^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

28 Ağustos 2007

VE TEZER OZLU


VE TEZER OZLU
(9eylul1943 SIMAV-
18subat1986 ISVICRE-Zurih)

Yasamin Ucuna Yolculuk - Tezer Ozlu
Her sevginin baslangici ve sureci, o sevginin bitisinin getirecegi bosluk ve yalnizlik ile dolu. Belirsizlikler arasinda belirlemeye calistigimiz yasam gibi. Sevgi istegi, kendi kendine yasami kanitlama istegi kadar buyuk. Belki kendilerine yasami kanitlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinligine duymadan, aciya donusturmeden yasayip gidiyorlar. Ya da sevgiyi sevgi, beraberligi beraberlik, ayriligi ayrilik, yasami yasam, olumu olum olarak yasiyorlar. Oysa yasam olumle, olum yasamla tanimli. Ama sen. Senin icin her beraberlik ayrilis, her ayrilis beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzlugun basldadigi an. Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi varolusumu unutmak mi. Ya da daha derin algilamak mi. Kendi varolusum. Her varolus kendisiyle birlikte olumu getirmiyor mu.
Yasamin, daha dogrusu yasamin ortasinda, tum ozlemlerimin doyumsuz kaldigini nasil da algiliyorum. Ama artik yorulmaksizin aramak yok. Aranan yasantilar arandi. Yasandi. Bir kismi gomuldu. Yeniden toprak oldu. (...)
Insan yasaminin mutlak en onemli olgusu sevilen bir insani ozlemek, istemek. Onun yanindayken de ozlemek, istemek. Oysa yasam genellikle insanin bir basina kalmasi. (...)
Her ani oludur.
Simdi sen de bir olusun. Her zaman benimle birlikte olan, birlikte tasidigim sozcuklerime donmem gerek. Sozcuklerim olmadan o gokyuzune nasil dayanabilirim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyaniklik arasinda oylesine yatip uyuyamadigim icin sinirlendigim ve herseyi dusunup, kalkip dusunduklerimi sozcuklere ceviremedigim gecelere. Ya da uykunun olumsu derinliginde var olusumuzun kucuklugunu algiladigim gecelere Bu yasama ancak beni icimde esen ruzgarlari, icimde seven sevgileri, icimde olen olumu, icimden tasmak istiyen yasami, sozcuklere donusturebildigim zaman ve sozcukler, o ruzgara, o olume, o sevgiye yaklasabildigi zaman doluyor.
Baska hicbir sey.
Sevgi, istenilen bir olguya aktarilir, aktarilabilir. Cesitli anlara, cesitli insanlara, cesitli kentlere, caddelere, tepelere aktarilabilir. Insan ne denli derin dusunebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acisi da o denli buyuk. Yasam acisi.
Sen dusuncelerle yasiyorsun, digerleri gerceklerle.
Oyku ve siir yaratmak icin dogmus olanlar, asik olmakla yetinemezler, cunku askin sanatsal bir yapiti olusturacak entelektuel orgusu yoktur. (...)
(...) Ondan, bu duygudan, bu istekten, icimizde yasatma cabasi gosterdigimiz bu sevgi ozleminden, ozlemin bicimlendirdigi kisiden, dusuncelerimizin bicimlendirdigi derin baglarda, bu duygular kendi dunyamizda, yalnizligimizda kalsa da, bir rahatlik, bir kalicilik, bir hosnutluk akiyor. Susarken, yururken, sigara icerken, bakarken, uyurken, severken, bosalirken. Bu duyguyu yitirmedigi surece insanin bunalimi bile anlamli. Duygular bir kisi olarak belirmese de. Ama insan bu duygularini, birinin tenine, bedenine aktarabilirse, bunu basardigi an yasam inandirici oluyor. Insan hic gecmesin istiyor varolusu. Bu duyguyu yitirmemen gerek. Insanda bicimlenmese de. Bu duygu beni yenen, icimde yasayan ve olen canliyi yenen tek duygu.
Hic durmadan dokuz saat araba kullandi. Kendi icine yonelik bir yolculukta. Kendi derinliklerine varmak istediginde. Ustelik yirmi yasinin verdigi doldurulmasi olanaksiz kayginin baskisi altinda. (Ama kirik yasinda olan ben neden bitirmiyorum kendi icime olan yolculugumu.) Ama bitirme, bitirme. Insan yirmi yasinda ya toplumun akilla bagdasmayan duzenine girer ya da var olur. Uyum istemiyor, var olmak istiyor. Gidiyor. Sinirlarini zorluyor. Ben de gidiyorum. Henuz uyum duyacagim hicbir seyle karsilasmadim.
(...) Oysa sevgiyi genellestirebilmek icin insanin kendisini tumuyle egemenligi altina alabilmesi gerek. Zaman zaman kendi kendimden ciktigimda, baslangictaki bir genc gibi bocaliyorum. Oysa ben, hicbir zaman, hicbir olgunun baslangicinda olmadim. Her zaman, her baslangic ve her son belliydi benim icin. Yasami tipki, aynen Anadolu'nun sikici kucuk kentlerinde buldugum bicimde avucuma ya da dusunceme ya da gozlerimin ufkuna aldim ve sonra kendi begenime gore istedigim bicimi verdim bu onumden gelip gecen ya da benim onunden gecip gittigim yasam denen olguya. O durgun bunalim canli oldu ve canli olan durgun, bunalimli.
Yeterince dolastim dunyayi ve anladim ki her insan iyi ve herbiri digeri ile esdegerde.
(...) Yasamim boyunca icimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarinizla. Is yerlerinizle. Ozel ya da resmi kuruluslarinizla icimi kemirttiniz. Olmek istedim, diriltiniz. Yazi yazmak istedim, ac kalirsin, dediniz. Ac kalmayi denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hic aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben butun bunlarin disindayim. Simdi tek konugu oldugum bu otelden ayrilirken, hangi otobus ya da tren istasyonuna, hangi havaalanina ya da hangi limana dogru gidecegimi bilmedigim bu sabahta, iyi, basarili, duzenli bir insandan baska her sey oldugumu duyuyorum.
(...) raslantilardan olusan bir yasamin yasam olmadigini dusunuyorum. Ve kendime gercekten rastlantilardan siyrilip siyrilamadigimi soruyorum.





Tezer Özlü
Herkes Herkessiz Ölebilir
Mehmet Fidan

-Yapma!
-Sana ne oldu? Sensiz yaşayamam.
-Yaşarsın. Herkes herkessiz yaşayabilir. Bizim ilişkimiz bitti. Seninle ilk yattığımız gecelerde bile, sanki sevişmenin sonunda kollarımda bir ölü kalıyordu. Birbirimizi boşluğa sürüklüyoruz, öldürüyoruz.
-Birlikte ölelim!
-Ne farkı var. İstersen bahçeye bir çukur kazıp, ikimizi gömsünler.
-Gömsünler, isterim.
-Gömmesinler. Gel otur, getirdiğin konyaktan içelim. Sevdiğin kenti anlat.


Sezer Duru ve Demir Özlü’nün kardeşi olan Tezer Özlü, 10 Eylül 1943'te Simav'da doğdu. Anne ve babasının görevleri nedeniyle çocukluğu Simav, Ödemiş ve Gerede'de geçti. “Dört bin nüfuslu bir Anadolu kasabasında dünyaya bakmayı öğrendim. Altı yaşındaydım. Dünyanın sonsuz büyüklüğünü hissettim ve gitmem, çok uzaklara gitmem gerektiğine inandım...” diye anlatır o günlerini.


Austrian St.George College/ Tezer Ozlu

10 yaşındayken İstanbul'a geldi. (Austrian College)Avusturya Kız Lisesi'nde okudu. 1961 yazında ilk kez yurtdışına çıktı. 1962 ve 1963'te Avrupa'yı otostop yaparak gezdi. 1964'te Paris'te tanıştığı tiyatro sanatçısı, yazar Güner Sümer ile evlendi. Ankara'da Almanca çevirmeni olarak çalışmaya başladı. Yarım bıraktığı lise öğrenimini, İstanbul Erkek Lisesi'nin sınavlarına dışarıdan girerek, tamamladı. Ankara Sanat Tiyatrosu çevresinde yer aldı. Brendan Behan'ın Gizli Ordu adlı oyununda rol aldı. Eşinden ayrıldı, 1968'de İstanbul'a yerleşti. 1968'de sinemacı Erden Kıral ile evlendi. 1973'te kızı Deniz doğdu. 1981'de bir bursla bir yıllığına Berlin'e gitti. Erden Kıral'dan ayrıldı. Üçüncü eşi, Kanada'da yaşayan İsviçre asıllı Hans Peter Marti ile tanıştı. 1984'te Hans Peter ile evlendi, Zürih'e yerleşti. Yakalandığı hastalıktan kurtarılamayarak,18 Şubat 1986'da bu kentte öldü; 25 Şubat'ta Aşiyan'da son yolculuğuna uğurlandı. Yaşarken yayımladığı üç farklı kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden Tezer Özlü adına Gergedan Dergisi 13. sayısında, özel bir ‘fotobiyografi’ yayımladı.

Yazın yaşamına öyküler yazarak başlayan Tezer Özlü, her şeyden önce çok iyi bir okurdu. “Dönüşüm”, başarılı bir çevirmen ve yazar olan Tezer Özlü’nün anısına Ahmet Cemal tarafından dördüncü kez çevrildi. Ahmet Cemal’e ve kabul edilen bir gerçeğe göre Tezer Özlü; Türkiye’de Kafka’yı en iyi bilen insanlardandı. Yazının başında bulunan Tezer Özlü’ye ait söz de Kafka için çok şey anlatıyor. Eserin özgün adı “Die Verwandlug. “ Kafka’nın bu anlatısı Ahmet Cemal’den önce hep “Değişim” adı altında bizlere sunuldu. Ama Ahmet Cemal’in aradığı sözcük tümüyle değişip başkalaşmayı dile getiren- bir sözcüktü ve ‘Dönüşüm’ü seçti.

‘Dönüşüm’ Ahmet Cemal tarafından “Tezer Özlü için ölümle kesilmiş bir dostluğun ve ortak Kafka sevgilerinin anısına” çevrilmiş. Ahmet Cemal ve Tezer Özlü’nün bu kadar büyük olan Kafka sevgilerinin bir anlamı var. Toplum Gerçekleri…

Dünya yazınının tüm klasik yapıtlarını küçük yaşta okumaya başlayan Özlü, ortaokul dönemlerinde Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gogol, Steinbeck, Hemingway, Lagerlöf, Camus, Rilke, Hölderlin, Goethe, Schiller gibi pek çok ünlü yazarı okuyup bir taraftan da kendi kendine yazmaya başlamıştı. Kitapları halen pek çok gencin başucunda yer alan Tezer Özlü, gençlerin düşüncelerine ve yorumlarına çok önem vermiş bir yazardı. Ablası Sezer Duru, “O öldükten sonraki en büyük tesellim çok sevdiği gençlerin ona sahip çıkması oldu” demişti.

Okuyucular, Özlü'nün en çok sevdikleri yanının, çocukluğuna sahip çıkışı, içtenliği ve anlatmak istediklerini, ayrıntıya boğmadan sade bir şekilde ifade etmesi olduğunu söylüyorlar.

“Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek.......... isterim hep.”

“Yaşamım, ölümüm her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı” diyen Tezer Özlü hep gitmek istemiş. Çünkü Özlü'ye göre “Güzel olan, gerçek olan dış dünya ve o dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusudur. Ve ona göre yaşam, yalnızca sokaklardadır.”

