^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

03 Eylül 2007

SOYSAL EKINCI



"..kendisini, boyundan da kısa bir dala asarken, hem soysal ekinci hem de de isa suretiyle ali, aramızda yine, uzak bir dilmunlu.. " Mehmet Çetin mart’07, a’dam

"...Şimdi, Kürt anaları yapıyor bunu; başlarına ideolojinin dikenli tacı geçirilmiş çocuklarının ölümünü kutsuyorlar, ve yalnızca ölümünü, onlara öyle öğretildi ki, çocuklarının yaşamaları bazen ihanetle eşdeğerdir. “İstemem son ölümüm olsun bu” demişti Soysal Ekinci, “yaşamak bir ihanet sayılıyorsa eğer!”
Göğsü ölümcül süngü darbesiyle yaralanmış anasına şöyle yakarıyordu Soysal:
“Xwînê bimale ku bimijim!” Kanı sil ki emeyim! Kınını yakan alevden kılıçlardan biri de oydu, Beyoğlu’nda bir bekar evinde asmadan önce kendini..."Arman Şen

"..Eylül döneminde ve cezaevlerinde bulundukları sıralarda şiirlerini kaleme alan ya da kitapları yayınlanan şairlerin sayısı az değildir: Emirhan Oğuz, Emir Ali Yağan, Ersin Ergün, Fadıl Öztürk, Halil İbrahim Özcan, Mehmet Çetin gibi şairler kısmen şiir serüveninde yolculuklarını sürdürdüler. Bazıları şiirlerini kendi yorumlayarak (Aydın Öztürk gibi) yola devam etti. Bazı şairler ise 12 Eylül’den doğan sekter ırkçı ve gerici ortam içersinde yokedildiler: Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok…
"Soysal Ekinci” gibi şairler ise gördükleri ağır işkencelerin üzerlerinde bıraktığı etkiler yüzünden aramızdan ayrıldı..."Tamer UYSAL


"..Soysal Ekinci ile ölümünden dört-beş yıl önce tanışmıştım. Her zaman içine kapanıktı. Cezaevinden çıktıktan sonra, bir tepki olarak “susma” kararı almıştı.Hiçbir yerde konumlanamamıştı. O dönemde, Taksim’de oturan belli insanlar nedense hep intihardan söz ederler, solcu şairler, intiharın edebiyatını yaparlardı. İntihar edene saygı duy, ama edebiyatını yapma.”
“Almanya’dan döndükten sonra intihar haberini televizyonda izledim. Ölümünden sonra birdenbire pek çok insan “Soysal’ın yakın arkadaşı” oluverdi! Gazetelere demeçler verdiler. Oysa yakın arkadaş filan değildiler, hatta Soysal’ın özellikle arkadaş olarak görmediği kişilerdi. İntihar edebiyatının yanı sıra başka bir edebiyata başlamışlardı: Ölümler üzerinde kendini kurma... Soysal’ın çaresiz kalması beni üzmüştü. Çalıştığı yerden parasını alamadığını yazmam insanları kızdırdı. Öyle ya,solda ne olursa olsun, bir şey söylenmeyecek, ölen öldüğüyle kalacak ve devrimciler arasında “büyük devrimciydi” diye konuşulacak. Soysal intihar etmeden önce yazdığı Çağrı adlı kitabındaki bir şiirinde şöyle diyor: Aydınlar ahh en yakınındakine bile uzak duran aydınlar!... / Her devinime anlaşılmaz bir homurtuyla karşı çıkan aydınlar / elektronik çağın oyduğu çağdaş mağaralarda / Ağzından köpükler akıtarak sahte bir esrime gösterisiyle / Çıkar dilenen şeyhler gibi, aydınlığı zikreyleyip karanlıkta yaşayanlar.”
HACER YILDIRIM-2005


İLK- KISSA
Kırkına kadar ne aşk ne ölüm umrundadır insanın
Her şey hayvani bir intikam duygusuyla harcanır
Düşüncenin ince denizinden güneşe serilmemiş bedenler

Durmadan kendine sıcak bir yatak aranır
Kırkından sonra bütün ibadetler US'lu bir dost içindir
Her anı başka bir pişmanlıkla yaşanır
Ki soysuzlar aklanırken kamuda soylular karalanır
Soysal EKİNCİ


(1954Kars- 4eylul1994Ist.) Soysal EKİNCİ

1954 yılında Kars'ta doğdu, 4 Eylül 1994 tarihinde İstanbul'da yaşamına son verdi. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu'nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü'nü bitirdi.

