^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : SYLVIA PLATH'IN SAIRLIGININ INTIHARI BAGLAMINDA ANALIZI Nilgun Marmara

26 Ağustos 2007

SYLVIA PLATH'IN SAIRLIGININ INTIHARI BAGLAMINDA ANALIZI Nilgun Marmara


SYLVIA PLATH'IN SAIRLIGININ INTIHARI BAGLAMINDA ANALIZI
Nilgun Marmara Ceviren: Dost Korpe, Everest Yayinlari, 2006

Bogazici Universitesi `ne sunumundan tam yirmi yil sonra Dost Korpe cevirisiyle Turkce `ye kazandirilan metin, kendisi de sair olan ve yasamini Sylvia Plath gibi intiharla sonlandirmayi tercih eden Nilgun Marmara `nin kaleminden cikmis olmasi acisindan ozellikle onemli. Kitap, Sylvia Plath `in olum yildonumu olan 11 Subat`ta okurla bulustu.
2006-02-07
*

''Bütün sanatçılar zihinlerini meşgul eden, kendi varoluşlarının farklılığını ifade etmekle yükümlüdürler.'' Nilgun Marmara
Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun Olmak İçin Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez
"Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam."
-Giz dökümcü tür nedir ve Sylvia Plath’ın şairliği bu türe ne kadar aittir?
-İntiharla sanatsal yaratı arasındaki ilişki; Sylvia Plath şiirlerini ve ölümünü nasıl yaratır?
-Kadınların şiirlerinin ortak yönlerini ve kısıtlamaları barındırma ölçüsü
-Plath’ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki temel farklar; kurgusal metinleriyle dizeleri arasında bazı karşılaştırmalar
-Önceki bölümlerin çıkarımları ışığında, S. Plath’ın bazı şiirlerinin kronolojik bir analizi
(Tanıtım Metninden)
*

Tezin hocası Cem Taylan'dı. Kendisi vefat etmiştir.
oneri kitabi:Modern İngiliz Şiiri: William Butler Yeats Ezra Pound (Korsan Yayınları)
*
YASAM, IKI KADIN, TEK BIR SON
Kendi yaşamına son veren Nilgün Marmara, daha üniversite yıllarında Sylvia Plath'ın yaşamına ve şiirine ilgi duymaya başlamıştı. Marmara'nın Plath üzerine hazırladığı bitirme tezi kitap oldu

80'li yılların yaşantısı, mısraları ve ölümüyle ünlü şairi Nilgün Marmara'nın dördüncü kitabı çıktı. Nilgün Marmara 1987'deki intiharından iki yıl önce verdiği bitirme tezinde, bir başka ünlü şairi, yaşamına kendisi son veren bir başka kadını, Sylvia Plath'ı incelemişti. Boğaziçi Üniversitesi Batı Dillleri ve Edebiyatları bölümündeki bu lisans mezuniyet tezinin danışmanı o zaman Yard. Doç olan Cem Taylan. Dost Körpe tarafından dilimize çevrilen kitabı Everest Yayınları bastı. Kitaptan küçük bir özet sunuyoruz:
Bu tez Sylvia Plath'ın şairliğini intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz eder.
(...)
Türün diğer temsilcileri gibi Plath'ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. 'Leydi Lazarus' adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. Plath kendini, uygarlığın Nazizm'e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. Şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. Bu yeniden doğuş sayesinde, 'erkekleri' yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir. Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. Şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. Gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. Ayrıca, Gizdökümcü Şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. Ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath'ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath'ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. Plath, ideolojik kaygıları Lowell ve Ginsberg'in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.
(...)
Sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
Sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. Bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. Bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. Bu yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir. Freud'a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi tarafından iptal edilir. Ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. İntikam, kin, düzeni bozmak, "diğerini" öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. Ama bu ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.
(...)
Kadınların şiirlerindeki ortak nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer; ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. Yukarıdaki temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde, hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için manipüle ettiklerini görürüz.
(...)
Bir karşılaştırma yapmak için, Dickinson'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. Taklit ve yansıma evreninde o iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. Plath'ın ölüme olan saplantısı Dickinson'ınkiyle ve hatta bazen Bradstreet'inkiyle ilişkilendirilebilir. Onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de erotizmle tanımlanabilir. Dickinson da, Plath da bu gotik geleneği öyle aşırı bir şekilde yüceltirler ki, 'kişiliklerini' ölüm kavramının gereklilikleri ve zorunlulukları üstüne kurarlar. Ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler. Toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan 'gerçekliği' algılar ve yorumlarlar.
(...)
Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de "hayata ve ölüme soğuk bir gözle" bakabilirdi.
Her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve S. de Beauvoir'ın "Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir" sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
(...)
"Öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu..." der Ted Hughes, Plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: "...Hayat neredeydi? Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde: Kendimi giderek daha kötü hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. Oturup tek cümle bile yazamıyordum. Korkudan kaskatı kesilmiştim..."
(...)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.