1980’de yayımlanan ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ adlı romanında kendi yaşam deneyiminden yola çıkarak “Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı”, büyük bir incelik ve keskin bir alaycılıkla sözcüklere döktü. Kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da “yaşamasına izin verilmek istenmeyen” farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, “teninde duyarak” işledi.

‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ onun yaşamından izler taşır:

“Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim. On bir yaşındaki, bir Türk küçük burjuva ailesinin çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan biri olan Avusturya okulunda karşılaştığı Batı kültür ve eğitiminin yarattığı şoku.”

Küçük burjuva ana babalar, Türkiye ulusal bağımsızlık savaşından sonraki heyecanlı kuşağın vatansever kişileridir. Taşradan İstanbul kentine yeni gelip, burada küçük yaşta Avusturya ve özellikle Alman kültürü ile Katolik kilise okulunda karşılaşan bir Türk kızı ne olur? Evinden kaçmak ister, çünkü bu evlerde süren durgun yaşamın, sevgisiz yaşamın, iç içe yaşamın düşündüğüne uymadığının şokunu yaşar. Okuldan kaçmak ister, çünkü okul karanlık bir kilisedir. Okulda öğretilen birçok yalan, gerçek yaşamda hiçbir zaman gerekmeyecektir.

Tezer Özlü'nün bu ilk romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor. Yetişkinlerin, tıpkı çocukluğa olduğu gibi, farklılığa da aman vermeyen dünyasına karşı yazar anıların çıplak gerçekliğine sığınıyor.

1984’te çıkan ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta çok sevdiği üç yazarın, İtalo Svevo, Kafka ve Pavese’nin doğdukları, yaşadıkları, öldükleri yerlerde ve yazılarında izlerini sürerek yaşamın anlamını sorguladı. Önce ‘Auf den Spuren eines Selbsmordes’ (Bir İntiharın İzinde) adıyla Almanca yazdığı bu kitap 1983’te Marburg Edebiyat Ödülü’nü kazandı; Türkçe çevirisini kendisi yaptı. Güven Turan’a göre, “Tıpkı Pavese’nin romanlarındaki gibi Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta da hüzün, duygusallık, gizli bir eleştiri, geçmişin korkusuyla geleceğin ürküntüsü, umutla umutsuzluksarmalı dev bir yumak oluşturur.”

Tezer Özlü, bir başka kutupta kendisiyle aynı yazgıyı paylaşan Oğuz Atay gibi, beklenmedik bir anda edebiyatımızdan demir aldı. Yazar ile sahici efsanesini birleştiren bu anlatı, hem yoğun bir vasiyetname niteliği taşıyor, hem de hayata ender görülen acılıkta bir perspektiften tanıklık ediyor.

İlk kitabı olan Eski Bahçe'yi, (1978) 1963'ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. Özlü'nün ölümünün ardından; ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada ‘Eski Bahçe - Eski Sevgi’ (1987) adıyla basıldı. Tezer Özlü'nün “Bütün Yapıtları”nı yayına hazırlayan Yapı Kredi Yayınları, yazarın kısa anlatılarını bu ciltte topladı. Yaşamöyküsel esintilerin coşkusundan delici gözlem gücüne kadar, yazarın iç dünyasının panaromasını sunuyor bu kitap.

Kimi günce ve anlatı parçaları ise ‘Kalanlar’ (1990) adlı küçük bir kitapçıkta toplanmıştı.
Kalanlar adıyla bir araya getirilen metinlerin birçoğu Almanca yazılmış ve Sezer Duru tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.

“Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığını sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı.”

‘Zaman Dışı Yaşam’ çağdaş Tezer Özlü'nün, kendi yapıtlarından yola çıkarak, 1983 yılında kaleme aldığı bir senaryodur. Tezer Özlü tüm yapıtlarında sergilediği yaşamın ve zamanın en küçük kesitinde dahi yaşamın anlamını arayış edimini, bu kez zaman dışı yaşamda da sergiliyor. Kendi yapıtlarından yola çıkarak kaleme aldığı senaryosu ‘Zaman Dışı Yaşam’ 1998’de Sezer Duru’nun çevirisiyle yayımlandı.

Leyla Erbil’in söylediği gibi; “İlk öykülerinde başlayan yalnızlık, ihtiyarlık, intihar ve ölüm izlekleri ya da korku, onu yaşamının sonuna kadar kovaladı. Bu özgür yazarın dostu Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar, Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar adıyla 1995 yılında kitaplaştı.


ESERLERİ

Eski Bahçe (1978)
Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)
Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984)
Eski Bahçe Eski Sevgi (1987)
Kalanlar (1990)
Leyla Erbil’e Mektuplar (1995)
Zaman Dışı Yaşam (2000)

Kynk:Agustos/2007 71.sayi DusLe Edebiyat
---

27 Ağustos 2007

"KALP YIYEN" HART CRANE

Free Image Hosting at allyoucanupload.com

KALP YIYEN

Colde
Bir yaratik gordum, ciplak, vahsi .
Comelmis oturuyor
Yuregini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: "Tadi guzel mi dostum?"
"Aci , aci ", diye karsilik verdi;
"Ama seviyorum
Cunku aci
Ve benim kalbim"

(Hart Crane )ABD


hartcrane.gif (38486 bytes)
(1899-1932)
Hart Crane denize atlayarak 33 yasinda yasamina son verdi
"Monody shall not wake the mariner.
This fabulous shadow only the sea keeps. "

"Hosca kalin hepiniz"

---

BIR OZGE DIRIK MASALI




“Akasyalar Kaçarken” dedi Özge ,
kimse inanmak istemedi.....

Bir Özge Dirik Masalı
(14 ekim 1978- 27 ağustos 2004)

“ ardından baktığımda
kötü karanlık gülüyordu.
sana kimse söyleyemedi
sevdayı , gidenlere harcamak
bir “ben” klasiği.
Özge Dirik ( masalınız var adlı şiir’inden)
Protagoras’ın düş denkleminde yürüyen genç bir şair ve hayatla “kaotik” ilişkiler yumağı,
İçten içe başka bir zırh’la donatılmış bir “ben”, ardından Georgias’a göz kırpan fikirler zinciri:
“ Bir şey yoktur.
Olsaydı da bilemezdik.
Bilseydik de bir başkasına aktaramazdık.”
Georgias

“ tekrar acıkan tekrar ağladı dünyaya.
oysa bana okunan masallarda
ağlamak mutlu sona yaklaşmadan verilen
bir çocukluk molasıydı”
Ö.Dirik

Kimi Şairler, hep değişmeden soluklanan şeylerin ve onların bilgisinin peşinde bir şifre çözücü gibi koşarlar, ve kendiliğinden gerçekliğin ne olduğunu gösterdiklerini savlamışlardır,
ama bu düşüncenin etrafını bir kuşku halesi kuşatmıştır, üstelik yeni bir olgu da değil, asırlar öncesinden sofistler tarafından da dillendirilmiştir.
Hani o bilginin göreliliği düşüncesi.
Özge’nin “ bir çocukluk molası” dizesinin geçtiği şiir her tür bilginin esas dayanağının öznel tecrübe olduğunu bize anımsatmak ister, ve biliyoruz ki bunun ardından “algı” sistemi devreye girer, yine biliyoruz ki o eski sofist şairler algının güvenirliliğini (bir zamanlar ) tartışılır hale getirmişlerdi, aradan çok zaman geçti, ve sofistlerden adeta Husserl’a sıçrama yaparak gerçek olarak kabul ettiklerimizin “gelenekle” oluşturulan kendi iç karelerimize karşılık geldiklerini izledik durduk, ona “ okunan masallarda” gerçekliğin sürekli olarak yeniden kurulduğu bir dünya, belki de insanı can sıkıcı tekdüzelikten kurtarır.

Özge’nin birçok dizesinde bir tür fenomenolojik tavır alış var, biliyoruz ki bu doğal tavırdan çok farklıdır, varoluşun tüm değerlerinin ve kültürünün paranteze alınmasını (epokhe) içerir, bilinç şüphe götürmez bu durumda, mutlak varlıktır, çünkü varolmak için doğal dünyayı gereksememektedir, tersinden bakılırsa aslında hiçbir şey yitirilmemiştir !
“kurdelelerden görünmüyor
üç artı bir renkli tırnaklarınızı kiralayan elleriniz.”
özge dirik


“Şair gidişinin” yüklediği
İçsel konuşmalarım:
Aşk, neden uçup giden bir kuşun adı oldu senden sonra?
Cennetin seni kıskandığını
Sevdiğine yenilmenin verdiği mutluluğu yaşarken
nedenli fark ettin sevgili Özge?
Cenneti ve Cehennemi bir arada yaşayan sen.
Kimi anlarda Nağmelerin girdi devreye, öyle herkesin duyamayacağı türden şeyler.
Elbet ki dinledin rüzgar mırıltısı sandığın seslerde yatan destanları.
Şehir hatlarının acı çayından yudumladın,
Şiir yazdığın dergileri mumyaladın.
Korkuyu hissettin, yalnızlığın genizleri yakan kokusunu duydun...
Masumiyet kokan düşlerini tatile gönderdin.
Defalarca kendinle karşılaştın, o “öteki”ile .
Yandın yanmayı öğrenerek...
Ya da kendi kenini yakarken fark ettin mi cehennemin sana özendiğini.
Dolunay’a ışık tuttun,
dünyayı aydınlatsın diye…

* * *

Adı :Özge,
Onu daha önce sadece edebiyat dergilerinde çıkan “aykırı” şiirleriyle tanıdım, yüz-yüze hiç görüşmedik ama onu yüz yüze görüştükleri kadar tanıdım sanırım.
Adı:Özge. bir tek sözcüğü çağrıştırdı bu isim bana: “ öteki”...
“insana tutsaklık başkasından değil, bizzat kendinden kendi varlığından gelir” der Levinas.
Belki de bu izlekten “ötekini” koşulsuz olarak benin öz-niteliniminin temeline yerleştirir, Rousseau’nun etkili olmuş , ele geçmez, belirsiz , ussal iyi öz kavramı kanatlarını kuşanır , sözü bile edilmez.
Kendini aradan kaldıran bir “öteki”, koşulsuz varlığını nasıl sundu?
Onun (ötekinin) karşısında duyduğumuz bu güçsüzlük, ötekini ele geçirmemizi sağlayan epistemolojik dolayısıyla metodolojik bütün olanakların ortadan kalktığı bir erk yitimi duygusudur.
Onun şiiri hakkında düşünürken Özdemir Asaf yokluyor hafızamı
“ öyle bir kelime söylesem ki diyorum / dışarıda bir başkası kalmasa”...
Sizce Şair(dünya) sığabilir mi ki tek satıra?
Onu özel kılan dokunaklı, elem kokan, canhıraş tercihi değil sadece, şiiri, şiire bakışı da önemlidir, eminim tuttuğu bir güncesi, özel notları ve yığınla “tereke” dokümanı var geride, bir senedir kendi kendime yönlendirdiğim sorulardan birdir, “ kim ilgileniyor acaba?”.
Suların durulmasını beklemek bazen gereğinden fazla iyimserlik tadı taşır, ve birisi eğer kalıpları göstermek isterse yine fazlaca kabalık olur belki de.
Her gece onun kapısına dayanan sarsıntıyı, o sarsıntıları bilen,tanıyan birisi ancak kavrayabilir diye düşünüyorum.
Önce titresiniz, sonra ağzınız kurur, ardından bulduğu kapı-pencereden girer düşler, karabasanlar, sözcükler…
Islak-Kuru sözcükler.
Sonra o sözcükler geri döner teninize saplanır, her yanınıza, korkarsınız, acı duyarsınız.
Kargaşanın boyutu çok büyük dostlarım, anlatılabilecek olsaydım , evet ömür boyu susardım.
Şair korku tünelinde oyuncak bir dünyaya ilerleyen çocuk gibidir.
Şairin bir alfabesi var, onun bu donanımı daha yakından bakmak içindir, kendi hafifliği, ağırlığına...
Bir ağrısı var şair’in, onu uyutmayan, bir bacak kırılması gibi !