Siyasal kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı.

1983 - tekrar gözaltı

1983-1989 yılları arasında İstanbul'daki cezaevlerinde tutuklu kaldı.

1989 yılında Çağrı adlı kitabı toplatıldı ve hakkında iki ayrı dava açıldı.

Şiirleri cezaevi günlerinde çeşitli dergilerde yayımlandı. 1991 yılında "susma" kararı aldı. Toplumsal yurt ve dünya tarihini, bireyi yoksaymadan sorgulayan, dilin olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu debisi yoğun şiirler yazdı.

YAPITLARI
Biri Yitik İki Ülke (Ekim 1989, Belge Yayınları),

Çağrı (Kasım 1990, Alan Yayıncılık),

Yıkıntılar Altında (Ekim 1991, Alan Yayıncılık)

Toplu Şiirler (1995, tüm şiirleri, ölümünden sonra)



CAGRI
Çagri"Döndügümde seni buldum" diyor Soysal Ekinci. "Eris yüregimin orta yerine" diyor. "Iyice gir / Ordadir sorgucu cellatlardan saklanmis / Ne varsa sana dair."Döndügü yerin neresi oldugunu animsamakta zorluk çekenler için "Döndügümde" sözü yanilsamalara yol açabilir.Ama ne ülkesinden ne de sözünden döndügü var sairin. Sözlerine tüm yüregiyle asiliyor. "Berde Daye, / Çok zaman oldu seni / Onurlu ölümlerin bedel toplayicilarina teslim edeli, / Çok zaman oldu Yitik Ülke'yi aramanin yollarina düseli.""Ey gökyüzü / Ey gün batimini gölgeleyen ala bulutun / Yaman günesin önündeki huzursuzlugu / Ey Ararat, ey dört mevsim bilmez kar / Ey Süphan, ey serin rüzgar / Ey Nemrut, ey deli bahar / Orta Dogunun Orta Yerinde "Özgürlük isteyen bir halk var!"(Arka Kapak)



ÇAĞRI
Düşüncenin sarsılmaz yeraltı kayası
Doğru tavrın çekinmeden sırtını dayadığı
Sevmektir kendinden öte
kendin için, özverinin anlamı

duyduğumuz her çığlık bize yönelmiş bir çağrı demektir.
Ve bu çağrıya doğru
YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarında
sesli düşünmektir şair...

I
YİTİK ÜLKE dedim şiirimde adına
YİTİK ÜLKE demişti şairler
işgal altında kanayan bütün topraklara

Yeni kanunlar çıkarıldı senin için
adının yazılması yasaklandı
Hepsi birbirinden geri
hepsi de küf-pas içinde birer cunta genelgesi

Şimdi
SONSUZLUK ÜLKESİ’NDE diye başlar söylencesine
senin tarafını tutan, senden yana haber veren aydınlar

daha nice güzel şiirler yazacak bu ülkenin şairleri sana
ucuz tütünler sararak geceleri çıkıp kentlerin varoşlarında
tutsaklığına sığınarak şiirin uzun ve yoksul kışlarda
-en zifiri karanlığı bile mecbur ederler
düşlerindeki aydınlığı yaşamaya
-kızılçıraların isli alevlerinde ezberlenmiş
sıcak türküler okunur gülümsemelerinde-

Ve kuşdilinde kekelerden
Cahil-aydın/ büyük-küçük bütün burjuvalar
Yangın yerlerine boşalan uzun sağanaklar gibi
KÜRDİSTAN KÜRDİSTAN diye diye önce onlar çözdüler
Dillerini
Şiirlerine sarıp en güzel düşlerini YİTİK ÜLKE’ye göçtüler
ve uykusuz gözlerinden çiğ tanesi döktüler geceden önce
rüyaları işgal devriyelerince basılan ergen kızların
uçuklamış memelerinde