*SYLVIA PLATH'IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ

Nilgün Marmara
Çeviren: Dost Körpe, Everest Yayınları, 2006, 70 sayfa.
kynk:10.02.2006 Radikal
---
*
Plath ile Marmara'nın gizli akrabalığı
Nilgün Marmara'nın tezi 'Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi' adıyla kitaplaştı.
Nilgün Marmara öleli yirmi yıl oldu. Birkaç şair ve şiirsever dışında bu şiiri herkes ölümünden sonra tanıdı. Türkçede benzerine nadir rastlanan bir şiirdi bu. İntizamsızdı. İmge yüklü yakarışlarla doluydu. Bu şiirin asıl akrabalığı kozmik evrenle, insanın içinde çatışan duyguların kesişme, noktalarıydı. İnanılmaz zengin bir sözcük seçimi ve çeşitliliğiyle bezeliydi bu şiir. Mükemmel bir şiir miydi? Sanmıyoruz. Ancak, örneğinde rastlanmayan bir dil ve imge biricikliği vardı bu şiirin. Okuru kolayca kuşatan bir şiir hiç olmadı, çünkü reel dünyanın, gündelik hayatın duyarlılıklarıyla olan köprüyü baştan yok saymıştı. Dolayısıyla, geniş kesimlerin kolay okuyamayacağı, ama biricikliği dolayısıyla kalıcı nitelikte bir şiirdi. Aynı özellikler Marmara'nın yazdığı metinler için de geçerliydi. Nitekim bu metinler de yıllar önce Metinler ve Kırmızı Kahverengi Defter adıyla yayımlandı. Şiirden çok şiirselliğin ön planda olduğu farklı bir imgesel, metaforik metinlerdi bunlar. Bu üç kitap arasında yakın dilsel, sezgisel, imgesel ve kozmik akrabalıklar vardı.
Anlam yüklü bir çalışma Nilgün Marmara, yapıtlarıyla geçmiş haftalarda tekrar gündeme geldi. Önce yeni bir kitapla. Bu kitap şairin, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans tezini vermek için hazırladığı incelemesiydi. Everest Yayınları, Marmara'nın bu tezini tıpkı baskısıyla, daktilo yazısı formatında kitaplaştırmış: Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi. Marmara'nın şiir ve metinlerini sevenlerin kulaktan kulağa dönen ama tamamına ulaşılamayan bir metindi. Bir bölümü, uzun yıllar önce, Sombahar Şiir Dergisi'nin 'Kadın Şairler Atları' adlı özel sayısında yayımlanmıştı. Ama, tabii ki merak konusu olan metnin tamamıydı. Marmara'nın üstüne tez çalıştığı ünlü Sylvia Plath'la inanılmaz kesişme noktaları olmuştur. Şiir Atı dergisinin 1987'de çıkan dördüncü sayısında 'Sylvia Plath Yaprakları' adlı bir bölüm vardı. Marmara, 'Sylvia Plath: Bir Dizi Lazarus' adlı da bir metni kaleme almış, birçok Plath şiiri çevirileri yayımlanmıştı. Bir tür Plath uzmanıydı. Son Plath yazısını ve çevirileri 1987 Ağustos'unda yayımlamış. İki ay sonraysa hayatına kıymıştı. Tıpkı Plath'ın sonu gibi. Bu noktada, elimizde tamamı yayımlanan Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi adlı elimizdeki kitabın çok anlamlı çağrışımları da var. Bu lisans mezuniyeti tezi çok uzun olmasa da özenli, anlam yüklü bir çalışma. İlk defa yayımlanan bu kitabın insanı farklı bağlamlarda hüzünlendiren bir yanı daha vardı. Kitap, metnin tıpkı baskısı olduğu için, Marmara'nın tez hocasının kısacık açıklaması kitabın- tezin başında yer alıyor. Bu tezin hocası olan Cem Taylan'ı da edebiyat ve kültür ortamımız birkaç yıl önce kaybetmişti. Onun onay imzasıyla bile bu kitapta karşılaşmak Marmara'nın yayında Cem Taylan hocanın hatırlanmasına da neden oluyor. Tezin ilk bölümü, adından anlaşılacağı üzere, gizdökümcü türle Sylvia Plath'ın şairliği arasında nasıl bir akrabalık olduğunu temel eksen olarak ele alıyor. Dolayısıyla, öncelikle Amerika ve İngiltere'de 1950'lerde yükselen bu Gizdökümcü türün ne olduğunu anlatıyor. Bir parantezden daha söz etmek gerekiyor; Marmara, bu tezi İngilizce olarak yazmıştı. Metne dönersek, Marmara hemen girişte Gizdökümcü türü tanımlıyor. Ona göre bu türün özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Marmara bu bölümde, söz konusu türün köklerini araştırıyor. Bu türün adını kullanan, üreten eleştirmenleri anımsatıyor. Bölümde türün diğer temsilcilerinin yanında, Plath'ın ünlü şiiri 'Lady Lazarus' da aynı bağlamda analiz ediliyor. Marmara, yapıtın ikinci bölümünde, intiharla sanatsal yaratı arasındaki ilişkiyi merkez almış. Plath'ın şiirlerini ve ölümünü nasıl yarattığını irdeliyor. Freud, Sartre gibi düşünce insanlarının 'intihar'a nasıl baktığı üzerine değerlendirmeler yapıyor. Eski Yunan ve Aristo'nun intihara nasıl baktığı, topyekün eski kültür ve toplumlarda intiharın taşıdığı anlamı sorguluyor. Alvarez'in Plath'ın intiharına bakış tarzı, hiçliği seçişinin kökenleri, bu bölümün ana eğilimlerinden. Marmara, üçüncü bölümde ise, kadın şairlerin ortak özelliklerine yönelmiş. Sylvia Plath ve şiirinin bu bağlamda kapladığı yerin üstünde duruyor. Bir anlamda, geçmişten bu yana kadınların yazdığı şiirin analizi ve duygusal ortaklıklarını tespit ediyor. Örneğin Sappho ve Bilitis'in sevdiklerine nasıl seslendiklerini gösteriyor. Kadınların romantizmi benliğe dönüştürme çabalarını inceliyor.
Daktiloya çekilmiş şiirler 'Yabancılaşma'nın kadınların devamlı ana kaynaklarından biri olduğunu vurguluyor. Dördüncü bölümde Marmara, şairin Sırça Fanus adlı romanını da merkez alarak düzyazısıyla şiiri arasındaki farklılıkların altını çiziyor. Bir boyutuyla, düzyazıyı niye şiiri kadar başaramadığının nedenlerini sorguluyor. Gerektiğinde Plath'ın söylediklerini de kaynak alarak. Ama, romanın eleştirisi konusunda değerlendirmeler de yaparak. Bu konuda, Plath'ın ünlü kocası, şair Ted Huges'un görüşlerine de yaslanarak. Kitabın beşinci bölümünde, Marmara, kendi saptama ve yaklaşımlarından hareketle Plath şiirlerini analiz ayrıntılı analiz ediyor. Kitabın topyekün vücudu, şairin intiharıyla şiiri arasındaki ilişkileri saptayabilmek. Bir lisans bitirme tezi olarak son derece ilginç ve özenli bu çalışmayı yalnız Plath'ı sevenler değil, şiiri sevenler de ilgiyle okuyabilir.
ORHAN KAHYAOĞLU
20.04.2007 Radikal
---
*