Yazıyorsunuz buradasınız,
yaşıyorsak yalnızız ...
Abartılmış hayatlara tebessümdür varoluşları, Sonsuza açılan rüya, uyandıklarında iç burkan bir muamma, bir sağanak yağmur, fırtına, adı Özge , Nilgün, Gazale olsun, ya da Siz? Ne fark eder gerçekten...

Yaşadığımız hayatta çevremizin bir şekilde bir imajlar dünyasıyla kuşatılmış olması, bireyin özgür seçimlerini uygulayamaması, diğer insanlarla ilişkilerinde bir sahte benlik geliştirip oyunlar oynaması sonucunu da doğruyor, hiçbir şeyin tadını almadan, aşkı, sevinci, ölümü, acıyı gerçekten hissetmeden yaşıyorlar, Ruhsuzlaşan insanın gerçeklerden, gerçek dünyadan yalıtılarak hastalıklı bir toplum oluşturduğunu vurgular her hangi bir bölünmüş benlik.
David Fincher’ın Fight Club (dövüş kulübü) adlı filminde hayatın kimi çok ilginç ve aslında günlük hayat yoğunluğunda insanların unuttukları kimi değerler üzerinden vuruşlar yapar, modern toplum korkunç bir saldırganlıkla hayatları kuşatmıştır, tüm alanlara sızdıkça sızıyor. Sürekli bir tamamlanmamışlık duygusu yaşatılıyor insanlara.
Bu duygu insanda boşluk, anlamsızlık gibi çok daha riskli duyguları tetikliyor, Şair, Ressam, Yazar da bu toplumun bir ferdi, uzaydan gelmediler ki !

“Ağır sıklet hüzünler yarışırken,hep ortalamaydı akan yaşlarınız.Fotofiniş seslenince usulca,taçlandı gözlerinizde asılı bebekleriniz.Islanan güneş kurularken bedenini,ayazlarınız oldu ayakları çıplak.Tüm şarkılar gitmeye öykünse,bahçıvanın türküsü kalırdı size;vefalı bekleyişlere gebe.Anaokuldan terk bir bedenin içine,yakışmayınca büyük göğüsleriniz,iki yumruğun kalbe daha çok benzediğini anladınız,tek yumruğunuzun yalnızlığına küsüp.Trenleriniz hep son istasyon sandı ilkini.Gerçek sonlarda daha yorgundunuz kaplumbağadan.Hem sizi rakip belleyen bir tavşanınız da olmamıştı.Güller taşımaya başladınız vagonlarda; savaş gülleri.Su dolu vagonlara yetişmek için,nasırlaştırdınız aylak raylarınızı.Bir ucuz bilmecesine geçmişin,pazarladınız tüm sebillerini geleceğin.Sahipsiz çocuklarınız oldu,pıhtılaşmış gül yapraklarının çapkınlarından.Yoksul bir tarlaydı yüreğiniz,ne ektiyseniz; karın tokluğu biçtiniz…”(özge dirik; rötar adlı şiiri)


Şiir’in fonetiğine bakıyorum, kendi sesimle, duygularımın çıkardığı seslerin aynı tınıda buluşmasını arzuluyorum onu okurken, yani ne düşündüğümün sesiyle, nasıl düşündüğümün sesini düşünüyorum.
Zaman diyorum, sevgili Özge,
Hani o iki boyutlu , uzunluğu güneşe, genişliği tutkulara uyarlanmış türden,
Ve bir med-cezir ummanından şiirin (senin) kulağına fısıldıyorum:
hiç şaşırma, gerçek iki yüzlüdür,
Uyku ve uyanıklık arasında !
Şiir yapısal olarak boş bir sıfır rakamı gibidir, her doluluktan daha dolu bir boşluk, hiçtir, öyle bir sessizliktir , suskudur ki onca “dil”i aracı kılar konuşmaya !
İbni Sina der ki :“contrast (Farsç’ada “tekabul”,Türkçe’de ise “zıtlık” dediğimiz) düşünce gücü o dur ki, biçimleri birleştirsin ve sonra ayırsın”; yani bir tür yap-boz’dan söz ediyor ibni Sina, karşıt nokta arayışıdır, baktığımız, gördüğümüz her şeyin zıddını aramak, aralamak.
dil çift anlamlıdır dediğimiz gibi, hakikatin karşısındaki hakikatsizliği aramasıdır Özge’nin dünyası ! eğer “Var”- ı aralıyorsan , “Yok” ve yokluk için de bir telaş gerekir. Şair “ben” ile hesaplaşır, ve orada bütünsel insanı kucaklamak ister, yoksa durduk yerde sıradan, ucuz “bunalım” edebiyatı ve tanımlamasıyla işin içinden kimse çıkamaz !
Özge’nin durduğu ufkun sekisinden adeta Borges seslenir,
“Hepsi ve Hiçbiri” adlı o güzel ve tadına doyumsuz yazsındaki gibi,
önceleri bütün insanların kendisine benzediğini sanar ama içindeki boşluktan bir arkadaşına sözettiğinde yanlışını fark eder borges.

Aşk diyorum ey aykırı duruş ... örtülerden arınmak mı?
Evin kapısı, penceresi onu koruyamaz ki...

Saray’da birisi Leyla’ya derki:” ey leyla, aslında sen çok da güzel bir kadın değilsin, neden Mecnun bunca aşık sana? Sende ne buldu, ne gördü ki?”
Leyla cevap verir:” senin göremediğini, o sen ki her zerren toplansa bir Mecnun etmez!”
Tehlikeli bir masaldır aşk, bir şarkı duyarsın ve yakıcı raksa tutunursun, hepsi bundan ibaret...tıpkı özge gibi...
Şiirin , Şairliğin Quantum hesabına tersten çizgi atarsın ve “emotional” kısımıyla fil kulesi erbabı ilgilensin istersin, onca süre zarfında sizi görmemezlikten gelen tüm “gidici” “üçucu” geveze fosiller...
Bana senin küçük , narin , dokunsam pervane kanadı gibi dökülen renkli pulların gerek ...görüyorum... burdasın.. burada kalacaksın....
Benim korkum : şair hayatının ucuz olduğu bir diyarda yaşamaktandır...
“ tırnak içine alıp, hatırlattığınız
güzel bir mısrası olsaydı Arzu’nun
nasıl barışırdık o zaman bir bileseniz
isra(f)il bile çıldırır,
göçerdi aramızdan...”
özge dirik

YAZARI:Cavit Mukaddes


Kynk:www.borgesdefteri.blogspot.com

---

OZGE DIR anisina

Kırlangıçların Kaçışan Umudu (Borges Defteri link)

OZGE DIR -IK

http://www.kuzeyyildizi.com/kisiler/ozge.dirik

26 Ağustos 2007

SYLVIA PLATH'IN SAIRLIGININ INTIHARI BAGLAMINDA ANALIZI Nilgun Marmara


SYLVIA PLATH'IN SAIRLIGININ INTIHARI BAGLAMINDA ANALIZI
Nilgun Marmara Ceviren: Dost Korpe, Everest Yayinlari, 2006

Bogazici Universitesi `ne sunumundan tam yirmi yil sonra Dost Korpe cevirisiyle Turkce `ye kazandirilan metin, kendisi de sair olan ve yasamini Sylvia Plath gibi intiharla sonlandirmayi tercih eden Nilgun Marmara `nin kaleminden cikmis olmasi acisindan ozellikle onemli. Kitap, Sylvia Plath `in olum yildonumu olan 11 Subat`ta okurla bulustu.
2006-02-07
*

''Bütün sanatçılar zihinlerini meşgul eden, kendi varoluşlarının farklılığını ifade etmekle yükümlüdürler.'' Nilgun Marmara
Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun Olmak İçin Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez
"Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam."
-Giz dökümcü tür nedir ve Sylvia Plath’ın şairliği bu türe ne kadar aittir?
-İntiharla sanatsal yaratı arasındaki ilişki; Sylvia Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratır?
-Kadınların şiirlerinin ortak yönlerini ve kısıtlamaları barındırma ölçüsü
-Plath’ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki temel farklar; kurgusal metinleriyle dizeleri arasında bazı karşılaştırmalar
-Önceki bölümlerin çıkarımları ışığında, S. Plath’ın bazı şiirlerinin kronolojik bir analizi
(Tanıtım Metninden)
*

Tezin hocası Cem Taylan'dı. Kendisi vefat etmiştir.
oneri kitabi:Modern İngiliz Şiiri: William Butler Yeats Ezra Pound (Korsan Yayınları)
*
YASAM, IKI KADIN, TEK BIR SON
Kendi yaşamına son veren Nilgün Marmara, daha üniversite yıllarında Sylvia Plath'ın yaşamına ve şiirine ilgi duymaya başlamıştı. Marmara'nın Plath üzerine hazırladığı bitirme tezi kitap oldu

80'li yılların yaşantısı, mısraları ve ölümüyle ünlü şairi Nilgün Marmara'nın dördüncü kitabı çıktı. Nilgün Marmara 1987'deki intiharından iki yıl önce verdiği bitirme tezinde, bir başka ünlü şairi, yaşamına kendisi son veren bir başka kadını, Sylvia Plath'ı incelemişti. Boğaziçi Üniversitesi Batı Dillleri ve Edebiyatları bölümündeki bu lisans mezuniyet tezinin danışmanı o zaman Yard. Doç olan Cem Taylan. Dost Körpe tarafından dilimize çevrilen kitabı Everest Yayınları bastı. Kitaptan küçük bir özet sunuyoruz:
Bu tez Sylvia Plath'ın şairliğini intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz eder.
(...)
Türün diğer temsilcileri gibi Plath'ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. 'Leydi Lazarus' adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. Plath kendini, uygarlığın Nazizm'e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. Şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. Bu yeniden doğuş sayesinde, 'erkekleri' yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir. Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. Şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. Gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. Ayrıca, Gizdökümcü Şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. Ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath'ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath'ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. Plath, ideolojik kaygıları Lowell ve Ginsberg'in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.
(...)
Sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
Sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. Bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. Bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. Bu yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir. Freud'a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi tarafından iptal edilir. Ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. İntikam, kin, düzeni bozmak, "diğerini" öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. Ama bu ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.
(...)
Kadınların şiirlerindeki ortak nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer; ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. Yukarıdaki temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde, hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için manipüle ettiklerini görürüz.
(...)
Bir karşılaştırma yapmak için, Dickinson'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. Taklit ve yansıma evreninde o iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. Plath'ın ölüme olan saplantısı Dickinson'ınkiyle ve hatta bazen Bradstreet'inkiyle ilişkilendirilebilir. Onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de erotizmle tanımlanabilir. Dickinson da, Plath da bu gotik geleneği öyle aşırı bir şekilde yüceltirler ki, 'kişiliklerini' ölüm kavramının gereklilikleri ve zorunlulukları üstüne kurarlar. Ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler. Toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan 'gerçekliği' algılar ve yorumlarlar.
(...)
Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de "hayata ve ölüme soğuk bir gözle" bakabilirdi.
Her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve S. de Beauvoir'ın "Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir" sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
(...)
"Öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu..." der Ted Hughes, Plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: "...Hayat neredeydi? Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde: Kendimi giderek daha kötü hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. Oturup tek cümle bile yazamıyordum. Korkudan kaskatı kesilmiştim..."
(...)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.


