Kaleminiz kara olsun... kapkara!
KARAKALEM… ilk sayi
Rock Art Yayıncılık bünyesinde üç ayda bir yayınlanacak olan mevsimlik dergi KARAKALEM’in ilk sayısı, dergiye katkıda bulunan, burada isimlerini birer birer saymanın imkansız olduğu altmışa yakın yazar, müzisyen, çevirmen, fotoğrafçı... sayesinde sadece bir dergi değil, başlı başına bir kütüphane görünümüyle çıktı piyasaya. Genel yayın yönetmenliğini Altay Öktem’in yaptığı Karakalem’in ilk sayısında Seray Şahiner, Yeraltı Edebiyatını baştan sona inceledi. Dünya ve Türk edebiyatının yeraltından akan mecrasını tüm yönleriyle ele alan bu yazının dışında, edebiyat tarihimizin belki de en aykırı ismi olan Neyzen Tevfik için, bugüne dek benzeri görülmemiş dev bir dosya hazırlandı Karakalem’de. Neyzen Tevfik’in ölümünden iki gün sonra, 30 Ocak 1953 tarihinde Vatan Gazetesi’nde yayınlanan son yazısı, ayrıca ölümünün ardından Hakkı Suha Gezgin ve Mahmut Yesari tarafından kaleme alınan anma yazıları da Neyzen Tevfik dosyasında yer alıyor.
Şimdiye kadar yalnızca alkolik ve kadın düşkünü bir yazar olarak anılan Bukowski'nin Kirli Gerçekçilik'le bağlantısını Marksist bir bakış açısıyla yorumlayan Tamas Dobozy'in çalışması da Bukowski'yi sevenler ve daha yakından tanımak isteyenler için müthiş bir fırsat yaratıyor. Gotik edebiyatın temel taşlarından olan Edgar Allan Poe da Karakalem'de her yönüyle incelenen bir başka yazar. Ayrıca Poe'nun Kuzgun adlı şiirini çizgiye döken büyük usta Gustave Dore'nin bu eşsiz yapıtına da yirmi altı sayfalık özel bir bölüm ayrıldı Karakalem'de.
Yazının ve trompetin tılsımlı sesi Boris Vian'ı şiirimizin genç seslerinden Kaan Koç ele aldı. Romanları dışında şiirleriyle de tanıdığımız Vian’ın Ölmek İstemezdim Asla adlı şiiri, yine Kaan Koç’un çeviriyle yer aldı Karakalem’de. Gerçeğin büyülü dünyasına uzanan Tim Burton'un gotik ucubelerden stop motion animasyonlara uzanan çılgın dünyasıyla tanışmak ya da o dünyaya daha yakından bakmak isteyenler için Melike Aslı Şahinsoy, görsellerle desteklenmiş geniş bir Burton dosyası hazırladı.
Bir rockstar'ın karga olarak portresini ise Özlem Gürel’in müthiş kaleminden okuyabilmek gibi bir ayrıcalık bekliyor Karakalem okurlarını. Sözünü ettiğimiz, James O’Barr’ın çizgi romanından Alex Proyas’ın filmleştirdiği Karga (The Crow) elbette. Sırtında Crow dövmesi taşıyan, sadece şarkılarıyla değil, sahne şovuyla da benzersiz bir performans sergileyen Hayko Cepkin’le Deniz Durukan baş başa verdiler, Hayko’nun kargalarını ve korkularını konuştular Karakalem için.
Ersan Erçelik ırkçılığa, kapitalist sisteme, tüketim toplumuna ve orduya eleştiri oklarını gözünü kırpmadan gönderen usta yönetmen George A.Romero’nun filmleri çerçevesinde Ölüler Ülkesi’ne doğru ürpertici bir yolculuğa çıkartıyor bizi. Kesmeşeker'den ve solo çalışmalarından tanıdığımız Cenk Taner ise şiirin karanlık sesi William Black'in kendindeki yansımasını anlatıyor. Deniz Durukan, zirveye doğru inmesini başaran, görkemli bir hayattan sokak aralarına doğru hızla ilerleyen, tarihimizin Son Yalnız’ı, bir zamanların efsane ismi Cahide Sonku’yu oldukça yakınlaştırıyor Karakalem okurlarına.
Marilyn Manson’ı sadece bir müzisyen değil, bir tür etikçi olarak gören Altay Öktem, Manson gerçek mi, yoksa sadece bir imaj mı diye soruyor ve bu hassas sorunun cevabını da veriyor yazısında. Karakalem Bir Dünya adlı bölümde ise Frank Zappa lirkleri, Erkut Tokman’ın Türkçesiyle yer alıyor.
Genç yaşta kaybettiğimiz sevgili arkadaşımız, değerli yazar, çizer, fantastik sinemanın ve B tipi filmlerin vazgeçilmez ismi Metin Demirhan’ın "Türk Sinemasında Tehlikeli Kadınlar" adlı incelemesinin, yazdığı son yazı olacağını hiç kimse bilemezdi. Karakalem’i göremeden aramızdan ayrılan Metin Demirhan yola çıkmadan önce o muhteşem kadınlarla bir kez daha vakit geçirmemizi sağladı…
Ana akım edebiyatın dışında duran ama ana akımı sarsacak kadar da güçlü olan bir çok şiir, öykü, deneme, hatta on altı yaşındaki yazarımızın kaleminden çıkma müthiş bir masal da okunmak üzere sizleri bekliyor Karakalem'de. Sibel Torunoğlu’nun Şizofren Günlüğü’nden Suat Başkır’ın İlkçağ felsefesi biçemiyle kaleme aldığı “bu çağa cuk oturan” felsefi metinlerine, tenini kaldırmaktan çekinmeyen Handan Ateş’in cinselliğe ve kadınlara bakışına, suç kavramının detaylarına inen Rafet Aslan’ın yazısına kadar uzanan zengin içeriğiyle ve simsiyah sayfalarıyla, karanlığın estetiğini gözler önüne seriyor ve gerçek ışığın nerden doğduğuna dair önemli ipuçları veriyor KARAKALEM.
06 Aralık 2007
KARAKALEM
Gönderen Ey'lûl
01 Aralık 2007
ŞAİRDIR, TEZ ÖLÜR
`İşte ölüm şu derin taçlı şiirdir bak!`Ece Ayhan
BİR ŞAİRİN ÖLÜMÜ
Kimse inanmaz
Benim hafif-makineliyle öldüğüme
Veya ayrıldığıma dünyadan
Benimde başkentte bi odam
Şiir kitaplarım
Üniversitede adım
Ve arkadaşım vardı
Ünüm de olurdu
Yaşasaydım
SALÂH BİRSEL (1919-1999)
“İnanın sözüme şairler / Üçer beşer söneceğiz / Yirmi ikiye varmadan / Rüştü (Onur)gibi öleceğiz”.
GENÇ ÖLÜLERDİR ŞAİRLER
unutulmuş aşkların tekrarıdır hüzün
çölün kumaşını keserken uzun gece
yalnızlığın uçurumunda gümüş eritir ay
suskunluk hep o bildik şarkıları söyler ateşböceklerine
kanatılmış gergeflerde evde kalmış kızların yası
bir tutku gibi işler makas, keserken masalların kumaşını
her aşk bir tarih düşer insanın yaralı kalbine
orada, o yasak ten ülkesinde çoğalırken çentikler
ipek, şarap ve karanfil kokuları sızar şakaklardan
billur bir ölümdür artık 'eskimiş bahar'
hayat 'kendi sesi'nden taş plaklara okunan şiirdir
anlamaz kalbin mutlu kelebeği, anlamaz sevilmemeyi
incecik çiçek tarlalarına ömrünün önsözünü yazar
ışığın orağıyla biçilir aşkın ekini
denizlere açılıp dönmemiş bir teknedir aşıksa:
aklında bir romanın unutulmaz tezleri
dilinde 'sarhoş gemi'den aşırılmış bir arya
kalbindeki hançeri daha derine iter su perileri
genç ölülerdir şairler: tez vurmaz kıyılara
tez vurmaz denizkızlarıyla sevişmiş
mutlu cesetleri...
YILMAZ ARSLAN
siir kitabi;1995 " Su Mektuplari "
ŞAİRLER ERKEN ÖLÜR
avuçlarında yuvarlanan sırça bir heyecan,
sokaklardan geçiyorsun, salyalı caddelerden,
eşiklerde oturup bastırıyorsun soluğunu.
kımıl kımıl insancıklar geçiyor önünden,
şehre doğru, gözleri ayaklarında yürüyen
dualar. avuçların ısınıyor yavaş yavaş, tutuşuyor.
pencerelerden uzanıyorsun rüzgara, meyvaya
durmuş bir dal gibi. avuçların ısınıyor.
kuşlar gelip yemleniyor parmaklarından, karıncalar
bacaklarına tırmanıyor, toprak kokusu siniyor
saçlarına, yağmura inanan uzaklıklardan. şeytan
uçurtmaları sözcükler döküyor alçalarak, resimli rüyalar…
kalabalığa karışıyor adımların, hıza mürid oluyorsun,
homurtular, patlayan kahkahalar yükseliyor çepeçevre,
leşe konmuş bakışlar… usulca kapıyorsun avuçlarını.
bir yıldız çakıyor ışığı çekilmiş gökte, vitrinlerin
önünde dikilip bakıyorsun. düşlere çalınan kornalar
yırtıyor dalgınlığını, kaçıyorsun akşamın yaralanmış dilinden.
pavyonlar çağırıyor susamışlığını, otel tabelaları
yanıp yanıp sönüyor, neon kırıkları saplanıyor bedenine,
dolmuşlar toplamaya çalışıyor telaşını, pezevenklerin
işkilli merakı peşinde. kaçıyorsun, asfalta açılmış
çukurların karanlığından, ter içinde sıyrılan dönerlerin
yağlı kokusundan kaçıyorsun. avuçların ısınıyor biteviye.