Aşkın Küçük Sandal(lar)ı*...

Bu konuyla ilgili yazma önerisi bana geldiğinde ilkin biraz irkildiğimi itiraf etmeliyim. Tam da yeni bir şiire çalışıyordum ve şiirde geçen "intihar" sözcüğü üzerinde, bıraksam mı yoksa yerini tutacak başka bir sözcük mü kullansam diye kara kara düşünüyordum. "İntihar" bana uzak bir kavram. "Gerçekleştirilebilecek en özgün yaratı ya da eylem" olarak bakmadım hiç ama yargılamadım da; anlamaya çalıştım. İntiharı cesaretle ilişkilendirmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Tam burada, "aslolan, her şeye karşın yaşama cesaretini gösterebilmektir," diyebilirim. Ama yok, klişelere sığınmak istemiyorum, dümdüz bakmak istemiyorum; her yaşam ve ölüm kendi içinde bir özgünlüktür çünkü; yaşamı seçmek de, ölümü seçmek de, "uzun bir intihar"ı seçmek de birey özgürlüğünün kapsamı içindedir ve ayrıca, tüm bireysel edimler gibi, intiharı da, sosyal, psikolojik, tarihsel bağlam ve koordinatlarından ayrı düşünerek, gizemli bir hâleyle kuşatarak anlamak olanaklı değildir.
Müntehir şair Nilgün Marmara'nın Ocak 1985'teki lisans mezuniyet tezi "Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi"(1) adıyla kitaplaştırıldı. Bu daktilo formatındaki kitabı birkaç gün kadar elime aldım aldım bıraktım. Sanki sevdiğim biri ardında sırlar bırakarak ölmüştü ve ben onun kilitli çekmecelerinin, dolaplarının, parmak izleriyle, mürekkep lekeleriyle dolu gizli defterlerinin önündeydim. Merakla karışık garip bir çekingenlik, hatta biraz mahcubiyet duygusu. Ölüleri yağmalamayı seviyor muyuz diye düşündüm, bu çoktan yağmalanmış ama pürüzsüz bir leke gibi derin mavi gözleriyle bize bakmayı sürdüren ölünün karşısında; ona onun belki de hiç istemeyeceği anlamlar yüklemekten korkarak. İşte bizim de bir Sylvia Plath'ımız olmuştu! Onu otopsi masasına yatırıp lime lime edebilir, parçalarına ayırabilir, her bir parçasını ışığa tutup bakabilir ve bundan garip, sadistçe hazlar alabilirdik. Niye bu kadar çok seviyorduk intihar etmiş şairleri? Ömrünün baharında canına kıyan bir ergenin ardından odasını bir sunağa dönüştüren vicdan azaplı anne babalara mı benziyorduk? Ve yaşarken bağrımıza basmadığımız kadar öldükten sonra basarak? Verilmiş bir kurbanın iç rahatlığıyla, ölümlerini bir kargışlı şölene mi dönüştürüyorduk?
Oysa ben sadece üzülüyordum ve sanırım "ölüye saygı" mitiyle çok fazla doluydum.
Sosyolog Emile Durkheim, "İntihar" adlı eserinde intihar için "bireyin din, aile ve toplumla olan bağlarıyla ters orantılıdır" diyor. Bu konuda kronolojik açıdan yapılmış kapsamlı bir araştırma olup olmadığını bilmiyorum ama intihar toplumsal bağların gevşekleştiği, bireyin yalnızlaştığı ve üretim çarkı içinde bir dişliye dönüştüğü günümüz toplumlarında, yabancılaşmaya koşut bir artış gösteriyor. İlkçağda ya da feodal toplumlarda bu oranın düşük olduğunu, psikolojik nedenli intiharların çok seyrek olabileceğini düşünüyorum. Ya "onur" ya da "aşk" yüzündendir geçmişte intiharlar. Bu, daha kapsamlı bir yazının konusu olabilir belki ama ben "intihar" olgusunun bugünkü boyut ve anlamlarını bireyselliğin bireyciliğe dönüşüp yozlaştı/ğı/rıldığı günümüz koşullarıyla bağlantılandırıyorum. Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'teki "gün gelecek yıldıracak seni yalnızlığın!" çığlığını da.
İçim acıyla kıyılırken nasıl tarafsız olabilirim? Nerden başlamalıyım?Ve buluyorum: Daktiloya Çekilmiş Şiirler!(2) ("Daktilo", bu yazı süresince intiharı çağrıştıran, soluk ve iç burkucu bir imge olup çıktı benim için.) Uzak, garip, sanki bu dünyalı olmayan, olamayan, olamamış bir insanın yazdığı şiirler bunlar. Hep denegeldiği gibi, mükemmel olmayan mükemmel şiirler… Savruk ama bir o kadar da kendinden emin imgeler. Altı kat yükseklikten gözünü kırpmadan atlamış bir insanın kararlılığıyla, bir seferde, ani bir ilhamla yazılıvermiş hissi veren. Bu "iki adımlık yerküre"nin "bütün arka bahçelerini" görmüş birinin müstehzi ve acılı gülüşüyle ve "boşluk, karanlık, buzul, hiçlik, sessizlik, sonsuzluk" la dopdolu…