Ve işgal askerleri
ispirtonun renk verdiği yüzleri
yuvalarından fırlamış kanlı katil gözleri
ve haki
ve yeşil
ve irinli özleriyle
Kürdistan’ın yarasını oydular
Kabukverdi soydular
kabukverdi soydular
kabukverdi kurumadan soydular

Artık ne kuruyabilir
ne de kabuk verir
kızıla kesmiştir de et ve kemik içinden
Oluk oluk akmaktadır yaralar

YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ne kadar çok gençoğul vuruldu sende
Adlarıyla kimlikleri birbirine karıştı
-hiçbir dağa konduramam, hiçbir suda arayamam eşgallerini-

Hiçbirinin yeri dolmuyor yüreğimde
Kuşak dedimse gökkuşağı değil öyle
Sen bakarsın, o görünmeden boyverip süzülür
Dile kolay, bir çocuk çeyrek asırda ancak büyür

Bütün dağlar düzlensin istiyorum şimdi
Kesilsin kafaları bütün başıboş suların
Ve özgürlük rüzgarıyla gelen devrim dalgalarından öte
Kanatları bütün fırtınaların

-Nasılsa kıracaklar ökseye gelmemiş yanlarını da
göçebeliğimin-

YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ey bütün çağlara eşkıya barındırmış dağlar
Ey gökyüzü YİTİK ÜLKE’nin
Bunca ölümü nasıl kaldırır tanrıların
Bütün yıldızların dilsiz mi senin
Ve bulutların ölüdenizler gibi durgun
Günboyu ateşler içinde bir yanın, bir yanın suskun

Sonun başlangıcını bildiren ilkkurşun daha dün atıldı
Her gün yeni bir KIZILDERE yaşanır
Her gün NURHAK gibi bir dağ ateşler içinde kalır

Bir hayvansı kavga bu Doğu’nun çöl sıcağında
Sermayenin yılansı ağzından çıkıyor bütün buyruklar
Savunmanın imkanı yok bu ormanda kendini tek başına
Ağızların ölüm kanunlarıyla gelir çıngıraklı kuyruklar

Katiller eğlendirmez gece-gündüz hiç durmayan sazların
Ne yazık,
Yeşil aygırların en ucuz vaadlerine kendini satar kızların
-işgal bayrakları çekilerek ilan edilen düğünlerin
hüzünlü halaylarında
mor koyun ve ter kokan KÜRT keçelerinin yumuşaklığında
yağ ve baharatın buharlaştığı çıldırtan saçkavurmalarında
sonra
korkak ve buyurgan emirler eşliğinde dolup boşalan
malak ciğerli adamların itaatkar saldırganlığında
yürekleri ihanetle çarpan ağaların atsırtı zamparalığında

YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Öldürümün sesidir işte bu sendeki, ihanetin sesidir
Ki savaşı duyan herkesi bir yana çağırır
Ve onu
Ne ırmak, ne bulut, ne güneş, ne de rüzgar kurtarır


-Cahildir halkın, korkaktır
ve üstünde yüzlerce insani kusur
ve talancıların ayak izlerinde adı okunan
bir Osmanlı Sipahisi kadar vahşi ve cesur
ne tam bir ümmeti muhammet’tir, ne de asrını yaşayan bir
ulus
umutsuzluğun resmini yüzlerinde bulursunuz
mutsuzluğun resmini yüzlerinde-

ÖZEL TİM yaldızlarını kuşanıp dağlara çıkan
İnsan avcılarını gördükçe
Gözümdeki bütün renkleri kan alır