*SYLVIA PLATH'IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ

Nilgün Marmara
Çeviren: Dost Körpe, Everest Yayınları, 2006, 70 sayfa.
kynk:10.02.2006 Radikal
---
*
Plath ile Marmara'nın gizli akrabalığı
Nilgün Marmara'nın tezi 'Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi' adıyla kitaplaştı.
Nilgün Marmara öleli yirmi yıl oldu. Birkaç şair ve şiirsever dışında bu şiiri herkes ölümünden sonra tanıdı. Türkçede benzerine nadir rastlanan bir şiirdi bu. İntizamsızdı. İmge yüklü yakarışlarla doluydu. Bu şiirin asıl akrabalığı kozmik evrenle, insanın içinde çatışan duyguların kesişme, noktalarıydı. İnanılmaz zengin bir sözcük seçimi ve çeşitliliğiyle bezeliydi bu şiir. Mükemmel bir şiir miydi? Sanmıyoruz. Ancak, örneğinde rastlanmayan bir dil ve imge biricikliği vardı bu şiirin. Okuru kolayca kuşatan bir şiir hiç olmadı, çünkü reel dünyanın, gündelik hayatın duyarlılıklarıyla olan köprüyü baştan yok saymıştı. Dolayısıyla, geniş kesimlerin kolay okuyamayacağı, ama biricikliği dolayısıyla kalıcı nitelikte bir şiirdi. Aynı özellikler Marmara'nın yazdığı metinler için de geçerliydi. Nitekim bu metinler de yıllar önce Metinler ve Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayımlandı. Şiirden çok şiirselliğin ön planda olduğu farklı bir imgesel, metaforik metinlerdi bunlar. Bu üç kitap arasında yakın dilsel, sezgisel, imgesel ve kozmik akrabalıklar vardı.
Anlam yüklü bir çalışma Nilgün Marmara, yapıtlarıyla geçmiş haftalarda tekrar gündeme geldi. Önce yeni bir kitapla. Bu kitap şairin, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans tezini vermek için hazırladığı incelemesiydi. Everest Yayınları, Marmara'nın bu tezini tıpkı baskısıyla, daktilo yazısı formatında kitaplaştırmış: Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi. Marmara'nın şiir ve metinlerini sevenlerin kulaktan kulağa dönen ama tamamına ulaşılamayan bir metindi. Bir bölümü, uzun yıllar önce, Sombahar Şiir Dergisi'nin 'Kadın Şairler Atları' adlı özel sayısında yayımlanmıştı. Ama, tabii ki merak konusu olan metnin tamamıydı. Marmara'nın üstüne tez çalıştığı ünlü Sylvia Plath'la inanılmaz kesişme noktaları olmuştur. Şiir Atı dergisinin 1987'de çıkan dördüncü sayısında 'Sylvia Plath Yaprakları' adlı bir bölüm vardı. Marmara, 'Sylvia Plath: Bir Dizi Lazarus' adlı da bir metni kaleme almış, birçok Plath şiiri çevirileri yayımlanmıştı. Bir tür Plath uzmanıydı. Son Plath yazısını ve çevirileri 1987 Ağustos'unda yayımlamış. İki ay sonraysa hayatına kıymıştı. Tıpkı Plath'ın sonu gibi. Bu noktada, elimizde tamamı yayımlanan Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi adlı elimizdeki kitabın çok anlamlı çağrışımları da var. Bu lisans mezuniyeti tezi çok uzun olmasa da özenli, anlam yüklü bir çalışma. İlk defa yayımlanan bu kitabın insanı farklı bağlamlarda hüzünlendiren bir yanı daha vardı. Kitap, metnin tıpkı baskısı olduğu için, Marmara'nın tez hocasının kısacık açıklaması kitabın- tezin başında yer alıyor. Bu tezin hocası olan Cem Taylan'ı da edebiyat ve kültür ortamımız birkaç yıl önce kaybetmişti. Onun onay imzasıyla bile bu kitapta karşılaşmak Marmara'nın yayında Cem Taylan hocanın hatırlanmasına da neden oluyor. Tezin ilk bölümü, adından anlaşılacağı üzere, gizdökümcü türle Sylvia Plath'ın şairliği arasında nasıl bir akrabalık olduğunu temel eksen olarak ele alıyor. Dolayısıyla, öncelikle Amerika ve İngiltere'de 1950'lerde yükselen bu Gizdökümcü türün ne olduğunu anlatıyor. Bir parantezden daha söz etmek gerekiyor; Marmara, bu tezi İngilizce olarak yazmıştı. Metne dönersek, Marmara hemen girişte Gizdökümcü türü tanımlıyor. Ona göre bu türün özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Marmara bu bölümde, söz konusu türün köklerini araştırıyor. Bu türün adını kullanan, üreten eleştirmenleri anımsatıyor. Bölümde türün diğer temsilcilerinin yanında, Plath'ın ünlü şiiri 'Lady Lazarus' da aynı bağlamda analiz ediliyor. Marmara, yapıtın ikinci bölümünde, intiharla sanatsal yaratı arasındaki ilişkiyi merkez almış. Plath'ın şiirlerini ve ölümünü nasıl yarattığını irdeliyor. Freud, Sartre gibi düşünce insanlarının 'intihar'a nasıl baktığı üzerine değerlendirmeler yapıyor. Eski Yunan ve Aristo'nun intihara nasıl baktığı, topyekün eski kültür ve toplumlarda intiharın taşıdığı anlamı sorguluyor. Alvarez'in Plath'ın intiharına bakış tarzı, hiçliği seçişinin kökenleri, bu bölümün ana eğilimlerinden. Marmara, üçüncü bölümde ise, kadın şairlerin ortak özelliklerine yönelmiş. Sylvia Plath ve şiirinin bu bağlamda kapladığı yerin üstünde duruyor. Bir anlamda, geçmişten bu yana kadınların yazdığı şiirin analizi ve duygusal ortaklıklarını tespit ediyor. Örneğin Sappho ve Bilitis'in sevdiklerine nasıl seslendiklerini gösteriyor. Kadınların romantizmi benliğe dönüştürme çabalarını inceliyor.
Daktiloya çekilmiş şiirler 'Yabancılaşma'nın kadınların devamlı ana kaynaklarından biri olduğunu vurguluyor. Dördüncü bölümde Marmara, şairin Sırça Fanus adlı romanını da merkez alarak düzyazısıyla şiiri arasındaki farklılıkların altını çiziyor. Bir boyutuyla, düzyazıyı niye şiiri kadar başaramadığının nedenlerini sorguluyor. Gerektiğinde Plath'ın söylediklerini de kaynak alarak. Ama, romanın eleştirisi konusunda değerlendirmeler de yaparak. Bu konuda, Plath'ın ünlü kocası, şair Ted Huges'un görüşlerine de yaslanarak. Kitabın beşinci bölümünde, Marmara, kendi saptama ve yaklaşımlarından hareketle Plath şiirlerini analiz ayrıntılı analiz ediyor. Kitabın topyekün vücudu, şairin intiharıyla şiiri arasındaki ilişkileri saptayabilmek. Bir lisans bitirme tezi olarak son derece ilginç ve özenli bu çalışmayı yalnız Plath'ı sevenler değil, şiiri sevenler de ilgiyle okuyabilir.
ORHAN KAHYAOĞLU
20.04.2007 Radikal
---
*

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı*...

Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiire çalışıyordum ve şiirde geçen "intihar" sözcüğü üzerinde, bıraksam mı yoksa yerini tutacak başka bir sözcük mü kullansam diye kara kara düşünüyordum. "İntihar" bana uzak bir kavram. "Gerçekleştirilebilecek en özgün yaratı ya da eylem" olarak bakmadım hiç ama yargılamadım da; anlamaya çalıştım. İntiharı cesaretle ilişkilendirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Tam burada, "aslolan, her şeye karşın yaşama cesaretini gösterebilmektir," diyebilirim. Ama yok, klişelere sığınmak istemiyorum, dümdüz bakmak istemiyorum; her yaşam ve ölüm kendi içinde bir özgünlüktür çünkü; yaşamı seçmek de, ölümü seçmek de, "uzun bir intihar"ı seçmek de birey özgürlüğünün kapsamı içindedir ve ayrıca, tüm bireysel edimler gibi, intiharı da, sosyal, psikolojik, tarihsel bağlam ve koordinatlarından ayrı düşünerek, gizemli bir hâleyle kuşatarak anlamak olanaklı değildir.
Müntehir şair Nilgün Marmara'nın Ocak 1985'teki lisans mezuniyet tezi "Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi"(1) adıyla kitaplaştırıldı. Bu daktilo formatındaki kitabı birkaç gün kadar elime aldım aldım bıraktım. Sanki sevdiğim biri ardında sırlar bırakarak ölmüştü ve ben onun kilitli çekmecelerinin, dolaplarının, parmak izleriyle, mürekkep lekeleriyle dolu gizli defterlerinin önündeydim. Merakla karışık garip bir çekingenlik, hatta biraz mahcubiyet duygusu. Ölüleri yağmalamayı seviyor muyuz diye düşündüm, bu çoktan yağmalanmış ama pürüzsüz bir leke gibi derin mavi gözleriyle bize bakmayı sürdüren ölünün karşısında; ona onun belki de hiç istemeyeceği anlamlar yüklemekten korkarak. İşte bizim de bir Sylvia Plath'ımız olmuştu! Onu otopsi masasına yatırıp lime lime edebilir, parçalarına ayırabilir, her bir parçasını ışığa tutup bakabilir ve bundan garip, sadistçe hazlar alabilirdik. Niye bu kadar çok seviyorduk intihar etmiş şairleri? Ömrünün baharında canına kıyan bir ergenin ardından odasını bir sunağa dönüştüren vicdan azaplı anne babalara mı benziyorduk? Ve yaşarken bağrımıza basmadığımız kadar öldükten sonra basarak? Verilmiş bir kurbanın iç rahatlığıyla, ölümlerini bir kargışlı şölene mi dönüştürüyorduk?
Oysa ben sadece üzülüyordum ve sanırım "ölüye saygı" mitiyle çok fazla doluydum.
Sosyolog Emile Durkheim, "İntihar" adlı eserinde intihar için "bireyin din, aile ve toplumla olan bağlarıyla ters orantılıdır" diyor. Bu konuda kronolojik açıdan yapılmış kapsamlı bir araştırma olup olmadığını bilmiyorum ama intihar toplumsal bağların gevşekleştiği, bireyin yalnızlaştığı ve üretim çarkı içinde bir dişliye dönüştüğü günümüz toplumlarında, yabancılaşmaya koşut bir artış gösteriyor. İlkçağda ya da feodal toplumlarda bu oranın düşük olduğunu, psikolojik nedenli intiharların çok seyrek olabileceğini düşünüyorum. Ya "onur" ya da "aşk" yüzündendir geçmişte intiharlar. Bu, daha kapsamlı bir yazının konusu olabilir belki ama ben "intihar" olgusunun bugünkü boyut ve anlamlarını bireyselliğin bireyciliğe dönüşüp yozlaştı/ğı/rıldığı günümüz koşullarıyla bağlantılandırıyorum. Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'teki "gün gelecek yıldıracak seni yalnızlığın!" çığlığını da.
İçim acıyla kıyılırken nasıl tarafsız olabilirim? Nerden başlamalıyım?Ve buluyorum: Daktiloya Çekilmiş Şiirler!(2) ("Daktilo", bu yazı süresince intiharı çağrıştıran, soluk ve iç burkucu bir imge olup çıktı benim için.) Uzak, garip, sanki bu dünyalı olmayan, olamayan, olamamış bir insanın yazdığı şiirler bunlar. Hep denegeldiği gibi, mükemmel olmayan mükemmel şiirler… Savruk ama bir o kadar da kendinden emin imgeler. Altı kat yükseklikten gözünü kırpmadan atlamış bir insanın kararlılığıyla, bir seferde, ani bir ilhamla yazılıvermiş hissi veren. Bu "iki adımlık yerküre"nin "bütün arka bahçelerini" görmüş birinin müstehzi ve acılı gülüşüyle ve "boşluk, karanlık, buzul, hiçlik, sessizlik, sonsuzluk" la dopdolu…
Tarafsız olamayacağımı biliyorum artık. Bundan çoktan vazgeçtim. Bu şiirlerin donuk mavi ışığına bulanmış durumdayım. Çıtır çıtır bir kutup soğuğu yüzümü yalıyor. "Su ılık burada." Neresi orası? "Bu gizli alanda ne görürüm, böylesine/mavi ve saf, tek başına?" Merak ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Evet, o, kendi yarattığı bir dünyadan, kendi içine kazdığı bir tünelden, içindeki kristalize mağaradan bakıyor ve orada gördüklerini, oradan doğru gördüklerini yazıyor bize. Bu şiirlerde geçen imgelerin yeryüzünde bir karşılığı yok. İnsansız, soğuk bir gezegenden seslenen, hemen her köşesinde, dizelere sinmiş ölüm izleğiyle burun buruna geliverdiğimiz ve ürperdiğimiz şiirler… Anlaşılan o ki, Nilgün Marmara bu dünyayı daha en baştan reddetmişti ve belki de bu apaçık reddin kararlılığı yüzünden cesurdu.
"Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!"
1987 yılındaki intiharından önce başka intihar girişimleri olmuş muydu Nilgün Marmara'nın bilmiyorum ama Syvia Plath'ın bunu birkaç kez denediğini, tek romanı olan Sırça Fanus (The Bell Jar)' un bu deneyim ekseninde yazılmış uzun bir otobiyografik anlatı olduğunu biliyoruz. Hatta, bu dünyanın onu zehirleyen havasını teneffüs etmeyi reddedip gaz musluğunu sonuna kadar açarak ölmeye yattığı o meşum günde bile, çocuklara bakan kadın gecikmeseydi kurtulabileceğini ve onun da bunu bilerek intihara kalkıştığını düşünenler, buna inananlar var. Bunu bilemeyiz. Kesin olan şu: Sylvia Plath gecikmiş bir davete gider gibi gitti ölüme. "Uç/Edge" şiirinde "Büsbütün olur kadın / Ölü gövdesi / Başarının gülümsemesini kazanmış"; Lady Lazarus'ta "Bir ölürüm ki adeta hakikaten olurum / Sanki gider gibi bir davete" diyen bir şairin intiharının bir "gösteri" olmadığı, olmayacağı; bilinçli bir seçimin sonucu olduğu kesin. "Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür. Kötü bir düş." diyen de o.
İkinci Dünya Savaşı'nın boğucu atmosferinin ve bir aydın olarak insanlıkla ilgili yaşadığı düş kırıklığının etkisiyle kendisi de sonradan ölümü seçen Stefan Zweig, yaşamına yine kendi elleriyle son vermiş olan, ünlü "şimdi hepten benimsin, ey ölümsüzlük!" dizelerinin sahibi Alman şair Kleist için: "Hayatın efendileri olan Goethe gibi güçlerin yanında zaman zaman ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan şiiri yaratan biri hep bulunmalı." demiş ve Kleist'in ölümünü "ölümsüz bir anıt" olarak nitelendirmiş. Peki, Zweig'la Kleist'in ortak yönleri neydi? Bir "ruh akrabalığı"ndan söz etmek mümkün mü? Ve hemen aklıma Sergey Yesenin geliyor, ölmeden önce kanıyla, dostu Mayakovski'ye hitaben, "Ölmek yeni bir şey değil dünyada / Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz." diye yazan. Mayakovski bu ölümün ardından ünlü "Şu yaşamda en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak." dizelerini yazmış ama Yesenin'den beş yıl sonra o da intiharı seçmiş. Cansız bedeninin yanında bulunan "Son Mektup"unda "Derler hani: / Aşkın küçük sandalı / Hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi? / Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…" diyerek.
Daha birçokları… Çoğumuzun bildiği isimler bunlar ve tek tek sıralayacak değilim ama bu ölümlerin çoğunda, toplumsal çözülmelerin, çalkantıların; bireyin toplumla bağını koparan, zayıflatan koşulların, farklı zaman dilimlerinde de olsa, varlığını görüyoruz öncelikle. İntihara eğilimli fizyolojik ve psikolojik bir yapı var mıdır, bunun yanıtını uzmanlara bırakalım, ancak, sanatçıların pek çoğunun kırılgan, duyarlı, ince ruhlu, hep kıyılandan yana ve kıyana karşı insanlar olduğu da bir gerçek. Tam bu noktada, Gülten Akın'ın "Ölümü sevdiği için mi öldürdü kendini / Başkasının ölümünü sevmediği için mi?" dizeleri düşüyor aklıma.
Şair ve şiir, Baudelaire'in dediği gibi, bulunduğu her yerde haksızlığa karşı olan değil midir? Haksızlığı her zaman canında, kanında duyan, dünyanın öte ucunda yaprak kımıldasa yürek teli titreyen değil midir? Verili olanı, buyurulanı, iktidarın çizdiği sınırları dili keskin bir kılıç gibi kullanarak, kimi kez parçalayarak, kimi kez de "susarak" reddeden değil midir?
Kadın şairler için "ruhsal bozukluk" yakıştırması daha çok yapılır. Özellikle Virginia Woolf ve Sylvia Plath'ın bu yönleri çok vurgulanır ve bunda gerçeklik payı olmadığı da söylenemez. Her ikisi de yaşamları boyunca, onları ölüme kadar götüren ruhsal sorunlarla boğuşmuşlardır. Yusuf Eradam, internetten kolayca ulaşılabilecek, son derece ilginç saptamalar içeren, Sylvia Plath'la ilgili yazısında "Batı, kadın yazarların ruhsal sorunları olduğunu yazmayı çok sever ve eleştirmenler, yazın dünyasının haremağaları, hemen düşerler bu basmakalıp tuzağa, çünkü onlar bağnazdırlar ve bayılırlar kadını fallosantrik hücrelere tıkıştırmaya." der ve "Okuyucu ya da eleştirmen, anlamak yerine tanı koymayı sever." saptamasında bulunur. Yine aynı yazıdan alıntılarsak; "kadına bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve 'ötekileştirme' üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren, adı ölüm olan mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen" bir şairdir Sylvia Plath. Bu, kadına soluk aldırmayan düzende hem bir eş, hem de bir birey ve şair olarak var olmaya çalışmış ve kanonize olmayınca da "cadı tanrıça" ilan edilmiştir!
Niyetim bu yazıda aslında "kadın şair" sorunsalını ele almak değil. Ama 'kadın'ın bu erkek ve anamal egemenliğindeki dünyada var olmak adına yaptığı mücadele, erkeğe göre her zaman çifte kavrulmuş cinsinden oluyor; bu da apaçık bir gerçek.
Bu noktada "İntihar bulaşıcıdır" sözüyle dile getirilen yaygın inanca değinmek istiyorum. Bunun ilk çıkış noktasının Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Goethe'nin bu romanını okuduktan sonra özellikle soylu sınıftan birçok gencin intihar ettiği söylenir. Yesenin'in mezarı başında canına kıyan Rus gençlerini de unutmamak gerekir ki akabinde SSCB yönetimi Yesenin'i muteber şair kategorisinden çıkarmıştır. Edebiyat dünyasında bu sözün sıkça dolaşır olmasında Virginia Woolf-Anne Sexton-Sylvia Plath zincirine bizde Nilgün Marmara'nın eklenmiş omasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yine müntehir şair Metin Akbaş'ın ölümünden kısa bir süre önce Beşir Fuat'la ilgili bir inceleme yazısı yazdığı, Beşir Fuat'ın intiharını araştırdığı bilinir. Ancak, bu ve benzeri örneklerin varlığının bu intiharların bir "öykünme"den ibaret olduğu çıkarsamasını düz mantığın kolaycılığı ve yüzeyselliği olarak görüyorum ve asla kabul etmiyorum. S. Zweig, Kleist'ın biyografisini yazmasaydı, Nilgün Marmara bitirme tezinin konusu olarak Sylvia Plath'ı seçmeseydi intihar etmeyecek miydi? Keşki bu güzel ve yürekli insanların ölümü tek seçenek olarak görmelerine yol açacak bir dünyada yaşıyor olmasaydık diyorum ben.
Evet, Nilgün Marmara'nın Sylvia Plath'la ilgili tezine gelebilirim artık. Tezin "Giriş" bölümünün sonunda kitabın arka kapak yazısı olarak da kullanılmış olan "Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam." cümleleri yer alıyor ve bu sözlerden fışkıran hayranlık ve Marmara'nın daha en başta, Plath'ın intiharını bir başarı olarak değerlendirdiğini açık açık dile getirmesi yeterince anlamlı.
Tez akademik bir dille yazılmış doğal olarak ve ben de ilk bölümden itibaren, akademik bir incelemeyi okuyan birinin rahatlık ve mesafe duygusuyla okumaya başlıyorum kitabı. Ama birden ayrımına varıyorum ki, ben, bu kuru ve soğuk gibi görünen cümlelerin altındaki gizli ateşin ve satır aralarındaki küçük, sessiz çığlıkların peşindeyim. Her seferinde, serin kumların arasında ateş gibi yanan bir çakıl taşına aniden dokunmuşçasına irkilmemden anlıyorum bunu. Ama yok, soğukkanlılığımı korumam, bu oyunu sonuna kadar sürdürmem gerek.
Nilgün Marmara ilk bölümde Sylvia Plath'ı, gizdökümcü şiir türünün öncülerinden biri olarak ele alıyor. "İntiharla Sanatsal Yaratı Arasındaki İlişki; Sylvia Plath Şiirlerini Ve Ölümü Nasıl Yaratır?" başlığını taşıyan ikinci bölümde, Freud'un bilinen tezini andıktan sonraki "Ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır." cümlelerini ve Sylvia Plath'ın "ölümünü nasıl yarattığı" konusundaki, "Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath'ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir." saptamalarını anlamlı bulduğumu söylemeliyim. Ayrıca bu bölümde, Plath'ın ölüme yaklaştığı son günlerde yakın çevresinin ilgisizliğini vurgulayan çok ilginç ve yürek burkan ayrıntılar da var.
Üçüncü bölümde ele aldığı konu "kadınların şiirlerinin ortak yönleri ve Sylvia Plath'ın dizelerinin bu nitelikleri ve kısıtlamaları ne ölçüde barındırdığı". Genel bir girişten sonra, özellikle Emily Dickinson'la olan ortak yönleri ekseninde yapıyor bunu. Plath ile diğer kadın şairlerde, buna isyan etmeye çalışsalar bile, cinsel bir kutuplaşmaya inanıştan kaynaklanan bir huzursuzluğun varlığından ve Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesinin üzücülüğünden söz ediyor ve "S. De Beauvoir'ın 'Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir' sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz" diyerek Plath'da eksikliğini gördüğü yönü itiraf ediyor. Bir bakıma, Sylvia Plath'a yönelik eleştirisi, hatta yazıksamasıdır bu Nilgün Marmara'nın, ben böyle okudum ve bu ayrıntıyı da dikkate değer bulduğumu özellikle belirtmek isterim.
Dördüncü bölüm Plath'ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki temel farklar üzerine. Şairin roman ve öyküdeki görece başarısızlığını ele aldığı bölümde Nilgün Marmara Plath'ın bir öyküsünden söz ederken "Plath'ın öyküyü aşağıdaki sözcüklerle bitirmesi, bize onun yaratma yeteneksizliğini ve bir sanat eseri kadar kusursuz bir ölüme kavuşma arzusunu anımsatır." biçiminde bir cümle kullanmış ki yine son derece anlamlı bulduğum bir ayrıntı bu. Bu bölümde "Ted Hughes'e göre; 'Bir şiir ustasıydı o, şiire gerekli bir uzaklıktan bakarak onunla başa çıkabiliyordu. Ama nesri bir tür idol olarak görüyordu, çünkü doğasındaki, kendi zihinsel işleyişi tarafından yasaklanmış bir tabuydu.'" gibi, konuyla ilgili önemli ipuçları veren alıntılarla da sık sık Ted Hughes'ın tanıklığına başvurmuş.
Beşinci bölümde Plath'ın bazı şiirlerinden yola çıkarak Plath'daki kişilik bölünmesinin, yabancılaşmanın, ölüme karşı beslediği, erotik denebilecek korkulu hayranlığın izini sürüyor. Şu anlamlı sözlerle bitiyor bu bölüm: "… son şiirlerinin hepsi de ölmekte hiç de acelesi olmayan birinin uç noktadaki soğukkanlılığı ve kayıtsızlığıyla yazılmışlardır. Sıfırın 'kenarıdır' bu, kişinin ayaklara soğuk ve dikkatli bir şekilde bakıp orada yüzü görmesidir; büyük perendenin atıldığı kenardır. Bu kenarda: 'Kadın kusursuzlaşır.' ölüm sayesinde, ancak 'Ay böyle şeylere alışıktır.'" Tezin (ya da kitabın) sonuç bölümünde "Kadınlara ikinci sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer." diyor ve kitap, Plath'ın intiharıyla Pavese'nin intihar etmeden önceki son günlerinde günlüğüne yazdığı: "Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım." sözleri arasında kurulan koşutlukla sona eriyor. Satır altlarını çize çize ve ancak benim çözebileceğim kriptolara benzeyen notlar alarak okuduğum kitabı şimdilik bir kenara bırakabilirim. Nilgün Marmara buzlu bir camın ardından, o, 'Ege denizinin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki açıklanamaz ve değişik mavilikteki' hüzünlü iri gözleriyle bana bakıyor. Bana öyle geliyor ki, bu dünyada hiç olmadığı kadar huzurlu artık. Tıpkı, aşkın diğer 'küçük sandalları' gibi…
*Mayakovski / Son Mektup
(1) Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi / Nilgün Marmara / Everest Yayınları (2) Daktiloya Çekilmiş Şiirler / Nilgün Marmara / Everest Yayınları Onaltıkırkbeş, Sayı:14