Tarafsız olamayacağımı biliyorum artık. Bundan çoktan vazgeçtim. Bu şiirlerin donuk mavi ışığına bulanmış durumdayım. Çıtır çıtır bir kutup soğuğu yüzümü yalıyor. "Su ılık burada." Neresi orası? "Bu gizli alanda ne görürüm, böylesine/mavi ve saf, tek başına?" Merak ediyorum, anlamaya çalışıyorum. Evet, o, kendi yarattığı bir dünyadan, kendi içine kazdığı bir tünelden, içindeki kristalize mağaradan bakıyor ve orada gördüklerini, oradan doğru gördüklerini yazıyor bize. Bu şiirlerde geçen imgelerin yeryüzünde bir karşılığı yok. İnsansız, soğuk bir gezegenden seslenen, hemen her köşesinde, dizelere sinmiş ölüm izleğiyle burun buruna geliverdiğimiz ve ürperdiğimiz şiirler… Anlaşılan o ki, Nilgün Marmara bu dünyayı daha en baştan reddetmişti ve belki de bu apaçık reddin kararlılığı yüzünden cesurdu.
"Bilir miydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!
Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!"
1987 yılındaki intiharından önce başka intihar girişimleri olmuş muydu Nilgün Marmara'nın bilmiyorum ama Syvia Plath'ın bunu birkaç kez denediğini, tek romanı olan Sırça Fanus (The Bell Jar)' un bu deneyim ekseninde yazılmış uzun bir otobiyografik anlatı olduğunu biliyoruz. Hatta, bu dünyanın onu zehirleyen havasını teneffüs etmeyi reddedip gaz musluğunu sonuna kadar açarak ölmeye yattığı o meşum günde bile, çocuklara bakan kadın gecikmeseydi kurtulabileceğini ve onun da bunu bilerek intihara kalkıştığını düşünenler, buna inananlar var. Bunu bilemeyiz. Kesin olan şu: Sylvia Plath gecikmiş bir davete gider gibi gitti ölüme. "Uç/Edge" şiirinde "Büsbütün olur kadın / Ölü gövdesi / Başarının gülümsemesini kazanmış"; Lady Lazarus'ta "Bir ölürüm ki adeta hakikaten olurum / Sanki gider gibi bir davete" diyen bir şairin intiharının bir "gösteri" olmadığı, olmayacağı; bilinçli bir seçimin sonucu olduğu kesin. "Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir düştür. Kötü bir düş." diyen de o.
İkinci Dünya Savaşı'nın boğucu atmosferinin ve bir aydın olarak insanlıkla ilgili yaşadığı düş kırıklığının etkisiyle kendisi de sonradan ölümü seçen Stefan Zweig, yaşamına yine kendi elleriyle son vermiş olan, ünlü "şimdi hepten benimsin, ey ölümsüzlük!" dizelerinin sahibi Alman şair Kleist için: "Hayatın efendileri olan Goethe gibi güçlerin yanında zaman zaman ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan şiiri yaratan biri hep bulunmalı." demiş ve Kleist'in ölümünü "ölümsüz bir anıt" olarak nitelendirmiş. Peki, Zweig'la Kleist'in ortak yönleri neydi? Bir "ruh akrabalığı"ndan söz etmek mümkün mü? Ve hemen aklıma Sergey Yesenin geliyor, ölmeden önce kanıyla, dostu Mayakovski'ye hitaben, "Ölmek yeni bir şey değil dünyada / Ama yaşamak da daha yeni değil kuşkusuz." diye yazan. Mayakovski bu ölümün ardından ünlü "Şu yaşamda en kolay iştir ölmek / Asıl güç olan yepyeni bir yaşama başlamak." dizelerini yazmış ama Yesenin'den beş yıl sonra o da intiharı seçmiş. Cansız bedeninin yanında bulunan "Son Mektup"unda "Derler hani: / Aşkın küçük sandalı / Hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi? / Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…" diyerek.
Daha birçokları… Çoğumuzun bildiği isimler bunlar ve tek tek sıralayacak değilim ama bu ölümlerin çoğunda, toplumsal çözülmelerin, çalkantıların; bireyin toplumla bağını koparan, zayıflatan koşulların, farklı zaman dilimlerinde de olsa, varlığını görüyoruz öncelikle. İntihara eğilimli fizyolojik ve psikolojik bir yapı var mıdır, bunun yanıtını uzmanlara bırakalım, ancak, sanatçıların pek çoğunun kırılgan, duyarlı, ince ruhlu, hep kıyılandan yana ve kıyana karşı insanlar olduğu da bir gerçek. Tam bu noktada, Gülten Akın'ın "Ölümü sevdiği için mi öldürdü kendini / Başkasının ölümünü sevmediği için mi?" dizeleri düşüyor aklıma.