-Kana susamış aslan kesildiler
yüreğimden akan kanları toplayıp alınlarına sürerler
oysa ETYEMEZDİ çoğu şehirde
bir kuş için gökyüzümün
kanı akar düşünceye-

insan avcıları
ey insan avcıları
haydi çalın
haydi çalın
çalın artık ellerinizdeki savaşın boynuzborularını
ey yüreklerini ciğerleriyle üfleyen bando mızıkacıları
ey saçları sıfırnumara şişkarınlı soldatlar
parlasın havada kıçlarınızdan sarkan aybaltalar
çalın da
görünsün kemerlerinizden sarkan kanlı kesik kulaklar

ve sonra
patlasın başınızda
direnişin kahreden LULULU’ları karşısında canagelen
ölüme tanık sunaklar
bir kadın Yitik Ülkede
savaş döküntüsü bir cemsenin arkasına
bağlanmış saçlarından
canvermek üzeredir
Kandır bu
İçindeki bu kavganın mahşerinde kurulacak bir divana
Akan
Ölmeden önce tırnaklarıyla kendi göğsüne çizmektedir
Çentiklerini
Kandır bu
Kaynar kızıl boyalardan çıkarılan halı iplikleri gibi süzülen
Kandır bu
Bir zamanlar eldeğmemiş güzeylerde koşarken
Kalçalarını döven kuzgini saçlarından dökülen

Bir çocuk/koşuyor paytak adımlarla
Onbeş aydır büyüyen arsız açlığını bir memeye bağlayan

Ağlıyor
KANI SİL DE EMEYİM
KANI SİL DE EMEYİM diyor

XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE BIMIJIM

Analar ki bütün acılarımızın önünde sadece ağlayandı
Ve en haklı kavgalarımızda bile bizi hep arkamızdan vurandı
Ey yeryüzünün gelmiş-geçmiş bütün tanrıları
Gelin de çözün şimdi bu ananın kulaklarımıza üflediği fısıltıları

Kuremen Xetire de
Seni emzirecek yüzlerce meme var, yüreğim paramparça
Paramparça topraklarım ve kül yığınıdır dağlarım
Kızgın lavlar gibi akmaktadır uçurumları doldurmaya
Göğüslerin paramparça ve rahim yok yerinde
Rahmim kıyılmış kanlı et parçaları gibi ...
(...)

Soysal Ekinci

diger siirleri:http://www.siirgen.org/siir/s/soysal_ekinci/index.html
---

SUNU/ NILGUN MARMARA

SUNU


Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım/gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde;bu ölçümsüz gökyüzünde...