şehre yanaşan küçük bahçelerde alıyorsun soluğu, ağaçlara
karışıyor ürkekliğin, kokular örtüyor terli sırtını. toprağa
uzanıyorsun incitmekten korkarak. rüzgarı dinliyorsun.
çiçeğin karanlığa açmış küskünlüğü salınıyor, yıldızlar ipildiyor
dallar arasından. kuşları toplanmış yapraklar hışırdıyor
belli belirsiz. derken uzunlarını yakıyor bir motor gürültüsü
kaçıyorsun. avuçlarında kıvranan kırılgan bir soluk, koşuyorsun
cüzzamlı bir yasla. annenin sesi bir gölge gibi ardında sürünüyor:
“Şair olma oğul ! Şairler erken ölür! Ardından bir dua okuyanın
olmaz!”. kaçıyorsun yazgının genişleyen ağından.
MURATHAN ÇARBOĞA
siir kitabi;2003“Güne Dönen Rüya”
ŞAİRİN ÖLÜMÜ
Beni öldürdüler üç yerimden,
Şiir süsü verdiler.
Sonra attılar denizlerin önüne
Beslediler, büyüttüler kinimi
Adı sevgidir dediler
Sağnak sağnak yağdırdılar üstüme
Bir veda çığlığıydı susuşum
Cehennem yolculuğu bildiler
Eylül'dü yapraklardan savrulan
Bütün renkleri hüzün
Yanmaz fenerlerle oydular gözlerimi
Muhtaç ettiler kadere
Melalin gözüydü yağmurun adı
Görünmez mum ışığıydı eylül
Sular içinde uyardılar beni
Yudular nefret düşlü kovada
Belki bir yol vardı gitmeye
Çöle çevirdiler..
Beni öldürdüler çok yerimden
Şiir süsü verdiler..
ÖZCAN ÜNLÜ
“GÖĞ EKİNİ BİÇMİŞ GİBİ…”
"Bir zakkum ağusu damlar hüznüme /Şiirin kesik damarlarından ... "
“Erken giden mintanıyla gömülsün” Sina Akyol
“Şair olmak zarar ömre” Ahmet Erhan
“Her ölüm erken ölümdür” Cemal Süreya
“Yaş otuz beş yolun yarısı eder” Cahit Sıtkı Tarancı
“Ölüm alışsın artık bize” Ergin Günçe
“Sen bu şiiri okurken / Ben belki başka bir şehirde ölürüm” Behçet Aysan
“Sevincimi kimler yağmaladıysa / Gövdelerine çakılsın genç tabutum” Kemal Kale
ERKEN ÖLÜMLÜ ŞAİRLER ANTOLOJİSİ / AHMET GÜNBAŞ Hayal Yayınları 1. Basım, Nisan 2007, İstanbul
Gönderen Ey'lûl
28 Kasım 2007
BÜTÜN GÜNCELERİ / SYLVIA PLATH
published 1998
new ed.2001
kitabin Ted Hughes imzali onsozunde, guncenin tum gunluklerin ucte birini olusturdugunu yaziyor. "59 yilinin sonundan, ölümünden üc gun onceye kadar kayitlar iceren iki defter daha vardi. Sonuncusunu ben imha ettim cunku cocuklarinin okumasini istemedim(o gunlerde unutmanin, yasamaya devam edebilmek icin gerekli oldugunu dusunuyordum). Ötekisi kayboldu."
Kasım 1998
Odasında Bir Başına...
Bir insanın güncelerini okumaya değer kılacak en önemli özellik, onun içinin derinliğidir. Dümdüz yaşamış, hayatla ve kendisiyle hiçbir alıp veremediği olmamış, yoğun duyguların kıyısından geçmemiş insanların, diğerlerine söyleyebilecekleri farklı, alışılmışın dışında sözleri olabilir mi? Tam da bu nedenle işte, Sylvia Plath'ın Günceler'i, zorlu bir okuma serüveni.
Sylvia Plath 1932'de başlayan ve 1963'de sona eren kısacık bir yaşam. Yaşamının belli dönemlerini zaten Günceler'inde okuyacaksınız, Günceler'de bulunmayan önemli noktaları ise, Plath hakkında daha tamamlayıcı bilgiler verebilmek amacıyla kısaca özetlemek yararlı olabilir.
Başarılı ve zeki bir öğrencidir. Smith Koleji'nde burslu okur, okulun onur öğrencisidir, sonra Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne, İngiltere'ye gider. Smith Koleji'nde üçüncü sınıfı bitirdikten sonra, 1953 yılında, ciddi bir intihar girişiminde bulunur. Onu ancak iki gün sonra bulabilirler ve özel bir klinikte tedavi altına alınır. Tedavi, bir yıllık uzun bir terapi dönemini ve elektroşokları da içerir. Bu klinikteki psikiyatrı ile güvene dayalı bir ilişki kurabilen Plath, terapiye olumlu cevap vererek, bir yıllık aradan sonra okuluna ve başarılarına geri döner. Bu dönemini The Bell Jar (Sırça Fanus) kitabında anlatacaktır. Ted Hughes ile 1956'da evlenirler. 1960'da kızı Freida, 1962 başında oğlu Nicholas doğar, ama bu arada Ted ile evlilikleri bozulmaya başlar. Ted, Ağustos'ta onu terkederek Londra'ya gider. Bundan sonra her açıdan çok sıkıntılı günler geçirmesine karşın, neredeyse günde birkaç şiir yazdığı olağanüstü verimli bir dönem yaşar. Ancak, 11 Şubat 1963'de, çocuklarının önüne süt ve ekmek bırakıp, başını gaz ocağının içine sokarak yaşamına son noktayı yine kendisi koymayı seçecektir. Bu son dönemde yazdığı şiirler, Ariel adı altında, ancak ölümünden sonra yayınlansa da, o, yazdıklarının olağanüstü olduğunun farkında olarak annesine şöyle yazacaktır, 16 Ekim 1962'de: "Ben dâhi bir yazarım; içimde var bu. Yaşamımın en güzel şiirlerini yazıyorum, adımı onlar belirleyecek." Gerçekten de öyle olacak ve Plath, son yarım yüzyıllık Amerikan edebiyatına Ariel ile damgasını vuracaktır. 1982'de yayımlanan The Collected Poems ile Pulitzer Ödülü'nü alması da Plath'in yazın alanındaki gücünü gösteren önemli bir değerlendirmedir.
Günceler, Plath'ın Smith Koleji'ne başlamasından kısa bir süre önce başlıyor ve 1959 yılında kesiliyor. Aslında ölümünden üç gün öncesine kadar devam eden iki defter daha olmasına rağmen, 1962 sonbaharında ayrıldığı eşi, İngiliz şair Ted Hughes tarafından son defter imha edilmiştir; "çünkü çocuklarının okumasını istemedim (o günlerde unutmanın, yaşamaya devam edebilmek için gerekli olduğunu düşünüyordum)" diyor Hughes, kitaba yazdığı Önsöz'de. Bu davranışı, Sylvia Plath'i umarsız sona hazırlayan çöküntüdeki izlerini silmek istemesi olarak yorumlayanların da olduğunu belirtmeden geçmemekte yarar var. Hughes, ikinci defterinse kaybolduğunu söylüyor. Bu nedenle, 1959 yılından sonraki bölümde, apandisit ameliyatı sırasında hastanede tuttuğu notlarla, 1962 yılında Devon'daki komşularının karakterlerine ilişkin betimlemeler yer alıyor yalnızca.