Şair ve şiir, Baudelaire'in dediği gibi, bulunduğu her yerde haksızlığa karşı olan değil midir? Haksızlığı her zaman canında, kanında duyan, dünyanın öte ucunda yaprak kımıldasa yürek teli titreyen değil midir? Verili olanı, buyurulanı, iktidarın çizdiği sınırları dili keskin bir kılıç gibi kullanarak, kimi kez parçalayarak, kimi kez de "susarak" reddeden değil midir?
Kadın şairler için "ruhsal bozukluk" yakıştırması daha çok yapılır. Özellikle Virginia Woolf ve Sylvia Plath'ın bu yönleri çok vurgulanır ve bunda gerçeklik payı olmadığı da söylenemez. Her ikisi de yaşamları boyunca, onları ölüme kadar götüren ruhsal sorunlarla boğuşmuşlardır. Yusuf Eradam, internetten kolayca ulaşılabilecek, son derece ilginç saptamalar içeren, Sylvia Plath'la ilgili yazısında "Batı, kadın yazarların ruhsal sorunları olduğunu yazmayı çok sever ve eleştirmenler, yazın dünyasının haremağaları, hemen düşerler bu basmakalıp tuzağa, çünkü onlar bağnazdırlar ve bayılırlar kadını fallosantrik hücrelere tıkıştırmaya." der ve "Okuyucu ya da eleştirmen, anlamak yerine tanı koymayı sever." saptamasında bulunur. Yine aynı yazıdan alıntılarsak; "kadına bireyselliğini yaşatmayan, insanı insanlığından çıkaran ve 'ötekileştirme' üzerine kurulu bir düzenin her ayrıntısına bakma cesaretini gösteren, adı ölüm olan mutlak gerçeklikle şehvetle sevişen" bir şairdir Sylvia Plath. Bu, kadına soluk aldırmayan düzende hem bir eş, hem de bir birey ve şair olarak var olmaya çalışmış ve kanonize olmayınca da "cadı tanrıça" ilan edilmiştir!
Niyetim bu yazıda aslında "kadın şair" sorunsalını ele almak değil. Ama 'kadın'ın bu erkek ve anamal egemenliğindeki dünyada var olmak adına yaptığı mücadele, erkeğe göre her zaman çifte kavrulmuş cinsinden oluyor; bu da apaçık bir gerçek.
Bu noktada "İntihar bulaşıcıdır" sözüyle dile getirilen yaygın inanca değinmek istiyorum. Bunun ilk çıkış noktasının Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. Goethe'nin bu romanını okuduktan sonra özellikle soylu sınıftan birçok gencin intihar ettiği söylenir. Yesenin'in mezarı başında canına kıyan Rus gençlerini de unutmamak gerekir ki akabinde SSCB yönetimi Yesenin'i muteber şair kategorisinden çıkarmıştır. Edebiyat dünyasında bu sözün sıkça dolaşır olmasında Virginia Woolf-Anne Sexton-Sylvia Plath zincirine bizde Nilgün Marmara'nın eklenmiş omasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Yine müntehir şair Metin Akbaş'ın ölümünden kısa bir süre önce Beşir Fuat'la ilgili bir inceleme yazısı yazdığı, Beşir Fuat'ın intiharını araştırdığı bilinir. Ancak, bu ve benzeri örneklerin varlığının bu intiharların bir "öykünme"den ibaret olduğu çıkarsamasını düz mantığın kolaycılığı ve yüzeyselliği olarak görüyorum ve asla kabul etmiyorum. S. Zweig, Kleist'ın biyografisini yazmasaydı, Nilgün Marmara bitirme tezinin konusu olarak Sylvia Plath'ı seçmeseydi intihar etmeyecek miydi? Keşki bu güzel ve yürekli insanların ölümü tek seçenek olarak görmelerine yol açacak bir dünyada yaşıyor olmasaydık diyorum ben.
Evet, Nilgün Marmara'nın Sylvia Plath'la ilgili tezine gelebilirim artık. Tezin "Giriş" bölümünün sonunda kitabın arka kapak yazısı olarak da kullanılmış olan "Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden algılayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam." cümleleri yer alıyor ve bu sözlerden fışkıran hayranlık ve Marmara'nın daha en başta, Plath'ın intiharını bir başarı olarak değerlendirdiğini açık açık dile getirmesi yeterince anlamlı.
Tez akademik bir dille yazılmış doğal olarak ve ben de ilk bölümden itibaren, akademik bir incelemeyi okuyan birinin rahatlık ve mesafe duygusuyla okumaya başlıyorum kitabı. Ama birden ayrımına varıyorum ki, ben, bu kuru ve soğuk gibi görünen cümlelerin altındaki gizli ateşin ve satır aralarındaki küçük, sessiz çığlıkların peşindeyim. Her seferinde, serin kumların arasında ateş gibi yanan bir çakıl taşına aniden dokunmuşçasına irkilmemden anlıyorum bunu. Ama yok, soğukkanlılığımı korumam, bu oyunu sonuna kadar sürdürmem gerek.