Nilgun

---

02 Eylül 2007

NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ / Cihan Oğuz

NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ

İntihar olayına adli makamların bakış tarzını hiç düşündünüz mü?... İntihara giriştiği halde kurtulan birisi için, “vaka bültenleri” şöyle der: “...Hap içmek suretiyle intihara teşebbüs. Sanık 1, elde.” Bunun anlamı, intihar eylemini başarısızlıkla sonuçlandıran 'sanığın' sorgusunun yapıldığıdır! Eylemi 'başarmış' birisi için de şu tür bir ifade kullanılır: “İntihar olayı. Sanık (yok)” Bu ikincisi, kendisini öldürmüştür. Yani, sanık, kendisiyle birlikte 'sıfatını' da yok etmiştir!
Aslında, kriminolojinin de intihara bakışı bundan farklı değil: Bir “suç” ve “fail” ilişkisinin bütünlediği sıradan bir olgu!... Edebiyat ve sanatta olsun, felsefî platformda olsun, intihar üzerine öyle çok ve benzeri kuram ortaya konuldu ki, bu “vazgeçilmez” konu kaynağı giderek 'çekiciliğini' yitirdi. Pratikte ise ne yazık ki hâlâ geçerliliği mevcut...
Nilgün Marmara. Bu isim de adliyenin günlük vaka bültenlerinde mutlaka okundu. Ertesi günü gazetelerin ufak tefek köşelerinde, gizlenmekten ayrı bir tad alır gibi, dokunaksız, yalın biçimde yazıldı. Adli vaka bültenlerinde şairlere 'imtiyaz' tanınmadığı için de, zina, hırsızlık gibi “suç çeşitleri” arasında yer aldı.
Nilgün Marmara, intiharı henüz soğumamış bir şair. Bu, intiharın sıcak bir olay olduğu imajını yaratmak için söylenmiyor tabii; Nilgün, şiddetini kendisine yönelteli daha iki yıl bile olmadı, yalnızca bunu vurgulamak istiyorum. Nilgün'ün intiharının neden ve sonuçları da, en azından bugün için, kapsamı genişletilerek irdelenecek denli tarihsel boyutta değil. Şiirlerinde oldukça yoğun biçimde yer alan kimi ipuçlarının değerlendirmesini ise “edebiyat savcılarına” bırakmak, en doğrusu.
Nilgün Marmara 'nın “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”indeki izlekten yola çıkarak, intiharı yeniden sorgulamak, bu yazının tek konusunu oluşturuyor.
Niçin?/Sorgulamak?...
Bu iki 'ayrı' gibi görünen soruya verilebilecek pek çok yanıttan yalnızca biri bizi ilgilendiriyor: İntihardaki fetişçi boyutu aşabilmek ve onu daha özgür bir yaşamın yaratılabilmesi konusunda tehdit aracı olarak kullanabilmek için.
Tam da bu noktada, yeni bir tartışma konusu açmanın gerekliliğine inanıyorum. Evet, intiharı modern çağ keşfetmedi. Ama sorgulayabilir. Tersinden alalım; intihar, daha adil bir dünya yaratması için insanın kendisini tehdit etmesi olarak düşünülemez mi? 'Modern çağ'ın orta sınıf ahlakına mensup psikologları gibi, “aman insanlar çok yaşayın, yaşamak çok güzeldir” öğütleri vermek istemiyorum elbette. Buna hakkım ve haddim yok. Ama, bu ikisinin ortasında geçerli olabilecek bir nokta var. Bu keşfedilmeli.
İntiharın fetişçi boyutu ise, Nilgün'ün şiirlerinde en yoğunlaşmış biçimiyle yer alıyor:
“Bu sonsuz yeryüzü satırında
Kararması gözlerin, dönüşü başın
'Al, geri ver ve yok et kendini'
der
Kısa, kesik hecelerle” (s. 115)

“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım/gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde;/ bu ölçümsüz gökyüzünde...” (s. 20)




Nilgün, “gelecek zamanlı düşler”in çatıldığı, “şuncacık yer” diye nitelediği 'mütevazı' mekanını açıklamaktadır: “Bu ölçümsüz gökyüzü”... Ölümün eşiğine gelebilme cesaretini ya da kararlılığını bulmuş bir şair için ne büyük başarı! Artık, tanrısallık boyutuna bile ulaşılmıştır:
“Göz mü yanlış rengiyle?
Kışlar mı yaşam aralığı kadına?
Kutlandık ezgisi böyle uzak,
Yalnızlık, yalnızlık bitimsiz.
Gece; ipek dokusu çözüldüğünde
Ellerim; eksik cennetim benim” (s. 136)

Anlamlandıramadığım bir konu daha var: Adli vakalarda, sanığın ölümü sonucu davaların düştüğü malum: peki, eleştirideki adillik ölçütleri niçin adlilik anlayışıyla doğru orantılı olsun?... Nilgün'ün şiiri, yabancılaşan bir dünyadaki yalnız bireyin kimliğidir. Bu öyle bir kimliktir ki, bazen etik düzey cılız bir müdahale biçiminde belirir: "Çünkü denizin de düzeni vardır,/yaşayanı içinde dönüştürür.” (s. 17)
İşte bunu sorgulamak, yaşayanı içinde dönüştürebilen denizin yasalarını kırmak için hiçbir şey yapmaz Nilgün. Yalnızca, nedeni kendisinden menkul bir edilgenlikle, yeni kanallar arar:

“İstemiyorum yıldızcığım
dışında tek bir varlığın
Kavramasını bilincimi ve yüzümü, elleriyle
Yıldız güzel yıldız
Gereksiniyorum kollarını
doğmazdan önceden
ve ölüm sonrasızlığında” (s. 24)

Nilgün'ün 1977-1987 yılları arasında yazdığı hemen bütün şiirlerinde ölüm izleği yer alır. Sanki ölüm, ardındaki bütün haksızlıkları duyurmak için seçilen bir imgedir:
“Ölüm buraya kadar
Bulunur sonunda bir renk
neler yakalıyor geçmişten.
Bu benim arı bakışımın toplandığı yoksul çocukluk mavisi
Yükü; ancak duyumun belirsizliğinde kendilerini açığa çıkaran
dalgın ve tuhaf vücutlar...” (s. 75)