Günceler'in, diğer bir deyişle kolej yıllarının başlarında, Plath'ın yoğun olarak kadınlık/erkeklik, evlilikte kadının rolü, annelik rolü ve yazarlığın bu roller içinde nasıl hayata geçirileceği konularında düşündüğünü görüyoruz: "Normal, görenekçi yaşamdan ayrılmış sanat, yaşamla birleşmiş sanat kadar yaşamsal mı, diye düşünüyorum: tek sözcükle, evlilik benim yaratıcı enerjimi sömürür, doyurulmamış duygu derinliğini artıran yazısal ve resimsel anlatıma duyduğum isteği yok eder mi? Yoksa [evlenecek olursam] çocukların yaratılışında olduğunca, sanatta da daha tam bir anlatımı gerçekleştirebilir miyim? İkisini de iyi yapabilecek güçte miyim?" Yazma eylemine taparcasına bağlı olması, bir anlamda onu sosyal hayattan koparmaktadır. Bu nedenle sürekli ikilemler yaşar, yaşamdan beklentilerine dair. Yüzeysel ilişkiler ona yetmez, ama "olabildiğince açık ve derinden konuşabileceği" insanları da kolay kolay bulamaz. Bu duygular onu yalnızlığa ve çöküntüye götüren duygulardır. "... ne denli coşkulu olursanız olun, karakterin yazgı olduğundan ne denli emin olursanız olun, elektrik lambasının yapmacık keyifli parıltısının içine dolan saatin yüksek sesli tik taklarıyla, odanızda bir başınıza kaldığınızda, hiçbir şey gerçek değildir, ister geçmiş olsun, ister gelecek. Ne geçmişiniz, ne de geleceğiniz varsa, ki önünde sonunda şimdiki zaman bunlardan oluşmuştur, şimdiki zamanın boş kabuğundan kurtulur, canınıza da kıyarsınız." Smith Koleji dönemindeki yazılarında, hayatındaki erkeklerle olan arkadaşlık/sevgililik ilişkilerini yoğun bir şekilde sorguladığını, bu sorgulamalardan yola çıkarak da erkekler ve ilişkiler üzerine kendi değer yargılarını oluşturma çabasını görürüz. Yazarak yeterince para kazanamamak, yazar olmanın toplum tarafından "meslek" olarak kabul edilmemesi ("Toplum imgeleri: Başarılı olmak koşuluyla Yazar ve Ozan bağışlanabilir. Para kazanırsa.") düşünceleriyle bu dönemden başlayarak Günceler'inde izleyebildiğimiz kadarıyla sürekli boğuşacaktır Plath. Başarı kazanma konusunda kendini bu denli zorlamasının, toplum tarafından kabul edilme kavramının, tüm bunların yazmasına engel oluşunun ve yazamadıkça kendini acımasızca hırpalamasının temelde annesiyle bağlantılı olduğunu, 1959'da eski terapistiyle yeniden görüşmeye başladığında anlayacaktır. Dr. Ruth Beuscher, Plath'a "annenize kin güttüğünüz için yazmıyorsunuz, çünkü öyküleri ona vermeniz gerektiğini ya da onun öykülerinize sahip çıkacağını duyumsuyorsunuz" dedikten sonra Plath, Günceler'ine şunları yazacaktır: "Bu yüzden, yazamıyorum. Ondan nefret ediyorum, çünkü yazmayışım ona üstünlük sağlıyor. Haklı olduğunu, uğruna güvenceyi yadsıdığım şey ortada yokken, öğretmenlik ya da güvenli bir şey yapmamakla aptallık ettiğimi öne sürüyor. Benim geri çevrilme korkum, bunun, başarılı olmadığım için onun tarafından geri çevrilme anlamına geleceği korkusuyla bağlantılı. Benim işim, işimden tat almak. YAPITLARIMIN BENİM OLDUKLARINI DUYUMSAMAK."
1952 yılının yaz döneminde, New York'ta geçirdiği konuk editörlük deneyiminden sonra, Harvard Yaz Okulu'na kabul edilmeyişi, yazarlık yeteneğini acımasızca sorgulamasına yol açar. Kendini bırakmamak için sürekli yapması gereken hedefler bulduğunu ("Görüngeyi öğren çocuğum, steno öğren, Fransızca çalış: YAPICI BİR BİÇİMDE DÜŞÜN. ..."), yaşamına son verme isteğine engel olmaya çalıştığını ("Zihin bakımından donmuşsun sen -ilerlemekten korkuyor, dölyatağına dönmeye can atıyorsun. Önce düşün; -işte yaşamın, zihnin; yılgıya kapılma. Yazmaya başla, kabaca, kopuk kopuk da olsa"), kısacası kendisiyle hesaplaşmalarını açıkça görürüz, intiharından önce yazdığı son iki kayıtta. Bundan sonrası boşluktur. 1953 Ağustos'undaki bu girişimden sonra, 1955'e kadar, yazılmış bir kayda rastlanmamaktadır.
Günceler, 1955'te erkek arkadaşı Richard Sassoon'a yazdığı kimi mektuplardan alıntılarla devam eder. 1956'da Richard'la birlikte, Paris'te çok güzel bir Noel tatili geçirmelerinin ardından "birbirlerine gereksinim duyuncaya kadar, birbirlerini aramama" kararı vererek ayrılırlar. Tabii ki, yazılan Günceler, Plath'in kaleminden çıktığı için, bir macera romanı okur gibi bir ayrılık hikâyesi okumayı beklemek yanlış olur. Kimi mektuplarından alıntılar ve yaşananları sorgulama şeklinde gelişecektir olay Günceler'inde. Yine çöküntüye doğru gittiği günler yoğunlaşacaktır. Şubat tarihli kaydında, klinikte yaşadığı elektroşoku betimlemeyi düşündüğünü yazacaktır. Yaşadığı klinik dönemine ilişkin olarak Günceler'inde rastladığımız ilk kayıttır bu: ... deliliği
virgul'den...
-1998
ikinci baski-2000
ceviri:Şadan Karadeniz
Oglak Edebiyat/Günce
Gönderen Ey'lûl
22 Kasım 2007
MEKTUPLASMALAR- ZWEIG
Bir aşkın hazırlanışı ve bitişi
ALİ ÇOLAK
24 Temmuz 1912 akşamı, Viyana’nın banliyölerinden Josefstadt’ta daha çok memurların, subayların, doktor ve edebiyatçıların uğradığı Wickenburg sokağı 15 numaradaki Riedhof lokantasında, Stefan Zweig yemek yiyor, dostlarıyla sohbet ediyordur.
Talihin güzelliğine bakın ki, yan masada da, hayatının uzunca bir dönemini birlikte geçireceği aşkı, karısı, yardımcısı… her şeyi Friderike von Winternitz oturmaktadır. Friderike onu ilk kez görüyor değildir. Birkaç yıl önce de, güzel bir yaz akşamı, Viyana dışındaki Rodaun’daki bir lokantada görmüştür Zweig’ı. Friderike, 25 Temmuz’da Viyana’dan ayrılır, yaz dinlencesini geçirmekte olduğu içmeler kasabası Gars am Kamp’a gelir ve hemen “Sevgili Stefan Zweig Bey,…” diye başlayan bir mektup yazar. Bu, ucu aşka, sonra evliliğe çıkacak uzun bir hikâyenin ilk satırıdır aslında…
Kendini aşkına adayan kadın...
Uzak, çekingen, hatta ürkek bir kadının kaleminden çıktığı her halinden belli olan bu ilk mektubunda Friderike, “Çoğu insanın güzel bulmadığı bir şeyi şu anda niçin kolayca yapabildiğimi sanırım açıklamama gerek yok.” diyecektir. “Bu saçma satırlarımı hiç kimseye anlatmayacağınızı sanıyorum” demeyi de ihmal etmeden, Zweig’ten mektubuna cevap alabilirse sevineceğini yazmıştır.
Stefan Zweig-Friderike Zweig mektuplaşmaları böyle başlar… Ahmet Arpad-Burhan Arpad’ın Almanca’dan dilimize çevirdiği “Mektuplaşmalar” (1912-1942) 1912’de tanışıp 1920’de evlenen Stefan-Friderike Zweig çiftinin çeyrek yüzyıl boyunca birbirine yazdıkları bin 200 mektup arasından seçilmiş 300’den fazla mektuba yer veriyor. Mektuplar, bilirsiniz, başka eserlerde, mesela anılarda, otobiyografilerde bile ortaya çıkmayan mahrem bilgileri, ayrıntıları saklar. Bir edebiyat okuru için, tadına doyulmaz metinlerdir… Friderike’nin tutuşturduğu aşkın mektupları da tiryakisi olduğum bir yazarın, Zweig’in kişiliğine, düş kırıklıklarına, gezilerine, eserlerinin yazılış ve yayımlanış macerasına dair pek çok bilmediğim şeyi öğretti bana. Ve tabii önce Friderike’yi o hakikaten özverili kadını… İyi bir tertiple ‘Sokulma’, ‘Sürüncemede’, ‘Soğuma’ ve ‘Sürgünde’ gibi başlıklar altında toplanmış mektuplar, bir aşkın macerasını adım adım izlememize fırsat veriyor bu bölümlemeler...
Friderike, Stefan Zweig’ı tanıdığında evli ve çocuklu bir kadındır. Ne var ki o da bir yazardır ve uzaktan tanıdığı, izlediği Zweig’ın hayranıdır. Önceleri “Sevgili Stefan Zweig bey” yahut “Çok sayın doktor bey…”li mektuplar, çok değil, birkaç ay sonra, “Sevgili…” diye yazılmaya başlanacaktır. Sonra telefonlar… Ve o davetkâr satırlar… “Gözleriniz o kadar güzellik dolu ki… Siz her şeyi duysallık dolu bakışlarla izliyorsunuz. Karşınızda direnç gösterebileceğimi sanmıyorum… Sizin Maria Friderike v. Winternitz’iniz…” İlk mektubun bir kadından gelmesi her zaman tehlikelidir ve ucu mutlaka dönülmez bir aşka çıkar… Zweig için de kaçınılmazdır bu. Ama ne yazık ki Zweig’ın, bu aşkın ilk zamanlarına ait mektupları kayıptır. Biz, bu aralığı ancak onun günlüklerinden takip edebiliyoruz. Tanıştıkları 23 Eylül 1912’de Stefan Zweig günlüğüne şöyle yazar: “Gerçekten oldukça duygulu, o güne kadar rastlamadığım kadar ince yapılı, fakat onu güçlü yapan ruhsal çekiciliği enerji dolu bir kadınla güzel bir sohbet yaptım… Hareketlerindeki mükemmel zariflik bana müzik gibi geliyor… Vazgeçmeliyim ondan!” Vazgeçemez… Bir mektubunda, “Size her zaman yardımcı olacağımı bilmenizi isterim. Örneğin ortalığı toplamak, bavul hazırlamak ve benzeri şeylerde emrinizdeyim.” diye yazan Friderike, artık adım adım peşindedir Zweig’ın… Daha başlangıçta talip olduğu bu ‘yardımcı olma’ arzusunu, boşanmak zorunda kalmaları, hatta Zweig’ın sekreteri Charlotte Altmann ile evlenmesine de engel olamayacaktır. Zweig, Brezilya’da geçirdiği hayatının son günlerine kadar yazmaya devam eder Frederike’e.