Nilgün Marmara ilk bölümde Sylvia Plath'ı, gizdökümcü şiir türünün öncülerinden biri olarak ele alıyor. "İntiharla Sanatsal Yaratı Arasındaki İlişki; Sylvia Plath Şiirlerini Ve Ölümü Nasıl Yaratır?" başlığını taşıyan ikinci bölümde, Freud'un bilinen tezini andıktan sonraki "Ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır." cümlelerini ve Sylvia Plath'ın "ölümünü nasıl yarattığı" konusundaki, "Kadınların toplumsal bir hastalığın sonucu olan perişanlığının kurbanı olmuştur. Plath'ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir." saptamalarını anlamlı bulduğumu söylemeliyim. Ayrıca bu bölümde, Plath'ın ölüme yaklaştığı son günlerde yakın çevresinin ilgisizliğini vurgulayan çok ilginç ve yürek burkan ayrıntılar da var.
Üçüncü bölümde ele aldığı konu "kadınların şiirlerinin ortak yönleri ve Sylvia Plath'ın dizelerinin bu nitelikleri ve kısıtlamaları ne ölçüde barındırdığı". Genel bir girişten sonra, özellikle Emily Dickinson'la olan ortak yönleri ekseninde yapıyor bunu. Plath ile diğer kadın şairlerde, buna isyan etmeye çalışsalar bile, cinsel bir kutuplaşmaya inanıştan kaynaklanan bir huzursuzluğun varlığından ve Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesinin üzücülüğünden söz ediyor ve "S. De Beauvoir'ın 'Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir' sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz" diyerek Plath'da eksikliğini gördüğü yönü itiraf ediyor. Bir bakıma, Sylvia Plath'a yönelik eleştirisi, hatta yazıksamasıdır bu Nilgün Marmara'nın, ben böyle okudum ve bu ayrıntıyı da dikkate değer bulduğumu özellikle belirtmek isterim.
Dördüncü bölüm Plath'ın düzyazılarıyla şiirleri arasındaki temel farklar üzerine. Şairin roman ve öyküdeki görece başarısızlığını ele aldığı bölümde Nilgün Marmara Plath'ın bir öyküsünden söz ederken "Plath'ın öyküyü aşağıdaki sözcüklerle bitirmesi, bize onun yaratma yeteneksizliğini ve bir sanat eseri kadar kusursuz bir ölüme kavuşma arzusunu anımsatır." biçiminde bir cümle kullanmış ki yine son derece anlamlı bulduğum bir ayrıntı bu. Bu bölümde "Ted Hughes'e göre; 'Bir şiir ustasıydı o, şiire gerekli bir uzaklıktan bakarak onunla başa çıkabiliyordu. Ama nesri bir tür idol olarak görüyordu, çünkü doğasındaki, kendi zihinsel işleyişi tarafından yasaklanmış bir tabuydu.'" gibi, konuyla ilgili önemli ipuçları veren alıntılarla da sık sık Ted Hughes'ın tanıklığına başvurmuş.
Beşinci bölümde Plath'ın bazı şiirlerinden yola çıkarak Plath'daki kişilik bölünmesinin, yabancılaşmanın, ölüme karşı beslediği, erotik denebilecek korkulu hayranlığın izini sürüyor. Şu anlamlı sözlerle bitiyor bu bölüm: "… son şiirlerinin hepsi de ölmekte hiç de acelesi olmayan birinin uç noktadaki soğukkanlılığı ve kayıtsızlığıyla yazılmışlardır. Sıfırın 'kenarıdır' bu, kişinin ayaklara soğuk ve dikkatli bir şekilde bakıp orada yüzü görmesidir; büyük perendenin atıldığı kenardır. Bu kenarda: 'Kadın kusursuzlaşır.' ölüm sayesinde, ancak 'Ay böyle şeylere alışıktır.'" Tezin (ya da kitabın) sonuç bölümünde "Kadınlara ikinci sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer." diyor ve kitap, Plath'ın intiharıyla Pavese'nin intihar etmeden önceki son günlerinde günlüğüne yazdığı: "Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım." sözleri arasında kurulan koşutlukla sona eriyor. Satır altlarını çize çize ve ancak benim çözebileceğim kriptolara benzeyen notlar alarak okuduğum kitabı şimdilik bir kenara bırakabilirim. Nilgün Marmara buzlu bir camın ardından, o, 'Ege denizinin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki açıklanamaz ve değişik mavilikteki' hüzünlü iri gözleriyle bana bakıyor. Bana öyle geliyor ki, bu dünyada hiç olmadığı kadar huzurlu artık. Tıpkı, aşkın diğer 'küçük sandalları' gibi…
*Mayakovski / Son Mektup
(1) Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi / Nilgün Marmara / Everest Yayınları (2) Daktiloya Çekilmiş Şiirler / Nilgün Marmara / Everest Yayınları Onaltıkırkbeş, Sayı:14