İntiharı seçenlere haksızlık etmek istemiyorum: Çünkü, önünde sonunda ölüm, bilinçli olarak kurgulansa bile, sabahları uyanmak kadar doğal bir olgu. En azından, felsefenin birkaç yüzyıllık tükenmez nesnesi! Burada, hepimizin sorgulaması gereken küçük bir ayrıntı bulunuyor. Eğer duyarlılık, ayrıntıları yakalayabilme yeteneğiyse, İntiharı da bu boyutlarda tartışmak durumundayız.
Eğer intihar, yaşamdaki türlü haksızlık ve yazıklanmaları kınama biçimiyse, bunu niçin tek başımıza gerçekleştiriyoruz? O tuhaf tadı bencilce duyabilmenin arayışı, sakın bizatihi kendimizin de varolduğunu kanıtlama çabası olmasın? Ne kadar güzel bir seçenek: İşte ben varım, çünkü ölüm var... Dinlerin intiharı yasaklamasını bu yüzden anlayamıyorum: İntihar, insanı kendi benliğine, özüne, haydi biraz da ukalâlık edelim, “ruhuna” götürüyor!
Her aydın ve şairin yolu, fiili olmasa bile, çünkü kendini yok etmek sanıldığı kadar kolay değil, intihar kanallarından geçiyor. Yine, hemen her aydın ve şair, bu kanalın frekansına mutlaka tutuluyor. İşte bu kanala “parazit” olmak gerek. Çünkü yüzyıllardır aynı senaryo yazılmakta: Bunalımlı bir dünya, giderek yozlaşan insanlar, çaresizlikler, umutsuz aşklar vb. Ama, tüm bunlar, aynı zamanda yaşama zorunluluğumuzun da gerekçeleri değil mi? Nilgün, şunları açıkça yazabiliyor:

“Nedir bu kovmaya çalıştınız tüm kıvrımları arasından/beynin densiz aralarla saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları/diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu gerçek
-ÖLÜM/SEVİ-“ (s. 19)

Açık bir kopuş var Nilgün'ün şiirlerinde. Somut olan her şey, bu kopuşun gerekçesi. Bu görüş, ya da etik diyelim, şiirlerindeki dil düzeyi ve ayrıntıları yakalayabilme yeteneğine rağmen, Nilgün'ün marazîlik çıkmazından kurtulmasına yetmiyor:

“Kayalıklarda oyulmuş gömütler
kızın hayatını eğik kılmış bir kez.
geçmiş yığılmış da örümcek ağının ardına
Ağzının içi bir yığın taş, çim, acı
Su; ölene kadar!” (s. 120)

