O sözlerden sonra uzun zaman intihar aklıma bile gelmedi. Bir keresinde de yöntemleri üzerinde konuşmuş, en makul olanın Plath’ın yöntemi olduğuna kanaat getirmiştik ama ya biri kurtarmaya gelir de ev havaya uçarsa? İşte bu sorun, bu ihtimal ortadan kaldırılmalıydı…
Zafer Karabay; derler ya hani bir karıncayı bile incitmez diye, aynen öyle bir insandı. Ona daha da yakın olabilmek için hemen onun evinin yanındaki apartmana taşınmıştık. En son da Yusuf ve Nazım’la beraber oturduğumuz o evde gördüm onu. Aylardan ağustostu. Sonra da o eylül geldi.
Haberi kimden aldığımı bilmiyorum. Çünkü o an belleğimde kaybolup gitti. Ankara’ya, anma törenine gittik hep beraber. Bazı konuşmalara kırıldık, bazılarında duygulandık.
İntiharını hepimiz anlayışla karşıladık. Neden yaptığını, yapması gerektiğini biliyorduk çünkü. Gidişinin önünde saygıyla eğildik.
Biz, ‘çocuklara’ çok şey verdi o; görüştüğümüz, bir insan ömründe çok az yer kaplayan o zamanlar boyunca.
Kendi sözleriyle vedası:
"aslında bütün mesele neydi?hani, ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. nilgün marmara’nın 29 yaşında, s. plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden ‘şubatta saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). ama şimdi...
ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. hem zebercet** de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)yerleşik yabancı’ydım her yere metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral’i çok seviyorum.beni affedin."
*:Üniversite yıllarını şöyle özetlerdi: okuldan sonra gece yarısına kadar ders çalışmak, 12-3 arası edebiyat uğraşları(kitap okumak, yazı yazmak vs.), 3-7 arası uyku ve birbirinin peşi sıra devam eden aynı süreç...
**: Anayurt Oteli'ni beraber izlemiştik, Kieslowski'nin Ölüm Üzerine Kısa Bir Film'ini ve daha başka filmleri de. Çok derin bir sinema bilgisi vardı. Muhtemelen yüzsüzlükle ödevlerimi yapmasını istemiş de olabilirim ondan:)
Guray Onok
Ağustos 24, 2006
---
Gönderen Ey'lûl
ZAFER EKİN KARABAY "Dus Kazasi"
SAKLI
uyurdum,
dokunduğum camlar kırılırdı derinliğinde uykumun.
Nil, gözlerimden geçsin diye
güne kirpiklerim kırılırdı.
Oysa, saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm;
Babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş...
sobelendim, saklandığım saydam düşlerin ardında.
Sunacak başka birşeyim yoktu, bir çocuğun
bayram sabahındaki beklentisini sundum yaşama
Ve tedirginliğini oğlu savaşta bir annenin.
Uzak ezgisini dinleyerek bırakıp gitmelerin.
nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını
yirmidokuzuncu adımında gösteren.
ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden.
sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarıma sordum:
yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
yada nasıl saklamalı yaşamı?
Zafer Ekin Karabay
Zafer Ekin Karabay
(1975kayseri- 13eylul2002Eskisehir)
Son dönem Türk şiirinin genç şairlerinden Zafer Ekin Karabay, 1975 yılında Kayseri'de doğdu. Lise öğrenimini Kayseri Atatürk Ticaret Lisesi'nde tamamlayan Zafer Ekin, 1993 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Bu bölümden 1999 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans programına başladı. Karabay, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiydi. Ölümünden iki gün önce yüksek lisans programından başarıyla mezun olan Karabay'ın Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına girmesi gündeme gelmişti.
Üniversite yaşamı boyunca Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde şiir ve eleştirileri yayımlanan Karabay, 1995 yılında Kar-Ya (Bilimsel ve Kültürel Araştırma ve Yayıncılık Kooperatifi) aracılığıyla çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin de kurucularındandı.
1999 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü kazanan Zafer Ekin, bir dönem "toplumcu gerçekçilik" adı verilen şiir akımından etkilenmiş, ancak bu şiir tarzını incelikli bir üslûpla yeniden değerlendiren usta işi şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmişti.
13 Eylül 2002 günü Eskişehir'de henüz 29 yaşındayken kemeri ile kendini asarak intihar etti.
Eserleri:
Şubatta Saklambaç, Zafer Ekin Karabay (Mayıs Yayınları, Aralık 2002)
Şairin intiharı
Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor.
"Şuna bir göz at" diye elime tutuşturulmuş bir mektup...
13 Eylül 2002 tarihli... Düzgün bir el yazısıyla yazılmış.
En üstte büyük harflerle "Aslında bütün mesele neydi?" yazıyor:
"Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi..."
İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum.
Sonra merakım yendi korkumu...
Okudum:
* * *
"Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)
Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi... Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.
Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.
Beni affedin."
* * *
Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını...
"Şair - yazar - akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti."
Neden peki?
"Aslında bütün mesele neydi?"
"Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur" diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?..
"Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı?
Mağrur bir an mı?"
Hayır!
Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi:
Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi...
Alaattin Topçu’nun deyişiyle "hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini", "N’apalım, dünya böyle" diye geçiştirememesi...
Sokaktaki tevekkülle baş edememesi... Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi...
Ve "kendiyle barışıp" haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi...
Nilgün Marmara da "Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben" deyip gitmedi mi?
* * *
"Son mektup"un üzerinde bir not var:
"Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim" deyip muzipçe soruyor:
"Nasıl sevineceksem?"
Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde:
"Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?"
Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği... Vahşeti yüreğinde hisseden "yabancı"nın dayanılmaz bozgunu...
"Kaçış değil onlarınki, reddediş", biliyorum.
Ama yine de "Bu reddiyenin başka yolları olmalı" diyorum.
Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan...
Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan...
Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı...
Çünkü Karabay’ın dediği gibi;
"Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi..."
O gemiyi en son şair terk etmeli...
Can Dundar
5.10.2002
Bir düş kazası
Yağmurdan sokağa çıkamıyor bahar. "Cemreleri tanklar ezmiş" diyorlar.
Havada, toprakta, suda, harpte ölmüş bebelerin ayazı...
Ekranda bozgun artığı ordular; elimde hanidir aynı kitap var.
* * *
"Saklambaç oynayan bir çocuktu
büyüttüğüm; babasının dudaklarına
sıkışmış ve unutulmuş...
sobelendim, saklandığım saydam düşlerin
ardında. sunacak başka şeyim yoktu,
bir çocuğun bayram sabahındaki
beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini
oğlu savaşta bir annenin. Uzak ezgisini
dinleyerek bırakıp gitmelerin..."
* * *
Zafer Ekin Karabay bu mısraları yazdığında 28 yaşındaydı.
Hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğine dayanamadı.
Son bir şiir yazdı.
Ve büyük sırrını onun dizelerine sakladı:
* * *
"Nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu
adımında gösteren. Ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım
yerden. Sonra kendime dönüp dinledim:
yeniden acılarımı ve sordum:
yaşamın neresine saklanmalı ozan,
ya da nasıl saklamalı yaşamı?
* * *
"Gün'e akan Nil", Nilgün'dü aslında: Nilgün Marmara - "Hayatın neresinden dönülse kârdır" deyip 29'unda intihar etmişti.
Şimdi "yirmi dokuzuncu adımında" sıra Zafer'deydi.
"Daha ne kadar dayanabilirdi ki, herkesin, bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama..."
Hayatta ne saklayacak bir şey, ne de saklanacak bir yer kalmıştı.
Ölüme sığınmaya karar verdi.
Önce kitabı "Şubatta Saklambaç" yayımlanacak ve o, 29. yaşının 29 Şubat'ında vedalaşacaktı hayatla...
"Kitabına bir yığın sırla birlikte, intihar edeceği tarihi de gizlemişti".
Şubatta (bu) saklambaç bitecekti.
* * *
Lakin yetişmedi kitap...
29. yaş, kapıya dayandı.
Artık bekleyecek gücü kalmamıştı.
"O kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz" diye yazdı son mektubunda...
"Beni affedin" dedi. Mektubunun Kül'de yayımlanmasını istedi.
Ve geçen eylül Eskişehir'de intihar etti.
Henüz 29'una basmamıştı.
* * *
Kül, Ekim 2002'de bastı mektubu.
Kapakta Karabay'ın mahzun bir fotoğrafı vardı.
Altında iki yitik mısra:
"Oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı...
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık".
* * *
Zafer'in "Görmeden Ölmesem" dediği kitap, ölümünden 3 ay sonra, yayımlandı. (Mayıs yayınları, Ankara. Aralık, 2002)
"Şubatta Saklambaç"ı şubatta okudum, ama üzerine yazı yazamadım.
O ara bombalar düştü cemrelerin ardı sıra...
Havada, toprakta, suda, karşıdan karşıya geçerken eli bırakılmış çocukların ayazı...
29'unda bir şair, ilk kitabını göremeden öldü bir düş kazasında...
Belki de ondan; hanidir yağmurun iki eli, baharın yakasında...
Can Dundar
20.04.2004
---
Gönderen Ey'lûl
UMAY UMAY/ Ruya Duvarlari
Üç vakte kadar günesin ay isigiyla güpegündüz oynastigi sehre adim atiyorsun.Kayalarin sekillendirdigi,rüzgarin dile getirdigi o kutsal yamaçta duruyorsun.Elinde dilek agaçlarindan kumas parçalari sallaniyor.Bosluga bakiyorsun.Önünde bir deniz gibi uzanan toprak kivriliyor.Toprak inceliyor.Toprak sertlesiyor.Çocuklugundan beri rüyalarini delip geçen,uyandiginda yani basindan ayrilmayan bu gizemli ve solgun hüzne bir isim bulacaksin.Hikayen bir sehre gidememek degil,bir sehirden dönememek olacak."
Umay Umay(Rüya Duvarlari-sayfa 13)
Gönderen Ey'lûl