Faşizmin kararttığı hayatlar...
‘Mektuplar’ bize bir aşkın hazırlanışını, gelişimini ve trajik bir sonla bitişini anlatırken, Zweig’ın neredeyse bütün edebi hayatını, romanlarının, denemelerinin, tiyatro eserlerinin, hikayelerinin yazılış, yayınlanış, sahneleniş öykülerinden de haber veriyor. Ve tabii, bitmez tükenmez seyahatlerinden… Avusturya’dan Almanya’ya, Paris’e, Londra’ya, Amerika’ya, Brezilya’ya gidiş gelişler, edebiyat söyleşileri, konferanslar… Bir şeyi daha: Zweig ve eşinin mektupları, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşının en sarsıcı tanıklıkları... Bu tanıklıklar, adım adım ölüme götürüyor Zweig’ı. İntiharından bir gün öncesine kadar sürdürdüğü mektuplarda Zweig, kendisini intihara götüren ruh çöküntülerini dokunaklı bir dille anlatıyor. Son mektubunda, mutlu olmasını ister Friderike’den. Bir gün önce de “Bütün dostlarıma selamlar yolluyorum.” diye yazar, “Uzun gecenin sonunda doğacak şafağı görmelerini çok arzularım! Sabırsız ben, onlardan önce gidiyorum.”
‘Dünün Dünyası’nı arayan ve barışçıl, aydınlık bir ‘kültür Avrupası’ düşü kuran Stefan Zweig, bu düşün acı bir şekilde yıkılışına tanık oldu. Hitler faşizmi, sadece Avrupa kentlerini değil, onun düşlerini de yakıp yıktı. 13 Mart 1938’de Viyana işgal edildi. Zweig artık bir vatansızdı. Sonra İngiliz vatandaşı oldu, ardından da yeni eşi Charlotte ile birlikte Brezilya’nın Petropolis kentine gidip yerleşti. Fakat acısı burada da dinmeyecekti. Brezilya, sokakta Almanca konuşmayı yasaklar… Avrupa’dan korkunç haberler gelmeye devam etmektedir. Bu acılara daha fazla karşı koyamaz Zweig ve evliliklerinin ikinci yılında eşi Charlotte ile birlikte intihar eder. ‘Bir mültecinin yaşamı daha alışılmış şekilde sona ermiş’tir.
Bir altın arayıcısı gibi okuduğum
‘Mektuplaşmalar’ın kahramanı elbette Friderike, o yürekli kadın... Tanıdığı günden sonra hep Zweig’ın yanında ve arkasında oluyor. O meşhur ‘Her başarılı erkeğin ardında güçlü bir kadın vardır.’ sözünü doğrular gibi... Zweig ayrılmak zorunda kalsa ve başka bir kadınla evlense de ruh yıkımları arasında ona saygı duymaya devam ediyor. Friderike olmasaydı, Zweig bunca verimli ve bunca tanınmış bir yazar olabilir miydi, tartışılır. “Mektuplar, Romanya buğdayı gibi çiçek açıp büyüyor.” diye yazmıştı Zweig bir keresinde. Büyüyüp çiçek açan ve hazin bir sonla biten bir aşkın içinden geçmenin sarsıntısı var üzerimde.
Mektuplar olmasaydı aşklar bu kadar ölümsüz olabilir miydi?
Zweig & Charlotte
www.zeldanilgunmarmara.blogspot.com/2007/10/ak-ve-intihar.html
Gönderen Ey'lûl
19 Kasım 2007
YALNIZLIKLAR - HASAN ALİ TOPTAŞ
artı
= yalnızlık + lar . . .
"insana en yakın yalnızlıktır insan"
1.
Neresinden bakılırsa bakılsın,
her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.
O insan ki, bakar bize ve ötemize;
ve o insan ki, giyindiği zamanın gerisinden sorar
hep
kaygılanır, duraksar ve sessizdir;
ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün...
Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.
sayfa9,
7.
Yalnızlık alıp karşına kendini
öteki kendinlerle konuşmaktır
Bakışmaktır öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
Kimi zaman da, öldürmektir
içlerinde en çok sana benzeyeni,
benzemiyor diye.
Yalnızlık, öldürmektir.
sayfa31,
13.
Ölülerin dönüp dolaşıp bizde yaşamasıdır yalnızlık.
her ölü ölümünü kanıtlar,
yani yaşadığını;
ve biz durup dinlenmeden ölümlere ekleniriz,
kurtuluş yoktur.
yazılmamış kitaplardır ölüler
ve zamanın rafına kaldırılmış gümüşlerdir.
onlar ki, bir yanlarını bırakırken bize,
bir yanımızı götürmüşlerdir.
Bu yüzden alışverişimiz hiç eksilmez onlarla;
uçsuz bucaksız bir çölde
ya da dağların ardındaki bir dağ başında
kendi kendimizle konuşuyorken bile
onlarla konuşuyoruzdur.
dedikleridir dediklerimizin birazı,
birazı onlara diyeceklerimiz.
Hiç kuşkusuz dünya ölülerle ağırdır;
ve yeryüzü onlarla kalabalık.
İçimizdeki suç kurdu kımıldadıkça onları anarız.
çünkü, her diri ölüyü yağmalar
-ki, biz de bulaşmışızdır o talana.
ayakta kalma duygumuzu doyurmak için
bir atmaca olmuşuzdur
ölüye,
ay ışığında canlı canlı parlayan bir saltanat
kurmuşuzdur mermerden;
taşına yaldızlı harfler döşemişizdir ince ince,
ardından çiçek konvoyları yürümüştür
renkleri tekrarlayarak,
ardından gül şerbetleri, ilahiler,
sonra cennet yeşili hüzünlerin çekip çevirdiği törenler.
üstelik, ölümü biraz daha gerçek kılmak için
gazetelere ilan vermişizdir.
(Çünkü ölümler işitildiği an gerçekleşir
ve işitilen kadardır)
gene de her şey boşunadır;
biz öldürdükçe yaşar ölüler.
upuzun gölgeleriyle (ölüm insanı biraz daha büyütür)
içimizde gezinirler;
kımıltılarımıza dokunurlar hatta,
bakışlarımıza bulaşırlar.
Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık..
sayfa55,
YALNIZLIKLAR(1990) - HASAN ALİ TOPTAŞ
12.
Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde
Yüzün gelirdi bir yerlerden bir ülke,
kokun gelirdi bir bahar
ve gülüşün gelirdi de bir düş gibi,
ille de kendini kendine vurmuşluğun gelirdi de;
ben hep şarkı sanırdım gökyüzünü
kimbilir kimin söylediği.
Issız teknelerle kıyılarıma koşardım hemen,
bakardım (bakmak uzanmaktır);
atlaslar yırtılırdı düşümün bir ucunda,
bir ucunda ben;
ve suların unuttuğu yunus hıçkırıkları vururdu alnıma,
dudaklarımdan tuz kervanları yürürdü.
Kervanlar ki, birer seraptır harami günlüğünde.
(...)
Anlardım ki, insan bir baskasındaki kendini okur;
ve okunan yalnızlıktır.
sayfa52,
30.
Kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.
Düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki'dir,
dün süphelidir, bugün nerededir?
Üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
Ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirlidir.
Düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir.
Yükselenlere eşsiz bir ülkedir yalnızlık;
orada içlerini kazarlar sürekli,
derialtı şehirlerine inerler
ve kendileriyle tanışırlar her gün,
her saat, her dakika, her an,
her canavar
ve her kuzu kendileriyle tanışırlar.
Sonra, kendileriyle
kendilerinde başlayan insanlığın arasına otururlar.
Önlerinde buruşuk örtüler vardır,
yorgun maskeler,
uyuyan özlemler,
tılsımlar sonra
ve masmavi küfleriyle şablonlar
-ki, hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa
Şaşrımışlardır,
şaşırırlar
ve elbette şaşıracağızdır.
Yalnızlık biraz da şaşırmaktır şaşamadıklarımıza.
sayfa 111,
9.
"Yalnızlık bir boşluktur içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
Babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.
Babalar, alınlarımıza yazılmış yanlızlıklardır.
...
Babalar ki yalnızlıgın en uzun tarihidir
iclerinden gelip gectigimiz
sayfa37
sek yalnizlik
fotograf & siir "BorgesDefteri" ne tsklerim..ve Nilgün'e@+
Gece, gunduz sizinle gezer; yalnızlık.
Gunduz, gece sizinle gezer; yalnızlık.
Ben yanlızlıgı ne sanmıstım bu keresinde?
Gönderen Ey'lûl
16 Kasım 2007
13 Kasım 2007
NIKO GUIDO
Kaz Daglari Ölu Altin Bedenler
Dünyanın dengesi o kadar bozuldu ki, torunlarımızı nelerin beklediğini düşünmek korkutucu.Fotoğrafçı Niko Guido(Necip Yanmaz) "Çevre İçin Çıplak Hareket"i bu nedenle başlattığını söylüyor. Küresel ısınmayı, siyanürlü altını, dünyaya zarar veren insan elinden çıkma her şeyi nü fotoğraflarla protesto etmeye karar verdi. Önce bir sivil toplum hareketi adına fotoğraf çekmek istedi. Greenpeace dahil birçok kuruluşla görüştü ama projeyle ilgilenmediler. O da bireysel hareket etmeye karar verdi.