Perihan Baykal - 17.08.2007
---
*



Sylvia Plath ve Nilgün Marmara’nın Eserlerinde Ölüm ve İntihar Temasının Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi

Not: Bu çalışma 08 Eylül 2006 tarihinde Sakarya Üniversitesi tarafından düzenlenmiş olan Uluslararası Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresi’nde bildiri olarak sunulmak üzere hazırlanmıştır.

İntihar, kimine göre psikiyatrik bozuklukların yansıması bir edim, kimine göre tanrıya bir kurban... Kimine göre bir sanat, kimine göre muhalefet... Çağlar boyunca süregelen söz konusu edim, defalarca tanımlanmış, farklı disiplinler tarafından birçok kez konu alınmış, sanatçılara ilham vermiş. Esasen konunun fevkalade tekil olmasından ötürü, yapılacak olan çoğu tanım havada asılı kalacaktır. Zira intihar kişinin kendine özgü, yaşamsal, son seçimidir ve tamamen edimi gerçekleştirene aittir.

Ancak elbette ki nedensellikleri üzerine düşünmek mümkündür ve psikologlar, psitiyatristler ve toplumbilimciler başta olmak üzere dünyada pek çok disiplin tarafından araştırılan bir konudur.

İntihar kelimesine etimolojik olarak bakıldığında, Ortaçağda intiharın yerine “sui homicida” ikileminin kullanıldığını biliyoruz. Ardından kendi kendini öldürmek anlamına gelen “suicidum” kelimesinin 18. yüzyılda Fransızcada ortaya çıktığı görünüyor. Osmanlı coğrafyasında ise atrihin en eski zamanlarından beri kendini öldürenler olduğu halde, intihar kelimesi Türkçeye tanzimatla eş zamanlı olarak girmiştir ve kaynağını Arapça'da kurban anlamına gelen “nahr” kelimesinden alır.

Çalışmadaki amaç, öncülün ardılı nasıl etkilediği ve ardıl Nilgün Marmara ile öncül Sylvia Plath'ın eserlerindeki Ölüm ve İntihar temasının benzerliklerini, çoğulcu yöntem kullanarak ortaya koymaktır.

İki farklı yazar ya da şairi konu edinen karşılaştırmalı çalışmaların çıkış noktası, genellikle iki yazar ya da şairin özdeşlik gösteren hayat hikâyeleridir. Ancak bu çalışmada yapılacak olan, alışkanlığı kırıp sanatı alımlamaya bir adım daha yaklaşmak adına, Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın yaşamlarındaki ortak noktaların edebi bağlamda yansımalarını ortaya çıkarmaktan ziyade, iki yazarın özgün hayat hikâyelerinin yarattığı farkların, edebiyatta onları buluşturan yanlarını ortaya koymak, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı kültürün mevcudiyetine karşın, edebiyatın onlar için ortak bir payda olduğunu gözle önüne sermektir.

Ancak özkıyımın hazırlayıcısının kişinin geçmiş yaşantısı olduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu iki şairin hayatlarından birer kesit sunmakta fayda var.

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932'de Alman ve Avusturya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak ABD'nin Boston eyaletinde dünyaya geldi. Plath 10 yaşındayken babasını kaybetti ve bu ölüm, onun için hayatının dönüm noktası oldu. Bu zaman dilimi, Plath’ın hayatındaki psikolojik buhranların da başlangıcı oldu. Plath bu andan itibaren kendine söz vermişçesine başladığı intihar girişimlerini on yılda bir tekrarlamayı neredeyse bir seremoni haline getirir. Ve Lady Lazarus şiirinde de bunu okumak mümkündür;

Yine yaptım, yine yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben...

İlk intihar deneyimini on yaşında gerçekleştiren Plath, aynı yıllara denk düşen tarihlerde şiir yazmaya başlar. Boston Smith College'de okurken aynı zamanda da bir derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Bu arada Amerika'nın saygın eleştiri kalemlerinden Alvarez'e şiirlerini gönderir, kimileri yayımlanmaya değer görülür. Plath artık tanınmış, ünlü bir şairdir. Bu arada kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi'nde öğrenim görmeye başlar. Cambridge'de, daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi şairleri arasına girecek olan Ted Huges'la tanışır. Kısa bir süre sonra evlenirler.

Bu birliktelikten üç çocukları olur. Çocuklarla birlikte Plath, bambaşka bir hayatın içine girmiştir. Ve artık kadın olmanın sorumluluğu tüm benliğini sarar. Bu onun için derin bir sıkışmışlık duygusudur, zira Sırça Fanus'taki feminen öğeler bunun kanıtlayıcısı niteliğindedir. Nihayetinde Huges'un başka bir kadınla ilişkisini öğrenen Plaht 1962 yılında çocuklarıyla birlikle Londra'ya yerleşir. Ve burada kendini yoğun bir şekilde şiire verir. Ve psikolojik sorunlarının doruğa çıktığı '63 Şubat'ında intihar eder. Londra'ya yerleştikten sonra yazdığı kırk bir şiir, ölümünün üç yıl ardından “Ariel” adlı bir kitapta toplu olarak yayımlanmıştır.