Perihan Baykal - 17.08.2007
---
*



Sylvia Plath ve Nilgün Marmara’nın Eserlerinde Ölüm ve İntihar Temasının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi

Not: Bu çalışma 08 Eylül 2006 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenmiş olan Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi’nde bildiri olarak sunulmak üzere hazırlanmıştır.

İntihar, kimine göre psikiyatrik bozuklukların yansıması bir edim, kimine göre tanrıya bir kurban... Kimine göre bir sanat, kimine göre muhalefet... Çağlar boyunca süregelen söz konusu edim, defalarca tanımlanmış, farklı disiplinler tarafından birçok kez konu alınmış, sanatçılara ilham vermiş. Esasen konunun fevkalade tekil olmasından ötürü, yapılacak olan çoğu tanım havada asılı kalacaktır. Zira intihar kişinin kendine özgü, yaşamsal, son seçimidir ve tamamen edimi gerçekleştirene aittir.

Ancak elbette ki nedensellikleri üzerine düşünmek mümkündür ve psikologlar, psitiyatristler ve toplumbilimciler başta olmak üzere dünyada pek çok disiplin tarafından araştırılan bir konudur.

İntihar kelimesine etimolojik olarak bakıldığında, Ortaçağda intiharın yerine “sui homicida” ikileminin kullanıldığını biliyoruz. Ardından kendi kendini öldürmek anlamına gelen “suicidum” kelimesinin 18. yüzyılda Fransızcada ortaya çıktığı görünüyor. Osmanlı coğrafyasında ise atrihin en eski zamanlarından beri kendini öldürenler olduğu halde, intihar kelimesi Türkçeye tanzimatla eş zamanlı olarak girmiştir ve kaynağını Arapça'da kurban anlamına gelen “nahr” kelimesinden alır.

Çalışmadaki amaç, öncülün ardılı nasıl etkilediği ve ardıl Nilgün Marmara ile öncül Sylvia Plath'ın eserlerindeki Ölüm ve İntihar temasının benzerliklerini, çoğulcu yöntem kullanarak ortaya koymaktır.

İki farklı yazar ya da şairi konu edinen karşılaştırmalı çalışmaların çıkış noktası, genellikle iki yazar ya da şairin özdeşlik gösteren hayat hikâyeleridir. Ancak bu çalışmada yapılacak olan, alışkanlığı kırıp sanatı alımlamaya bir adım daha yaklaşmak adına, Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın yaşamlarındaki ortak noktaların edebi bağlamda yansımalarını ortaya çıkarmaktan ziyade, iki yazarın özgün hayat hikâyelerinin yarattığı farkların, edebiyatta onları buluşturan yanlarını ortaya koymak, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı kültürün mevcudiyetine karşın, edebiyatın onlar için ortak bir payda olduğunu gözle önüne sermektir.

Ancak özkıyımın hazırlayıcısının kişinin geçmiş yaşantısı olduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu iki şairin hayatlarından birer kesit sunmakta fayda var.

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932'de Alman ve Avusturya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak ABD'nin Boston eyaletinde dünyaya geldi. Plath 10 yaşındayken babasını kaybetti ve bu ölüm, onun için hayatının dönüm noktası oldu. Bu zaman dilimi, Plath’ın hayatındaki psikolojik buhranların da başlangıcı oldu. Plath bu andan itibaren kendine söz vermişçesine başladığı intihar girişimlerini on yılda bir tekrarlamayı neredeyse bir seremoni haline getirir. Ve Lady Lazarus şiirinde de bunu okumak mümkündür;

Yine yaptım, yine yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben...

İlk intihar deneyimini on yaşında gerçekleştiren Plath, aynı yıllara denk düşen tarihlerde şiir yazmaya başlar. Boston Smith College'de okurken aynı zamanda da bir derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Bu arada Amerika'nın saygın eleştiri kalemlerinden Alvarez'e şiirlerini gönderir, kimileri yayımlanmaya değer görülür. Plath artık tanınmış, ünlü bir şairdir. Bu arada kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Cambridge'de, daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi şairleri arasına girecek olan Ted Huges'la tanışır. Kısa bir süre sonra evlenirler.

Bu birliktelikten üç çocukları olur. Çocuklarla birlikte Plath, bambaşka bir hayatın içine girmiştir. Ve artık kadın olmanın sorumluluğu tüm benliğini sarar. Bu onun için derin bir sıkışmışlık duygusudur, zira Sırça Fanus'taki feminen öğeler bunun kanıtlayıcısı niteliğindedir. Nihayetinde Huges'un başka bir kadınla ilişkisini öğrenen Plaht 1962 yılında çocuklarıyla birlikle Londra'ya yerleşir. Ve burada kendini yoğun bir şekilde şiire verir. Ve psikolojik sorunlarının doruğa çıktığı '63 Şubat'ında intihar eder. Londra'ya yerleştikten sonra yazdığı kırk bir şiir, ölümünün üç yıl ardından “Ariel” adlı bir kitapta toplu olarak yayımlanmıştır.

Sylvia Plath'ın ardılı Nilgün Marmara ise 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji'nde öğrenimini tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden lisansını aldı. Lisans tezinde Sanatçı-İntihar ilişkisini derinlemesine inceledi. Tezindeki ana başlıklardan biri de şöyledir; “İntiharla Sanatsal Yaratı Arasında ilişki: Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?” Plath'ın görüşleri Marmara'yı derinden etkiledi. Şiirlerinde Plath'ın imgesel yoğunluğuna benzer bir tarzla düş ve gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını zaman zaman cinselliği, sert bir gerçeklikler sanatına konu edindi. Marmara'nın şiirleri ilk olarak Daktiloya Çekilmiş Şiirler ismiyle 1988'de yayımlandı. Nilgün Marmara, 29 yaşında Beyoğlu'ndaki evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verdi. Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi, onun da günlüğü ölümünden sonra “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Marmara, J.Paul Sartre'ın; “intihar, dünyada var olmanın bşr başka yoludur” cümlesini yorumlarken, aynı zamanda intihara yönelik kendi bakış açısını da ele vermiştir. Kişi, ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla kendi varlığını gerçekleştirir. Ve böylelikle kendi var oluşunu hiçlikle tanımlar. Cemal Süreyya, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi birçok isimle yakından dost olan Marmara'nın ölümü üzerine çokça kalem kavgası yapıldı. Eski dostlarından Ece Ayhan'ın, Marmara'nın ölüm sebebini bildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Ayhan, kendisine yönelik suçlamaları “Nilgün Marmara Üzerine 8 Soru” ve “128 Nilgün Marmara” başlıklı iki yazıyla cevapladı.

Cemal Süreyya ise “841.Gün” adlı eserinde şu satırlara yer verdi; “Nilgün ölmüş, beşinci kattaki pencereden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi, çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parlaklık eklenirdi. Çok da gençti sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı, başka bir dünyanın bekleme salonu olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün'ün yüzünde. O zaman görmemiştim, bugün ortaya çıkıyor.

Marmara'nın özellikle 1980 sonrası şiirlerinde Ölüm ve İntihar teması kendini tamamıyla hissettirmeye başlar.

Tüm hücrelerinle kus cellât yargıları
Sesten sonra, söğünçle
Bir gelecek insanlığa

Marmara'nın daha önceki şiirlerinde rastlanan ölümü dış etkilerden bekleme durumu artık değişmiştir. Marmara, artık kendi saf şiddetini yaşar ve kendini şu şekilde ifade eder;

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı...