Nymph Su Perisi/Tuz Golu
Niko Guido(Necip Yanmaz)cevreyle ilgili ilk nü fotoğrafını geçen yıl Tuz Gölü’nün kurumasını protesto etmek için çekmiş, "Su Perisi" adlı fotoğraf beterphoto.com düzenlediği yarışmada 25 bin başvuru arasında birinci olmuştu.-2006
---
Gönderen Ey'lûl
10 Kasım 2007
31 Ekim 2007
Yol Üstündeki Semender
"herkesin düşlerinden devşirilmiş/ve karabasanlardan."
"benzerim!" Oku geceden süzdüğüm
kanı ve sütü;
yaz ve güz bahçelerinden
damıttıklarımı;
benzerimsen. (s: 56)
Ahmet Oktay
YolUstundekiSemender
www.zeldanilgunmarmara.blogspot.com/2007/08/yol-ustundeki-semender-ahmet-oktay.html
Gönderen Ey'lûl
26 Ekim 2007
SYLVIA PLATH'I ARIYORUM
“Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”.
"I talk to God but the sky is empty."
Mad Girl's Love Song - 1954
Çılgın kızın aşk şarkısı
Yumuyorum gozlerimi,yıkılıp ölüyor dünya;
yeniden doguyor açınca gozlerimi.
(kafamın içinde yarattım seni galiba)
...
yumuyorum gözlerimi,yıkılıp ölüyor dünya
beni buyuyle cektin yataga,bunu dusledim
sarkilar soyledin cilginca,delice optun
(kafamın içinde yarattım seni galiba)
Tanrı düşüyor gökten, sönüyor cehennem ateşleri
Çekip gidiyor melekler de, şeytanın adamları da
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
...
bir fırtına kusunu sevmeliydim senin yerine
bahar gelince gokyuzunu basarlar hic degilse
yumuyorum gözlerimi yıkılıp ölüyor dünya
(kafamın içinde yarattım seni galiba)
sylvia plath
cev:handan sarac
"...Sylvia Plath'ı arıyorum, mezarında buluyorum konyağını yudumlarken..." Ahmet ERHAN
kitap, 1963 - film, 1979
Gönderen Ey'lûl
2 song - Sylvia Plath
Ryan Adams - Sylvia Plath
"Sylvia Plath"
I wish I had a Sylvia Plath
Busted tooth and a smile
And cigarette ashes in her drink
The kind that goes out and then sleeps for a week
The kind that goes out on her
To give me a reason, for well, I dunno
And maybe she'd take me to France
Or maybe to Spain and she'd ask me to dance
In a mansion on the top of a hill
She'd ash on the carpets
And slip me a pill
Then she'd get pretty loaded on gin
And maybe she'd give me a bath
How I wish I had a Sylvia Plath
And she and I would sleep on a boat
And swim in the sea without clothes
With rain falling fast on the sea
While she was swimming away, she'd be winking at me
Telling me it would all be okay
Out on the horizon and fading away
And I'd swim to the boat and I'd laugh
I gotta get me a Sylvia Plath
And maybe she'd take me to France
Or maybe to Spain and she'd ask me to dance
In a mansion on the top of a hill
She'd ash on the carpets
And slip me a pill
Then she'd get pretty loaded on gin
And maybe she'd give me a bath
How I wish I had a Sylvia Plath
I wish I had a Sylvia Plath
Bloody Ice Cream lyrics by Bikini Kill
The sylvia plath story is told to girls who write
They want us to think that to be a girl poet
Means you have to die
Who is it
That told me
All girls who write must suicide?
Ive another good one for you
We are turning
Cursive letters into knives
sözleri;yazan kızlara hep sylvia plath hikayesi anlatılır,eğer bir kadın şairsen ölmek zorundasındır,diye düşünmemizi isterler. yazan bütün kızların intihar etmeleri gerektiğini kim söylemiş?bende daha iyi birşey var,biz işlek harflerimizi bıçağa çeviririz...
Gönderen Ey'lûl
24 Ekim 2007
Sylvia Plath -27 ekim
Sylvia Plath
October 27, 1932-February 11,1963
A Birthday Present
What is this, behind this veil, is it ugly, is it beautiful?
It is shimmering, has it breasts, has it edges?
I am sure it is unique, I am sure it is what I want.
When I am quiet at my cooking I feel it looking, I feel it thinking
'Is this the one I am too appear for,
Is this the elect one, the one with black eye-pits and a scar?
Measuring the flour, cutting off the surplus,
Adhering to rules, to rules, to rules.
Is this the one for the annunciation?
My god, what a laugh!'
But it shimmers, it does not stop, and I think it wants me.
I would not mind if it were bones, or a pearl button.
I do not want much of a present, anyway, this year.
After all I am alive only by accident.
I would have killed myself gladly that time any possible way.
Now there are these veils, shimmering like curtains,
The diaphanous satins of a January window
White as babies' bedding and glittering with dead breath. O ivory!
It must be a tusk there, a ghost column.
Can you not see I do not mind what it is.
Can you not give it to me?
Do not be ashamed--I do not mind if it is small.
Do not be mean, I am ready for enormity.
Let us sit down to it, one on either side, admiring the gleam,
The glaze, the mirrory variety of it.
Let us eat our last supper at it, like a hospital plate.
I know why you will not give it to me,
You are terrified
The world will go up in a shriek, and your head with it,
Bossed, brazen, an antique shield,
A marvel to your great-grandchildren.
Do not be afraid, it is not so.
I will only take it and go aside quietly.
You will not even hear me opening it, no paper crackle,
No falling ribbons, no scream at the end.
I do not think you credit me with this discretion.
If you only knew how the veils were killing my days.
To you they are only transparencies, clear air.
But my god, the clouds are like cotton.
Armies of them. They are carbon monoxide.
Sweetly, sweetly I breathe in,
Filling my veins with invisibles, with the million
Probable motes that tick the years off my life.
You are silver-suited for the occasion. O adding machine-----
Is it impossible for you to let something go and have it go whole?
Must you stamp each piece purple,
Must you kill what you can?
There is one thing I want today, and only you can give it to me.
It stands at my window, big as the sky.
It breathes from my sheets, the cold dead center
Where split lives congeal and stiffen to history.
Let it not come by the mail, finger by finger.
Let it not come by word of mouth, I should be sixty
By the time the whole of it was delivered, and to numb to use it.
Only let down the veil, the veil, the veil.
If it were death
I would admire the deep gravity of it, its timeless eyes.
I would know you were serious.
There would be a nobility then, there would be a birthday.
And the knife not carve, but enter
Pure and clean as the cry of a baby,
And the universe slide from my side.
~Sylvia Plath
Gönderen Ey'lûl
22 Ekim 2007
19 Ekim 2007
Çocukluğun Son Günü
G ü l s e l i İ n a l
"Esir bahçeler içinden soğuk yıldızlara geçiyorum çapraz güneş ilişkilerinden meduza ruhlara siyah tanrıları anmaya o anıtlar mezarından..." /Elektra Uçurumu
Küçük Gece
Hermen düşüyle
saklı inci
acar durur kabuğunu
deniz kökünde
renkleri içmiştir
doğu yönünde
meridyenin inceliğiyle
örülmüş ölüme karşı. /Sif ve Gula
Günseli İnal şair kadınları “bir güzellik düşçüsü” olarak adlandırır.
(...)
"Yosun leşine eş bir cenindim/ büyüdükçe/ siyah kum kollarım/ yıkıp geçiyordum mercan parmaklığını/ arkada/ doruk güllerden bir alan/ boşlukta salınan yüz gibiydi/ esrarlı çekici altüst/ binbir parlak nesneden/ daha altınsı/ bir iç benlik belirdi birden/ göğün hızmasına koşut/ olabildiğince arı ve saf/ bir rüzgarla/ zamanın örtüsü oldu/ en baştaki çiçekliğim//Derin bekleyiş içindeki beden/ kapatılmıştı zamana/ hiçbir arzusu tanınmadan/ kıl payı uzak sarışın kıza/ bir melek ordusu görevdeydi."
"Her Gülseli İnal dizesi, gitgide şiirini daha çok kaybeden yaşama yakılan ağıtın birer yapıtaşıdır. Onun şiirlerini kurarken kullandığı bu yapıtaşları adeta birer karanlık mücevherdirler. Güneşin genç olduğu yıllardan bu yana biriktirilmiş hüznün birer imgesidirler." 2004- "Melek Kolonisi"
(...)
Bir şair tutkusu
Gunseli İnal, Şiir dünyasına adım attığı gençlik yıllarında Nilgün Marmara ve Ece Ayhan'la birlikte oluşturdukları cerbezeli duruş onları Türk edebiyatındaki Yeni Kara'nın öncelleri arasına soktu. Çokları kadir kıymet bilmese de, Türk şiirinin trajik kahramanı aykırı şair Nilgün Marmara'nın eserlerinin günümüze ulaşmasında ve kültleşmesinde birincil rolü oynadı Gülseli İnal. Marmara sevgisi onda öylesine hazin bir saplantıydı ki bu eşsiz şair için çok zaman kendi şiirini ikinci plana atıp fedakârca çalıştı.