Sylvia Plath'ın ardılı Nilgün Marmara ise 1958 yılında İstanbul'da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji'nde öğrenimini tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden lisansını aldı. Lisans tezinde Sanatçı-İntihar ilişkisini derinlemesine inceledi. Tezindeki ana başlıklardan biri de şöyledir; “İntiharla Sanatsal Yaratı Arasında ilişki: Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?” Plath'ın görüşleri Marmara'yı derinden etkiledi. Şiirlerinde Plath'ın imgesel yoğunluğuna benzer bir tarzla düş ve gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını zaman zaman cinselliği, sert bir gerçeklikler sanatına konu edindi. Marmara'nın şiirleri ilk olarak Daktiloya Çekilmiş Şiirler ismiyle 1988'de yayımlandı. Nilgün Marmara, 29 yaşında Beyoğlu'ndaki evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verdi. Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi, onun da günlüğü ölümünden sonra “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Marmara, J.Paul Sartre'ın; “intihar, dünyada var olmanın bşr başka yoludur” cümlesini yorumlarken, aynı zamanda intihara yönelik kendi bakış açısını da ele vermiştir. Kişi, ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla kendi varlığını gerçekleştirir. Ve böylelikle kendi var oluşunu hiçlikle tanımlar. Cemal Süreyya, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi birçok isimle yakından dost olan Marmara'nın ölümü üzerine çokça kalem kavgası yapıldı. Eski dostlarından Ece Ayhan'ın, Marmara'nın ölüm sebebini bildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Ayhan, kendisine yönelik suçlamaları “Nilgün Marmara Üzerine 8 Soru” ve “128 Nilgün Marmara” başlıklı iki yazıyla cevapladı.

Cemal Süreyya ise “841.Gün” adlı eserinde şu satırlara yer verdi; “Nilgün ölmüş, beşinci kattaki pencereden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi, çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parlaklık eklenirdi. Çok da gençti sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı, başka bir dünyanın bekleme salonu olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün'ün yüzünde. O zaman görmemiştim, bugün ortaya çıkıyor.

Marmara'nın özellikle 1980 sonrası şiirlerinde Ölüm ve İntihar teması kendini tamamıyla hissettirmeye başlar.

Tüm hücrelerinle kus cellât yargıları
Sesten sonra, söğünçle
Bir gelecek insanlığa

Marmara'nın daha önceki şiirlerinde rastlanan ölümü dış etkilerden bekleme durumu artık değişmiştir. Marmara, artık kendi saf şiddetini yaşar ve kendini şu şekilde ifade eder;

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı...

Plath ve Marmara şiirinin en ayırt edici özelliği, Plath'ın olağanüstü kasvetli ve kötümser tutumuna karşın, Nilgün Marmara'nın kısmi iyimserliğidir. Bu yargıya varmamızın en önemli kanıtlarından biri, Plath'ın kaleminden dökülen “insan sevgisi, doğruluk, haklılık” uzak dünyalardan gelmiş yabancı şeylerdir bu çevrelerde. Satırlarından ve diğer yazarlardan öğrendiğimiz üzere Marmara'nın çevresel ilişkilerden sıkılan biri olmadığını, aksine hayattan zevk almanın yollarını arayan genç bir kadın olduğu biliniyor. Nilgün Marmara'nın özkıyımı daha kendine dönük bir edimken, Plath'da dış dünyaya karşı bir sistem görüyoruz. Nilgün Marmara için birey olmak, herşey olmak gibi bir şeydir. O öldükten sonra kalanlar, sadece kendi yaralarını saracaktır.

Geriye kalanlarsa
Eski sıcaklığında anımsamanın
Ses çıkarmadan, göstermeden
Gizliyorlar yaralarını

Plath, aşkı hayatın bir parçası olarak görür. O'na göre sevgili, bireyin kendi yarattığı bir şeydir. Ölmeden önce yazdığı bir şiirde, sevgiliye karşı kiniyle, bu bağlamda gerçekleştirmek istediğin intihar eylemini şöyle satırlara döker.

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar geldiğinde gökyüzünü süsler hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Plath, ölmek bir sanattır der ve Marmara bu sözlerden ciddi biçimde ilham almıştır. İntihar etmeden kaleme aldığı son eseri olduğu tahmin edilen şiirinde Marmara,

“Yüreğinizin üzerinde bir küçük kese: ölünün ve
Ölümün gözünden çalınmış bir damla yaş” diyerek, ustası olarak nitelendirilebilecek Plath'dan aldığını, daha da ustalaştırarak dile getirmektedir.

Sonuç olarak, etki-etkileşim-analoji bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda gördüğümüz mükemmel denge onları iki özgün “şair” yapar. Bununla birlikte sürekli aynı konulardan bahsetmelerine rağmen, sürekli farklı perspektiflerden bakabilmemizi sağlamışlardır.

Aynı zamanda Plath ve Marmara özelinde bakıldığında sonuç olarak gelişmiş ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların açmazlarının benzer olduğu görülür. Sistemin daima ikincili olmaya itilen kadın, her türlü sosyal, siyasal, bireysel sıkıntıların birincil hedefi olmaktadır.

Bu sebeptendir ki dünyadaki intihar oranlarına bakıldığında bu edimden en çok kadınların mustarip olduğu görülür.

Hazırlayanlar : Alter Ego & Catharsis
---

 
Image Hosted by ImageShack.us