Plath ve Marmara şiirinin en ayırt edici özelliği, Plath'ın olağanüstü kasvetli ve kötümser tutumuna karşın, Nilgün Marmara'nın kısmi iyimserliğidir. Bu yargıya varmamızın en önemli kanıtlarından biri, Plath'ın kaleminden dökülen “insan sevgisi, doğruluk, haklılık” uzak dünyalardan gelmiş yabancı şeylerdir bu çevrelerde. Satırlarından ve diğer yazarlardan öğrendiğimiz üzere Marmara'nın çevresel ilişkilerden sıkılan biri olmadığını, aksine hayattan zevk almanın yollarını arayan genç bir kadın olduğu biliniyor. Nilgün Marmara'nın özkıyımı daha kendine dönük bir edimken, Plath'da dış dünyaya karşı bir sistem görüyoruz. Nilgün Marmara için birey olmak, herşey olmak gibi bir şeydir. O öldükten sonra kalanlar, sadece kendi yaralarını saracaktır.

Geriye kalanlarsa
Eski sıcaklığında anımsamanın
Ses çıkarmadan, göstermeden
Gizliyorlar yaralarını

Plath, aşkı hayatın bir parçası olarak görür. O'na göre sevgili, bireyin kendi yarattığı bir şeydir. Ölmeden önce yazdığı bir şiirde, sevgiliye karşı kiniyle, bu bağlamda gerçekleştirmek istediğin intihar eylemini şöyle satırlara döker.

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar geldiğinde gökyüzünü süsler hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Plath, ölmek bir sanattır der ve Marmara bu sözlerden ciddi biçimde ilham almıştır. İntihar etmeden kaleme aldığı son eseri olduğu tahmin edilen şiirinde Marmara,

“Yüreğinizin üzerinde bir küçük kese: ölünün ve
Ölümün gözünden çalınmış bir damla yaş” diyerek, ustası olarak nitelendirilebilecek Plath'dan aldığını, daha da ustalaştırarak dile getirmektedir.

Sonuç olarak, etki-etkileşim-analoji bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda gördüğümüz mükemmel denge onları iki özgün “şair” yapar. Bununla birlikte sürekli aynı konulardan bahsetmelerine rağmen, sürekli farklı perspektiflerden bakabilmemizi sağlamışlardır.

Aynı zamanda Plath ve Marmara özelinde bakıldığında sonuç olarak gelişmiş ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların açmazlarının benzer olduğu görülür. Sistemin daima ikincili olmaya itilen kadın, her türlü sosyal, siyasal, bireysel sıkıntıların birincil hedefi olmaktadır.

Bu sebeptendir ki dünyadaki intihar oranlarına bakıldığında bu edimden en çok kadınların mustarip olduğu görülür.

Hazırlayanlar : Alter Ego & Catharsis
---

KAAN' IN BIRAKTIGI - AFSAR TIMUCIN

KAAN'IN BIRAKTIĞI

"Kuzu da koyun kadar çabuk gider" der Cervantes. Zamansız ölüm yoktur, erken ölüm vardır. Ölüm ölümdür, şu ya da bu biçimde oluşu pek bir şey değiştirmez. Yaşamı savunmak gerekir, ancak ölmeyi bilmek de bir şeydir. Bazen ölüm bizi yakalar, bazen biz ölümü yakalarız elimizle.
Yaşamın varoluşsal değeri, yani yaşamaya değer olup olmaması bir yana, onda her şeyin bazen insanın üstüne üstüne gelip her şeyi anlamsız kılarcasına bulandırdığı kesindir. İnsan ölmek hakkını kullanabilir. Kaan da öyle yaptı, ölmek hakkını kullandı. Her şey insana ölümü düşündürebilir, olumsuz şeyler kadar olumlu şeyler de.
Henüz çocuksu arayışlarla belirgin ama güzel sezgilerle dolu genç şiirinde yoğun bir ölüm duygusu dışlaşıyor. "Asit döktüler içimize" diyebilen genç bir şair hemen sonra "ses oldu ölüm, cesaret" diyebiliyorsa, yaşamakla ölmek arasında gidip gelen bir sarkacın tık tıklarını bütün varlığında duyuyor demektir. Onun genç şiirine pek gitmeyen 'susmak kutsalmış, ölüm de" sözleri yaşamı tartışan bir ruhun seslerini taşıyor.
Kaan İnce'nin ince duyarlılıklarla dolu genç şiiri tepe noktasına ulaşamadan düşmüş her şey gibi uzun uzun gönlümüzü burkacak, bize her zaman şu ya da bu nedenle eksik bıraktığımız, eksik yaşadığımız, göze alamadığımız, göze alsak da bulamadığımız şeyleri düşündürecek. Bunca uyarsızlığın, bunca tutarsızlığın, vurdumduymazlığın, kabasabalığın arasında bir çocuğun ölümü, onurlu bir gidişten başka bir şey değildir.
Bu gidişte bizi uzun uzun düşündürmesi gereken gizler vardır. Bu gizleri sökebilecek miyiz? Kaan bu dünyaya iki satırla da olsa kendini bırakıp gitti. Bizi bize duyurabilmek, bizi kendi üstümüze düşündürebilmek için dizeler bıraktı bize. Taptaze şiiri hiç eskimeden kalsın belleğimizde. Onu bize anımsatırken bizi bize duyurabilmek için, bizim kendimize bazı sorular sorabilmemiz için.

(AFŞAR TİMUÇİN - Papirüs Yayınlarında çıkan birinci baskıdan onsoz)

OZGECMİS- KAAN INCE

Kaan İnce

2 Şubat 1970, Pazartesi, saat 17:45, Ankara.

Ankara İltekin İlkokulu. Sessiz, sakin bir öğrenci.

Ankara Cebeci Ortaokulu. Zeki, çalışkan, başarılı.

Ankara Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümü

1986, Şiire ilk ilgi.

1989-1990 öğretim yılı. Üniversiteye hazırlık kursu.

1990 Güzü. A. Ü. DTCF Sosyoloji Bölümü. Şiirle boğuşması artar.

Ocak 1991, Milliyet Sanat Genç Şairler Köşesi, yayımlanan ilk şiiri.

1991 sonu ve 1992 ilk ayı, Balkan Kıraathanesi, haftalık buluşmalar ve İzlek’in çekirdek kadrosu.
Çağdaş Türk Dili, Yazılı Günler, Damar, Promete, Karşı dergilerinde şiirleri çıkmaya başlar.

Nisan 1992, Yaşar Nabi Nayır (Varlık) Şiir Yarışması, Mektup şiiri yayımlanır.

En son okuduğu ve çok etkilendiği şiir kitabı: “Sevgilerde”, Behçet Necatigil (yaz tatili).

1992 Ağustos’unun ilk haftasında, Gizdüşüm dosyasını ilk yayınevine vermiştir.

11 Ağustos 1992, İstanbul-Kadıköy, Ümit Oteli, saat 05.00 ...

Kaan İnce Kültür ve Sanat Vakfının kuruluşu 20 Ocak 1993 (Resmi Gazete)

İzlek dergisinin çıkışı: Ekim 1993

Ka n’ın çıkışı: Nisan 1997

KA N - KAAN INCE

Free Image Hosting at allyoucanupload.com



KAN - KAAN INCE( okuma linki)

(2subat1970Ank. -11agustos1992 Ist.-Kadikoy)

1992 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü "Dikkate Değer Şair"

Kitaplari
Gizdüşüm (1992, goc sonrasi)
Ka n (1997, goc sonrasi)



Kaan İnce'nin Nisan 1992'de Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Birincisi olan şiiri;

Mektup

Yarım kalmış acılar denizi pencereme konardı geceyle, savrulurdum. Gözyaşı kokusuyla dolu bir kuğu, zamanın sonuna kalkan, sürgünümdü; göz mavisi duman, sessizliğim. Aktım ölü deniz kızıyla gökkuşağı saklı mektubun içine, pulumuz rüzgar oldu, postacımız güvercin. Civa gibi eridik kabımızda. Kırmızıya gittik. Hemen yokladım yüzümü yağmurun yuva yaptığı ellerimle. İyice şaşırmıştı alıcısı vapur ıslığımızın. Saplandı gözlerimin ışığı yeni güne.
Mermer bir kayıkla geri döndük
diğer yarısına acının,
usulca çekildi deniz,
son bulduk, yenildik.

Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş.
Kırıkdüşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim.

Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için
sabahın en serin ucunda bağıran ben
intihar edecekmiş gibi sıkıyorum
düşük boynuma asılı sonbaharı.

Çekildi yaşanan hıçkırıklara, yaşanmayan düş kırıntılarımızla boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini. Çan sesleri, ezan sesleri, mart sesi, çatılarda kaldı gecenin gizi. Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.



Ciglik

Özürlü bellek, bir anda çağırınca yanına yitik aşkı, yengeç ayaklı saat kulesi dümen kırar: Ateş çanları. Söktü gözlerimden acıyı telaşlı sular, yadsıdı yalnızlık yalnızlığını. Ah bir harita zavallığıma.

Gül diye diken açıyorum dalda, bak külü ıslanıyor sevginin, ikinci kez yanmasın diye. Son bir kez geçiyor düşümden yüzümü kıran gölgem, bildik ayrılıkların büyüdüğü. Bir daha uykusuz kaldı yeryüzü.

Evrende hangi eşyanın çığlığı gözlerime vuran?

Sadece bir yıldız -yoksul çocukların uçurtması, anılarına çektikleri- içimde hüznümü kanatan.

(Kaan İnce "Gizdüşüm", İzlek Yayınları, 3.baskı, Mayıs 1997)




Dönüşüm

gecenin tazeliğidir ağır havada uçuşan
umut çığlıklarıdır ve sevinç

el işçisi ustalığıyla ses verir sahra'nın rengine
bir zenci aklanır, gece beyaza boyanır

maskeler dağıtılır, ölüm giydirilir üzerime
omuriliğimde bir su samuru kemirir benliğimi

acı çekmenin ötesindeyim
çürüyorum yokolmanın arifesinde

siyah camlar takılır gözlerime
ve ölüm dansları

çiçeğe dönüşecek mi gül kuşu
karanfil kırlangıca

OZGE DIRIK ardindan

OZGE DIRIK(14ekim 1978Manisa-27agustos 2004Istanbul)

http://www.kuzeyyildizi.com/node/560

Bugun onun goc yildonumudur, omrunun son demlerini adeta "Siir" soluyarak geciren genc ve cok yetenekli bir Sair'di.26 Agustos 2004 tarihinde yani olumunden bir gun once asagidaki siiri yazar:

ilham nobetleri

kirarsin bazen ekmegi
oyle bugu falan da cikmaz
bayattirya daisitilmistir bir bayatligin uzerine
ama masana doluverir
ilham perileri

masanin altinda
acliktan ayagina goz koymuslar
kalemini oynatmaya basladin ya
hemen kiskanir
ilham kedileri

biraz iceri gir
dil ovasinin altinda binlerce sair
-mezara nasil da yakisiyorlar
yasarken kemirilen cesetler-
onlara guluyorlar
ilham pireleri

opustukten sonra agzimda
ispirto tadi birakan kadinlar
girer ruyalarima
ama oyle degil
ne kadar kuculurse kuculsunler
mide bulandirmiyor
ilham sinekleri...