Türk edebiyatında da benzer tavırlar içinde oldu Gülseli İnal. Yüksek edebiyatı savundu. Her gördüğü yerde aleladelik ve sefillikle savaştı. Fakat bu ögeler, kimi zaman, Türk edebiyatında o kadar yoğundu ki bir noktadan sonra hiç istemese de; tüm yaşamı savaşa dönüştü. Çok zaman hedef oldu. Buna rağmen şiir için şairce ve adanmışça uğraş verdi. Taviz vermedi. Bu bozbulanık kavgalarda zarafetinden bir şeyler eksilmesine izin de vermedi. Şairlere yaraşır yeni yazınsal kulvarlarda boy gösterdi. Resim sanatına dair edebi ve kuramsal yazılarıyla ilgi derledi. Ve o daima elitist şiirin melankolik kraliçesi oldu. Soyu tükenmekte olan bir türün son temsilcilerindendir Gülseli İnal.
(...)
HİKMET TEMEL AKARSU Radikal
Burhan Uygur / Gülseli İnal Portresi 1983
Kağıt / Karışık Teknik 17 x 17 cm.
Burhan Uygur'un Gülseli İnal şiirlerine özel olarak çizdiği desenlerin on tanesiyle birlikte çıktı Gülseli İnal'ın yeni şiir kitabı: Çocukluğun Son Günü...
ÇOCUKLUĞUN SON GÜNÜ
Gülseli İnal, Telos Yayıncılık, 2007, 147 sayfa
Çocukluğun Son Günü
"Yüzüm karşılıyor her şeyi / sıcağın içindeki soğuğu da / haç biçimli emirle / mutlağın yüzünü karşılıyor / Fırtınayı / opal kasırgaları / çam hurma gül / geçmişteki turbülansın taçları / sonlanmakta rüzgar yörüngede / artık".
Türk edebiyatındaki 'Yeni Kara' akımının en önemli temsilcilerinden olan Gülseli İnal, bu şiir kitabında antikiteye, mitolojiye, kozmolojiye ve astral hayata göndermeler yapıyor ve İnal'ın dizelerine Burhan Uygur'un desenleri eşlik ediyor.
* * * * *
hiyeroglif Ay yazısı ışık kalem
gölgeler tapınağı
avlu
ve genç ağaçlık
girişteki Cella
gölgeleri yutar
aşk kayıtlarıdır bunlar
çatıların yere değdiği
takımyıldızı odaları
kilitsizdir
gökle yer buluşmuştur burada
kutsal bir dans adına
çırpınmaların son bulduğu yerde
deniz başlar
(...)
Bir gün karanlık, öte alemlerden, kar gibi dökülen kristal prizmalar içinde size yabancı, aykırı öyküler anlatan bir masal kadınının imgelerini görmeye başlarsanız o vakit Gülseli İnal Atlası'nın ilk şifrelerini çözdüğünüzü düşünebilirsiniz. O vakit gördükleriniz karşısında boğulduğunuz duygulardan dolayı çıplak ayaklarınızla koşmaya başlayacaksınız her yanı çivili bir yatak haline gelmiş yerküre üzerinde vargücünüzle. Ayaklarınıza saplanan çivilerin verdiği acıları duyumsamaksızın çığlıklarınız yankılanacak dünya üzerinde ve onlar birer şiir adı alacak. Kaynar damlalar cehennem alevi olup akacak gözyaşlarınız yerine. Siz bile şaşacaksınız gözlerinizin becerilerine. O vakit sarsacak bir el omzunuzu sizi kendinize getirmek istercesine:
"Gülseli İnal Evreni'ne hoşgeldiniz" diyecek.
Acılarınızı dudaklarınızda taşıyın; her an fısıldamak için. Kalbinizi iki elinizle sıkıca tutun lavlara düşmesin diye. Ruhsal erişkinlik günlerinize lanet edin; kavramadan önce dünyayı herşey daha katlanılırdı diye. (kapak yazisi)
'Sulara Gömülü Çağrı'1985,
'Lale Sesiydiler ve Yoktular'1987,
'Dolunay' Kalpyso 1988,
'Letoon'1989,
'Dans Natura'1990,
'Bakkaris'1991,
'Sif ve Gula' 1992,
'Saklanmış Levha-Korku Metinleri'1995,
'Chöd Raksları'1998,
'Kayıp Bağlantı'2000,
'Melekler Kolonisi'2004,
'Elektra Uçurumu'2005,
'Çocukluğun Son Günü'2007.
Gönderen Ey'lûl
16 Ekim 2007
15 Ekim 2007
KIRK YILDA BİR GİBİSİN
Biraz Sabahattin Ali'nin "kürk Mantolu Madonna"sıydın; biraz Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur"da anlattığı Nuran, ve en çok da Nilgün Marmara'ydın. Ne yalan söylemeli; yine Tanpınar'ın "Yaz Yağmuru" hikayesindeki o büyülü, o uçarı kadında da senden çok izler vardı. Masum bir sevinç için ikbal yakan kadınlardan sen...
Bir cinnetin, bir karabasanın yaşadığı bu hayatta artık yoksun. İyi ki de yoksun diyorum; çünkü çok acı çekerdin.
Beynindeki esrar da yetmezdi seni avutmaya.
Ölüme kadar, sana olan aşkımı bir sır gibi saklayıp, bu aşka o derin merhametinle bağlandığın için sana minnettarım. Çok yalnızım ve seni çok özlüyorum...
Sen benim için kırk yılda bir gibisin; öyle eksik, öyle hazin, öyle pa-ram-par-
ça...
CEZMİ ERSÖZ - KIRK YILDA BİR GİBİSİN
Gönderen Ey'lûl
13 Ekim 2007
SenNM
…
Bir kez, tünemiş ensemize Nemesis.
…
…
“yaşayakalan ölüm”
…
…
Şimdi’nin bedeni yok,
…
Şimdi'si yitik
…
…
Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin
…
Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!
…
Şendim,şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!
…
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!
…
…
Sevgili küçük ölüm
Dur ayaklarının altını anlayalım,
kaşlarını,eksik kalan yerlerini,
karlar kraliçesini ev içlerinin,
tarihin sonsuz noktalama işaretlerini de…
…
…
Diriminiz yakıyor kendinizi,
…
İşte! Dudağınızdan sızan incecik kan utkusu …
…
doğuyor yeni bir Karmelites Therese.
…
…
Sen,günün ilksaatlerinin kırılganlığında,
şen bir yüzle doğmuştun,biliyorum. Gün,
güçlü soluğu duyduğunu yadsımadı.Gökeller
parmakların efsunla yunarak hayatin özsuyunu damlatacaktı dev sevgilerinin gözkapaklarına evrenin.
…
…
Hiç kullanılmamış bir zamanın gözkapaklarını
açıyorum
…
Çok kullanılmış bir zamanın gozlerini kapattım.
[ 13 subat 1958 - 13 ekim 1987 ]
"Çünkü zaman ben’im, yaralıyım…"
…
…
"Yaslı yüreğin gözyaşı yasası
Nasıl da kaçınılmaz kızkardeş!"
…
…
Ağlardın
…
Örtünmezdin.Artık her inatçı anlayışsız
için, daha başıboş, daha serseri olmaya…
…
…
Korktum Petra, her iniş çıkışında sesinin
Benzerliğinden korktum herkesin bir hayvana.
Yakıyordu senin gözyaşın benim şakağımı
Ve böğürmek isterdim delice, hiç anlamayanlara
…
…
Kötülük denli gerçekti,
Dünyaya karşı güler, gülerdi.
…
Pembe sevgili
Deliliğin oyuncak odasındaydı.
…
…
Geçmiş ağırlığının somut ton ayrımları,
Sevinçten çok acıdan dokunmuş çocukluk giysileri,
Onların uçurumlu renkleri, belirsiz kıvrımları,
Seni örtüyor, beni örtüyor,
…
…
Çocukluk gökdeleninden
Ağır bir çökme töreniyle
Alt-üst-bir yüzeye iniyor
Ağlarken kapanıyor toprağa
Bütün yüksekliği açık düşlerin.
Büyüyor …
…
…
Sığmazsa ruhuna dar saraylar,
Koşar kız kapanır kapkara bir ağaca.
…
Ada, yıldız, değerler birbirlerine
sonsuz bekleyişte…
Bir ters, bir yüz…
…
…
Ben mi koştum bu hünsalığa
Gece taşarken kadın topuklarımdan
…
Gece; ipek dokusu çözüldüğünde
Ellerim: eksik cennetim benim.
…
…
Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
Bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu
…
Yabancıların en yakınıydın sen!
…
…
Üşümüşüm…
Düşlerimin üzeri açıktı, bendim,
…
Ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta… … , O ,
zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğim-den
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
"Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben! "
…
…
Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
- bu şiir –
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
…
…
Daktiloya çekilmis ŞİİRLER
NİLGÜN MARMARA
Gönderen Ey'lûl
11 Ekim 2007
IMAGINE PEACE TOWER
67. dogum yasi 9ekim Lennon hatirasina 1981den bu yana biriktirilen 495.000baris dilegi ile Yoko Ono tarafindan olusturulan dilekagaci ve onu saran baris kulesi...videosu...
What is IMAGINE PEACE?
The biggest online peace event.
On October 9th 2007, John Lennon's birthday.
IMAGINE PEACE as Yoko Ono unveils the IMAGINE PEACE TOWER.
Watch this video - Yoko Ono: About the IMAGINE PEACE TOWER
On October 9th 2007, Yoko Ono will unveil the IMAGINE PEACE TOWER on Videy Island, Reykjavik, Iceland.
Dedicated to the memory of her late husband John Lennon on what would have been his 67th birthday, the IMAGINE PEACE TOWER will shine as a beacon for World Peace.
Sponsored by the City of Reykjavik, the Reykjavik Art Museum and Reykjavik Energy, the IMAGINE PEACE TOWER will be surrounded by more than 495,000 PEACE WISHES from people worldwide that the artist has collected since 1981 as part of her interactive Wish Tree exhibits.
The wishes will be stored in capsules and buried surrounding the IMAGINE PEACE TOWER.
Yoko Ono invites you to join her and thousands of others by sending your PEACE WISHES to the IMAGINE PEACE TOWER for October 9th.
"A dream you dream alone is only a dream,
A dream you dream together is reality."
Yoko Ono
"Imagine all the people living life in peace."
John Lennon
To send your wishes:
Email: imaginepeacetower@mac.com
Post: IMAGINE PEACE TOWER, P.O. Box 1009, 121 Reykjavik, Iceland.
I hope the IMAGINE PEACE TOWER will give light to the strong wishes of World Peace from all corners of the planet and give encouragement, inspiration and a sense of solidarity in a world now filled with fear and confusion.
Let us come together to realize a peaceful world.
Yoko Ono
ALL content in this bulletin is the sole property of Yoko Ono - please repost!
This bulletin compiled by Trish, using ONLY content borrowed from the two Yoko Ono pages linked below:
http://www.imaginepeace.com
http://www.myspace.com/officialyokoono
IMAGINE PEACE!
Gönderen Ey'lûl
10 Ekim 2007
AŞK VE İNTİHAR
"en eski aşıklar " - KAZI MEZAR
Ilısu Baraj Gölü altında kalacak tarihi eserlerden, Hakemi Use Kazısı'nda günümüzden 8 bin yıl öncesi, Neolotik (Yeni Taş Çağı) dönem , "Dünyanın en eski aşıklarına ait mezar" bulundu. [Diyarbakır'ın Bismil ilçesi]
Yaklaşık MÖ 6 bin 100 tarihlerine ait bu mezar icin, Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halil Tekin, şöyle konuştu:''Henüz bilimsel çalışmalar sonuçlanmamış olmakla birlikte, otuzlu yaşlarda bir erkek ve yirmili yaşlarda bir kadın, yan yana gömülmüş ve gömme şekillerinden aynı zamanda öldüklerini anlıyoruz. Bireylerin gerçek yaşları ve ölüm nedenleri, geçirdikleri hastalıklar veya belki de ölüm nedenleri bir aşk cinayeti de olabilir.
Başları Güneydoğuda olan bireylerden erkek olan sırtını kadına dönmüş daha genç olan kadın ise bir elini erkeğin omzuna doğru uzatırken bir bacağını da erkeğin üzerine atmış durumdadır.
Geçen yıl İtalya'nın kuzeyinde Verona şehri yakınlarındaki Mantua kazısında gün ışığına çıkartılan ve MÖ 5 binlere tarihlendirilen bir erkek ve bir kadının gömülü olduğu mezardan yaklaşık bin yıl daha eski olan Hakemi Use bireylerinin gerek aynı mezar içinde yer almaları, gerekse yatış biçimleri bunların karı-koca veya sevgili olduklarını düşündürmektedir. Bu ön bilgilerin ışığında Hakemi Use çiftine, kazılarda saptanmış 'Dünyanın en eski aşıklarına ait mezar' diyebiliriz. ''
AŞK VE İNTİHAR
24 eylul 2007 (GORZ & DORİNE)
Gerard Horst - GORZ
“Aşk, toplumsal bir aykırılıktır. Çünkü bir insanı topluma yeğler ve totaliter rejimler için tehlike oluşturur. Nazizm ve Stalinizm’de, aşk bu yüzden topluma ihanet olarak kabul edilmiştir. Evlilik, toplumun aşkı zapturapta alabilmek için icat ettiği bir yöntemdir.” Gorz
asıl adı Gerard Horst olan Andre Gorz, 1923 yılında Viyana'da doğdu. Babası Yahudi, annesi Katolik'ti. Hitler'in Avusturya'yı Almanya'ya ilhak etmesinin ardından, Lozan'a mülteci olarak yerleşmiş ve kimya eğitimi almıştı. Ardından, Lozan'da, Paul Valery ve Jean-Paul Sartre okuyarak hayatına yepyeni bir rota vermişti. Britanya yurttaşı olan Dorine'le Lozan'da tanıştı. Sartre ve Beauvoir ile de...
Dorine, savaşın parçaladığı bir ailenin akrabalara terk ettiği "evlatlık" yarasını taşıyordu yüreğinin derinliklerinde.Ama Dorine’di.
Andre Gorz kimdi, daha doğrusu hangisiydi taşıdığı isimlerin? 1923’te Viyana’da Yahudi doğduğu için vatanından kaçmak zorunda kalan Gerard Horst mu? L’Express dergisindeki röportajlarını ve kurucuları arasında yer aldığı Le Nouvel Observateur’deki başyazılarını, ” “Fransızlar Alman ismi sevmez,” diye Michel Bosquet adıyla imzalayan ekonomi düşünürü mü? Yoksa, “Bir Ahlak İçin Gerekli Temeller”, “Maddesiz” gibi felsefi teori kitaplarını nihayet Andre Gorz adıyla yayınlayan dev yazar mı?Kuşkusuz hepsi ve hiçbiri. Sonuncu adıyla Andre Gorz’un isim çokluğu, onun da taşıdığı çocukluk yarası, ülkesinden kopmuşluğun, ailesinden dışlanmışlığın, göğsünde tarif ettiği ve sanırım aidiyetsizlik demek olan boşluğun ifadesiydi.
Kış erken gelmişti 1947’de. 23 Ekim gecesi kar yağmıştı. Genç bir adam, kar kaplı sokakta arkasından koşup yetiştiği genç kıza, “Bu gece sizi dansa götürebilir miyim?” dedi.Genç kızın adı Dorine’di, İngiliz doğmuş bir vatansızdı ve o karlı Saint Germain des Pres gecesi, bir başka vatansızın kollarında bulduğu aşk, anayurdu oldu.1949’da evlendiler.Tam 60 yıl süren o aşkın mektubu, iki yıl önce yazıldı, karlı gecede arkasından koşan ve artık yaşlı bir adam olan filozof âşık tarafından. 70 sayfalık bir kitap olarak basılan “D.’ye Mektup”
Dorine’e aşk mektubunu yayınladığında, “dünyadaki son kitabı” olacağına karar verdi ve açıkladı Andre Gorz. Ölümü kaçınılmaz aşkına son armağanı, onunla birlikte intihar etmeden önce insanlara Dorine’i kendisinin sevdiği gibi sevdirmeye çalışmak, tarihe ondan bir iz bırakmak oldu. “D’ye Mektup”un son satırlarında ise kendisi için de ” ondan sonrası “olmadığını şu satırlarla anlattı: “Birbirimizden sonra yaşamak istemezdik. Hep dedik ki, imkânsız gerçekleşse ve ikinci bir yaşamı olsa her birimizin, yine birlikte yaşamak isterdik.” Mine G. Kırıkkanat
Dorine & Gorz
Fransız düşünür Gorz, kanser hastası karısı Dorine’in ölümüne dayanamayacağı için geçen ay onunla birlikte intihar etmişti. Karısına aşkını anlattığı mektup şimdi 75 sayfalık kitap olarak Fransa’da bestseller.
ÜNLÜ Fransız filozof Andre Gorz’un geçen ay birlikte intihar ettiği hasta karısına yazdığı aşk mektubu bestseller oldu. Efsanevi düşünür Jean-Paul Sartre’ın da yakın arkadaşlarından olan 84 yaşındaki yazar ve düşünür Gorz, Vosnon köyündeki evlerinde İngiliz asıllı eşi Dorine ile birlikte 24 Eylül’de ölü bulunmuştu. Gorz, uzun süredir kanserle mücadele eden ve giderek durumu kötüleşen eşinin ölümü fikrine dayanamadığı için onunla birlikte zehirli iğneyle ölümü seçmişti. Gorz’un ölümlerinden bir yıl önce hazırladığı mektup, "D’ye Mektup: Bir Aşkın Hikayesi" adıyla 75 sayfalık bir kitap olarak piyasaya çıkar çıkmaz Fransa’da bestseller oldu. Bu mektupta Gorz, çok kimsenin bilmediği gerçekleri de kaleme aldı. 1960’ta İsviçre’de bir kağıt oyunu sırasında tesadüfen tanıştığı bu güzel kadın, onun hayat arkadaşı ve profesyonel ortağı olmuştu. Dünyaya kazandırdığı eserlerin "onsuz" hiçbir değeri olmayacağını yazmıştı. Mektup şöyle başlıyor: "Yakında 82 yaşında olacaksın. Boyun 6 cm kısaldı ve 45 kiloya kadar düştün ancak hala güzelsin, zarifsin ve arzulanıyorsun. Birlikte yaşadığımız 58 yıl geçti ve ben seni her zamankinden daha çok seviyorum. İçimde; göğsümün kovuğunda, sadece senin sıcak bedeninin benimkine dokunmasıyla doldurulabilecek, yiyip bitirici bir boşluk taşıyorum."