Ozge Dirik26 Agustos 2004(Kuzey Yildizi Dergisi. Sayi 11)




Iki sene gecti onun elim ve canhiras gocunun uzerinden,Biz dedik, biz duyduk, yani oyle saniyorduk."Yalan" dediler, onun boyle bir vasiyeti hic olmadi.OLMASIN dedik, ama siz yapin!tam 730+1gun gecti.Allah askina 33 siirin(goc ettigi, gec kaldigimiz her seneye bir siir biz ilave ettik-30 degil 33 olsun istedik) kitaplastirimis maliyeti ne olur ki?"Reddi miras" diyorlar mis! mis mis...Siirin varisi- mirascisi kim? Var mi ki boyle bir "kavram"?ADI: Ozge, ruhu: Ozge, varolusu: Ozge...Ozge Dirik!Borges Defteri tam iki sene once o elim gidisin ardindan deklare etti: boylesi bir girisim icin bir butun olarak (maddi-manevi) o kitabi basacak olan arkadaslarin yanindayiz dedik. Ama "o arkadaslar" diye bir ifade tumden yanlisti! cunku oyle bir sey yoktu, olmadigini iki sene sonra anladik!Uyduruk "bahanelerle" isi savsaklamaya goturunlerin kim olduklari asla onemli degil, ortada bir "vasiyet" duruyor ve muhatabi Turk Edebiyat ortamidir."Vasiyetimdir" baslikli mektubu kimde duruyor?Onun en yakin dostu Zafer Yalcinpinar bile bu "gazete haberini" inkar etmiyor.
("26 yasindaki Ozge Dirik, oturdugu apartmanin 10'uncu katindaki dairesinden atlayarak yasamina son verdi. Polisler, Dirik'in dairesinde yaptiklari incelemelerde kapida zorlama ve evde bogusma izi olmadigini soylediler. Komsulari Dirik'in daha once de intihara tesebbus ettigini iddia ettiler. Ozge Dirik'in intihar etmeden once mektup biraktigi bildirildi. Dirik'in 'Vasiyetimdir' diye basladigi mektubunda daha once yazdigi 30 siirin basliklarini siralayip bunlarin bir kitapta toplanmasini ve kitabin bir nushasinin mezarina gomulmesini istedigi belirtildi. "29 Agustos 2004 Tarihli Gazete Haberi)
Birileri neden gormek, duymak istemiyorlar bunu?"o sair ruhludur, sair'dir, sair boyle bir sey istemez" diyen dostlar, onun bir siir "sehidi" oldugunu da elbet ki cok iyi bilirler, ne anlatiyoruz? ola ki bilmedigimiz, bilemedigimiz girift, acilimsiz denklemlerr, engeller, (hatta ailevi turden) olabilir bu konuda engeli, zorlugu asmak edebiyat ortaminin sorunu degilse de kimin sorunu?Farz edelim boyle bir mektup birakmadi, hic yazmadi, 30-33 siiri bir araya geterip soyle ona yakisan bir kitap yapmak cok mu zor?Kim itiraz eder boyle bir seye? Kim bir siir kitabi uzerinden bugune kadar zengin oldu da, bu miras bir turlu paylasilamiyor? Varsin boyle bir kitaptan yuzmilyon dolar para kazanilsin!!!Ailesi mi alir, esi mi? Sair Dostlari mi? ( ki bizce en dogru olan budur, daha fazla kitap, dergi basarlar..)Bu durum ortamin utancidir!Tipki Zafer E. de oldugu gibi!" o cocugun bir seyi yok, intihar etti diye buyutuyor Borges Defteri" diye bir zirva yaklasim da geldi kulagimiza, bunu Nilgun Marmara icin de soyledi ayni "cevreler".Kimin ne oldugu, nasil bir Sair olduguna o kerameti kendinden menkul cevreler degil, 100 sene sonraki kusak karar verecek! Ne siz, ne de bizlerin boylesi bir vurgusu yeterli olmaz, ama iyi ile cok kotu ( mesela bunu soyleyen sozde suaaara takimi)arasindaki o kalin siniri, cizgiyi ayirt edecek kapasitedeyiz, merak etmeyin, yormayin kendinizi, bir Ozge Dirik, Nilgun Marmara olabilmeniz icin bin firin ekmek yemeniz gerekiyor, ne siiri? ne sairligi ?
velhasili kelam: sevgili Ozge ,su intihar diyoruz, is degil!"A" bey ellerini cok iyi kasisin, ovustursun: hani "bizde tipki Bati'da oldugu gibi neden yazar cizer intihari olmuyor" gibi bir ara sohbeti vardi. ( sofra sohbetinin tanik dostlari), buyursunlar, cigaralarini o genc tenlerin kullerinden yaksinlar. Batili olduk, zaten neyimiz varsa hep Batilidir, dogulu intihari bile bilmez, degil mi bayim? Intihar'in neresi yuceltilecek bir "sey" ki yoklugu, bollugu tartisma konusu edilsin? Safsatanin Wittgenstien-vari bos masali!
Is degil,hic degil,kimse kusura kalmasin ve de bakmasin:Apttalik diyemiyecegiz ama bir yani eksIk bir bakistir, insan onuruna direnmek yakisiyorken ustelik, dunyanin dort bir yaninda hayatin tum olumsuzluklarina direnen Ressam ve Sairler ne gune duruyorlar? onlar ki umut ve direnc abideleridirler. Hayatlarini korku, surgun de geciren Sair, Ressamlar ne icin her sey ragmen hala yaratirlar?
Bu ortam, bu kokusmus dunya edebiyat ortami intihari bile hak etmiyor sevgili kardesim.is degil, inadina yasamak ve susmak, yer yer sadece "isyan","ask" siirlerinin uslanmaz cocugu kalmakta bir tercihtir. Nasilsa yuruyen "oluler" diyarinda soluklaniyor insanoglu!
730+1 de gecer, 7300+1 lerde,ay doner, firtinalar cikar...sessizligimiz kalir catilarin kiremetlerine yadigar.Yine,Birkac garip, sessiz siiri dostu sadece seni anar!
boyle gelmis, boyle gider!
tokluk ugruna siire ac topraklarin cocuklariyiz,olum korkutmuyor bizi sevgili sair,ama varcagimiz duyarsizlik denizleri urkutyor bizi.ve de " mezar kazicinin gunluk ucretinin, insan ozgurlugunden daha pahali oldugu" yerde yasamak korkutuyor bizi.
Nergis duruslu guzel ozge:Rahat uyu,Agitlara inat,Hala buradasin!Belki diyoruz,En buyuk kusurun: adini cok gec ogrettin tum kirlangiclara...ama hep boyle olmuyor muydu?
Yuce Hatirasi onunde saygiyla egiliyoruz,
Borges Defteri 2006

24 Ağustos 2007

CANIM SIKINTI SINIRI


CANIM SIKINTI SINIRI

Aydinlikta kohneligi belirginlesen ve kentte ve konutta hicbir sey neyse ben oyum. Oylesine bagsiz ve yegniyim ki bu hafifligin siddetinin bedelini bir gun oderim diye dusunuyorum. Sanki varolus beni cezalandirmak ister gibi; yogunlugundan bana dusen payini benden geri alarak bu yogunluga, olur olmadik herkese ve her seye fazlasiyla katlayarak sunuyor.Ulkem yok, cinsim yok, soyum yok, irkim yok; ve bunlara mal ettirici biricik guc, inancim yok. Hiclik tanrisinin kayrasiyla kutsanmis ben yalnizca buna inanabilirim, ben. Yere goge zamana denize kayalara ve kuslara da dokunan ayni tanri deðil mi? Bu kutla tanrinin yonetkenliginde, olmayan ellerimle bir yok-tanri’yi tutuyor ve olcuyorum yoklugun agirligini.Kefe’lerinden birine onun oylumu pekâlâ sigiyor, digerine duygular, duyumlar ve dusunceler yigiliyor, iste yetkin esitlik…her gun her gece bu esitligin bilgisiyle geciyor.Bir eskiciden satin alinmis bu teraziyi birgun baþka bir eskiciye verecegim, o gun, tozanlarim her bir yana dagilip topragin suyun olumsuzlugune eklemlenecekler ve ben ozgurlesecegim.

CICEK DURBUNU BENZETISI

Uc kez, Nilgun Marmara ! Ece Ayhan

CICEK DURBUNU BENZETISI - IYIMSERCE

Yerlesik yabanciligin acisi
Oz dusmanlari kendilerinin sevgisiz bilisiz
ve acimasiz kabuklularin zincirledigi
kara tamlama.Bir neden yabanciya?
Bir neden yerlesige?
Bir neden yerlesik yabanciya?
Susturduklarindan sonsuzun dilini,
Disiyla gercegin cizgisini kalin koca les
dogrusuyla belirleme.
Bakildiginda goz degirmisinden bir cicek durbunun
degil midir renklenme olasiliklari
tabaninda gorulen parcaciklarin
yoksamak kurutan kisir umutlari, geleneksel
tanrilari,surulerin corak gercekligini
ve kanatlanarak yasamak kendi dagiliminda...
Kaydir hafifce elini saga ve bak
elin hafifce saga kaymistir
(Bir gul bir guldur bir guldur bir gul)
Gorunur ayrimi simdi yenilenen renk konumunun.
Yuru dort adim, dort kez cevir sevgili kirmizi
nesneyi (kirmiziydi ilk ve tek olan)
Bak gorulene tutkuyla bak
dort ayri kez dort ayri cumbus...
Saril, benzerlerine dokun...
Bir bilinmeyen nicelikte duyumlarinin sevinci,
Benzes ozdesliklerine kucuk, renkli bolunmusluklerin,
ne hos, ne duzenli, ne daginik, ne duslenmez
yer degisimlerini!
Dizelerini sirala kendince kendiliginden,
Oyuncagini yuvarla ve yaklastir bakisini,
Uygun degil mi sozcuklerine kiriklarin gozalan dizilisi kendince kendiliginden?
Sorma! Ya bir golge olusmaz mi hic,
hep isik var mi oluyor camdan yuregine
akan duru, duzensiz kararlilik icin?
Korkarak kirilmasindan saydam nesnelerin
parcaciklarin yitiminden, kapilmasindan
Otelerin el koyucu ruzgarin yetkesine,
baska cografyalara dogru.
Kov kara duygulu olasiligi bilincinin
gucuylebicimleri kesikler yaratmadan tininde-
Yeni cicek durbunleri bul ertesinde dus kirikliginin
Gizlenmislerse senden, kur oz yaratisini
safliginin.
Geldigince yureginden gectigince
yapila benzerini,
Daha yetkin oluslar ozgul ayrimlar
bekler seni ugrasinda,
Sasarsin dantel yuregin
ince yetenegine.
Bekleme bir ani gelsin kurtulusun
parlak renklerden
ve karanlik soyutta haz kirintilarini
duslemenin, sokak bilincine gore
erince kavusmanin.
O cocuksulugun ayirdinda olamayan
ve direnmeye karsin etkilerini
zorbalikla yayan kurnazlarca
huniler ve sinsilikle
icirilen beklentiler...
Tum hucrelerinle kus cellat yargilari!
Seslen sonra ovuncle bir gelecek.

HAZIRAN, 1977



Beyin bir kaleydoskop (çiçek dürbünü) gibi pek çok desen yaratır
Nilgun siiri cicek durbunu benzetmesi..
latince
kalos- guzel
eidos- bicim
scopos- izlemek, izleyici

kaleydoskop; Skocyali Fizikci Sir David Brewster tarafindan 1817 de icat edilmistir, tek tarafi kapali bir borunun icinde aynalar ve bir miktar da renkli cam kirigi var..
-1. sürekli değişen renkler serisi.
-2. sürekli değişen olaylar/fazlar serisi.

resimli.. http://www.kaleidoscopesusa.com/how.htm

---

 
Image Hosted by ImageShack.us