Bu evde birlikte öldüler
Andre ve Dorine Gorz, Vosnon köyündeki bu evde birlikte ölmeye karar verdiler ve öyle yaptılar. Gorz’un Le Nouvel Observateur dergisini birlikte kurduğu arkadaşı Serge Lafaurie, "Yorulmak bilmez entelektüel bir yol arkadaşı ve sekreteri olarak iyi ve kötü gününde yanında olan kadına borcunu ödemesi gerektiğini hissetmiş" diyor. kynk:Hurriyet
Andre Gorz ve 58 yıldır hayatı paylaştığı Dorine, 24 Eylül 2007'de birlikte ölmeyi seçtiler. Gorz 84, 20 yıldan beri acımasızca ilerleyen bir hastalığın pençesinde olan Dorine 83 yaşındaydılar. Andre Gorz, eşinin hastalığı ortaya çıktıktan sonra, kurucuları arasında yer aldığı Nouvel Observateur dergisinden 1983'te emekli olmuş, Paris'e bir buçuk saat mesafede, büyük bir bahçe içinde yer alan müstakil bir eve taşınmış ve hayatının büyük bölümünü, ıstıraplı bir hastalığa karşı mücadele veren karısının bakımına hasretmişti.
Tam bir yıl önce yayınladığı, D.'ye Mektup. Bir Aşk Hikâyesi başlıklı son kitabında, Dorine'e olan büyük aşkını ve bu aşkı hayatının son deminde bütün varoluşsal derinliğiyle yeniden keşfedişini anlatıyordu. Kendi ismiyle özdeşleşen eserlerin gizli kalmış ikinci isminin, 1947'de tanıştıkları tarihten itibaren hiçbir zaman kesilmemiş olan yoğun bir diyalog sürdürdüğü Dorine olduğunu kitapta ilan ediyordu. Yaşadığı yoğun düşün yaşamı nedeniyle ona yeterince zaman ayıramamış olmaktan dolayı ne denli pişman olduğunu da, bu aşk mektubu vesilesiyle son derece güzel bir üslupla dile getirmişti.
D.ye Mektup'u okuyanların bu birlikte intihar haberine çok şaşırmamış olmaları gerekir. Gorz, Dorine'le yaşadığı aşk tutkusunu, 'ötekiyle, ve sadece onunla, ruh ve vücut olarak bir tür titreşime girme hali' olarak betimliyordu. Kendisini 'var eden'in Dorine olduğunu, bu tutkulu aşklarının 'felsefenin ötesinde ve dışında', 'başka bir dünyaya ulaşmalarını sağladığını' belirtiyordu. 24 Eylül günü onları ziyarete gelen yakınları, kapının dışında 'jandarmaya haber verin' ikazını ve çiftin yerde yan yana yatmış vücutlarını buldular. Dorine'in hastalığı çok büyük acılarla, son safhaya gelmişti. Birinin ölümü diğeri için ölümden de beter bir boşluk yaratacaktı. 'Geride kalan olma'yı Gorz kabul etmedi. Birlikte düşündüler, ürettiler, mücadele ettiler, sevdiler, yaşlandılar ve birlikte bize veda ettiler.
AHMET İNSEL Radikal
KLEİST & HENRİETTE / ZWEİG & LOTTE
Heinrich Von KLEIST (1777, Frankfurt - 1811, Berlin)
Stefan ZWEİG (1881,Viyana - 1942,Brezilya)
Heinrich von Kleist
Stefan Zweig’in dediği gibi “Hiçbir ölüm, Heinrich von Kleist’inki gibi ezgili ve coşkun” olmamıştır. Alman şairi Kleist, ölümcül bir hastalıkla pençeleşen sevgilisi Henriette’nin kendisini öldürmesi ricasını canına minnet sayarak onunla birlikte yaşamına son verir.
Zweig’in yazdığına göre Kleist ve Henriette, neşeli bir çift nişanlı gibi bir kır kahvesine gider ve kahvelerini içip çimenler üzerinde şakalaşırlar. Bir müddet sonra da iki el silah sesi duyulur. Kleist, ilk kurşunu Henriette’nin yüreğine, ikincisini de kendi ağzına sıkmıştır. Kleist’in ‘harika bir ölüm’ arzuladığını ve yaşamı boyunca kendisiyle ölecek bir kadın aradığını yazan Stefan Zweig de ne yazık ki tıpkı Kleist gibi eşi Lotte ile birlikte yüksek dozda ilaç alarak ölüm köprüsünden geçmiştir. İntihar ettiği gün, eski eşine yazdığı mektupta ise II. Dünya Savaşı’nın ruhunda açtığı yaraların izleri kanamaktadır. MEHMET TUNCER
Stefan Zweig
'Ben, sabirsiz ben, onlarin onunden gidiyorum'
Tarihler 1933'u gosterirken, Nazilerin yakmaga basladiklari kitaplar arasinda 5. Zweig'in eserleri de yer aliyordu. 1934 yilinda, Nazilerle Stefan Zweig arasindaki catismalar doruk noktasina ulasinca, Zweig'dan "savunma" istendi ve hemen arkasindan, Zweig'in Kapuzineberg'deki evi basilarak, silah aramasi yapildi. Bu ugrasmalar uzerine Zweig, ailesini bile yanina almadan yurdu terketderek Londra'ya yerlesti. Zweig 1937'de karisi Frederike'den ayrilip bir yil sonra Portekiz'e giderken yaninda Lotte Altman adinda genc bir kadin vardir. O siralarda Avustralya, Alman Reich'ina katilir ve Zweig da Ingiliz vatandasligina gecmek icin muracaat eder. Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden Alman sairi Kleist'in biyografisini yazarken soyle diyordu: "Bazen olmeyi beceren ve olumden zamani asan bir siir yaratabilen biri de bulunmalidir." Yazdigi kitaptaki gibi, olumden bir siir yaratarak oldu kendi de.
Bir Satranc Oykusu'nun finali, yazarin, 1942 yili baslarindaki ruh halini yansitir. Umutsuzluk icindeki Zweig, en sevdigi yazarlar olan Goethe, Homeros ve Shakespeare'de teselli ariyordu. Okumak icin bir seyler ararken, tesedufen Montaigne'in "Denemeler'ine rast gelir ve okur. Montaigne, olum karsisinda ozgur olmak istiyordu. Zweig da, Naziler'den kurtulus icin tek care olarak olumu goruyordu.
1942'nin 14 subat gunu, kari- koca Zweig'lar Ernest Feder ile beraber, meshur Rio Karnavali'ni seyretmeye gittiler. Stefan Zweig, neseli ve huzurlu gorunuyordu. Rio de Jonerio'da karnavalin yapildigi sali gunu , "Singapur Olayi" ile gazete mansetlerini okudu: "Daha Fazla Direnmek Imkansiz ! Ingiltere'de Derin Uzuntu!" Baska bir haberde de sunlar yaziliydi:"Suveys Kanalini Hedef Alan Alman Hucumu, Libya'da!"
Zweig, bu mansetler karsisinda gecirdigi soku, cevresindekilere belli etmemek icin bosuna ugrasti. Aniden, karnavali seyretme istegi yok oldu ve hemen karisi Lotte ile birlikte Petropolis'e dondu.
23 Subat 1942 sabahi, Rua Gonselves Dias, 34 , Petropolis adresindeki yatak odasinin kapisi, ogleye kadar acilmadi. Bu durumdan suphelenen hizmetciler, polise haber verdiler. Yatak odasina giren polisler, sirtustu yatan Stefan ile elini onun gogsune koymus olan Lotte'yi buldular. "Veronal" adindaki ilactan almislardi. Titizce duzenlenmis masanin ustunde, pullari bile yapistirilmis olan veda mektuplari duruyordu. Ayrica, Petropolis Valisi'ne hitaben yazilmis, "Deklarasyon" baslikli bir mektup vardi:
"Kendi istegimle ve bilincli olarak hayattan ayrilmadan once, son bir gorevi yerine getirmege kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve calismalarima, boyle iyi ve konuksever sekilde kucak acan harikulade ulke Brezilya'ya ictenlikle tesekkur etmeliyim. Her gecen gun, bu ulkeyi daha cok sevmeyi ogrendim ve benim lisanim konusuldugu dunya, bana gore mahvolduktan, ve manevi yurdum Avrupa'nin kendi kendisini yoketmesinden sonra, hayatimi yeni bastan kurmayi daha fazla isteyebilecegim bir yer daha yoktu. Ama 60 yasindan sonra, yeni bastan baslamak icin ozel guclere ihtiyacim vardi. Benim gucum ise, uzun yillar suren yurtsuz gucum sirasinda tukendi. Boylece, ruhsal calismasi, her zaman en buyuk sevinci ve bireysel ozgurlugu bu dunyanin en buyuk nimeti olan bu hayati, zamaninda ve dimdik sona erdirmek bana daha dogru gorunuyor. Butun dostlarimi selamlarim! Umarim, uzun gecenin ardindangelecek olan sabahinkizilligini hala gorebilirler! Ben, cok sabirsiz olan ben, onlarin onunden gidiyorum. "Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır ” Zweig Devlet töreniyle Petropolis Mezarlığına gömülür.
kynk:MEHMET SEBATLI
FREDERİKE(ilk eşi)
ZWEİG & LOTTE (2.eşi Charlotte Altmann)
Gönderen Ey'lûl