Tekrar ölüm/sevi çelişkisine gelmek istiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, aydın intiharlarında çoğu kez, yaşandığı ileri sürülen dünyasal bunalımın asıl potansiyeli aşk olgusunda kendini açığa çıkarıyor. Niçin aşk? Bütün çelişkiler, duygular ve bunalımlar bu atom çekirdeğinde yoğunlaştırıldığı için! Bu noktada, marazî duyarlığın can damarını görebiliyoruz: fetişizm! İnsanlar, aşamadıkları her engelin nedenine fetişizmin bu doruk noktasını atfediyorlar. Aşk, bir anlamda, çaresizliğin son can simidi. Nilgün'de de bu böyle: “Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk, kanadında” (s. 22)
Nilgün'ün çaresizliğini anlamak, ne yazık ki savunduklarını benimsemeye yetmiyor. Ertelenmesi olanaksız bir kopuşu duyuruyor Nilgün: "Bir şey kalmaz/genlerin uçucu dilbilgisinden başkaca/ve hiçliğin kutsal komşuluğunda yaşarız” (s. 148)
Nilgün'ün şiirlerinde dikkati çeken bir nokta da dil sorunu. Bunları söylemek ne derece yararlı olur, bilemiyorum. Ama, şiir bazında bir dil devriminin yolu, sözlüklerle yarışmak olmamalı. Nilgün'de bu var. Eğer kullandığı dil ve üslubun “gelecekteki” duyarlı insanlara bir mesaj taşıdığı savı geçerliyse, bizim önemsizliğimizin hangi noktada başladığını merak ediyorum doğrusu. Bir diğeri de, elit bir dil kullanımının gerekçeleri arasında, eskimemek kaygısının bulunup bulunmadığı sorunu. Eğer ortada bir “güvensizlik” söz konusu ise, bu durumun yaratım sürecindeki dürüstlük payını sorgulamak da yerinde olacaktır. Ne yani, NiIgün gelecekteki insanların sahip olacağı duyarlılığı yansıtan dil ve üslubun izlerini fal bakarak mı saptadı? Yoksa, modernist şairler bizim henüz farkına varamadığımız yeni bir canlı türü mü keşfettiler? Bu soruların yanıtı yok.
Nilgün, kitabını şu dizelerle bitiriyor: “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!...” (s. 175) Burada sözü edilen nesne ölüm ise, henüz hiçkimsenin, hiçbir deneyle ölümün güzelliğini kanıtlamadığını hatırlatacağım. Nilgün'ün “çekici” gibi görünen dizeleri, gerçekte idealizmin vurgularını açığa çıkarıyor!
Son bir nokta! Şimdi Nilgün yok. Nilgün, "yaşama biçimi” olarak seçtiği intihar düşüncesinin üstesinden gelebilme olanağını yakalayalı epey oldu. Bu nedenle de, tartıştığımız konularda itiraz edebilme özgürlüğünü yitirmiş görünüyor. Tam bu noktada, Necdet Şen'in "Hızlı Gazeteci”nin “Bacı” adlı dizisindeki en güzel sözü geliyor aklıma:
"... Yaşama sevincini yitirme. Yoksa zorbalar hedefine ulaşmış olur.”

Cihan Oğuz
(Edebiyat Dostları, Mart-Nisan 1989, Sayı: 23-24)
http://www.cihanoguz.com/
---

PLATH SİİRİNDE ERİL ETKİ



PLATH ŞİİRİNDE ERİL ETKİ

“Başparmağımdan kesildim, köküm toprakta kaldı.”

1932 yılında Massachusetts’te doğan Alman asıllı kadın şair Sylvia Plath, eğitimini Massachusetts ve İngiltere’de tamamlar. Şiirlerinde bolca sanrısal ve şiddet içerikli imgeler kullanan şaire, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.

Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”. Bu cümle Plath’daki Kaos Teorisi’nin özeti gibidir.
Plath şiirinin en dominant unsurları baba ve koca imgesidir. Mumaileyh ikonlar Plath şiirinde rahatsız edici bir biçimde defalarca işlenir.



Plath Şiirinde Baba Otto’nun Etkileri: Babasını kaybettiği 20 yaşına kadarki süreçte babası ile sorunlar yaşayan Plath bu menfi etkileri 1963 yılındaki intiharına dek taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara meyyal bir hale getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şaire, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir:[1]
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanrdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur. Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
“Babacığım öldürmek zorundayım seni...
Ben zaman bulamadan ölüverdin...”
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nın intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran Babacığım şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
“Baba, baba , seni piç
Artık seninle işim tamamen bitti.”



Plath Şiirinde Koca Ted’in Etkileri: Plath hayatı boyunca tatmin edilemeyen babasının kızı psikolojisini (Kül Kedisi Psikolojisi) karşısına çıkan bütün erkeklerde arar. İngiltere Cambridge’de okurken bir baloda tanıştığı İngiliz kraliyet nişanına sahip şair Ted Hughes ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Ancak Plath’in aradığı dinginlik bir türlü gelip onu bulmaz. Plath’ın evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini, diğer bütün kadınlarda olduğu gibi evliliği mutfaktan mürekkep bir saltanat haline getirir. Şair intiharını da kendisine biçilen bu ülkede gerçekleştirir. Denilebilir ki şairin üstünde şiir kokusundan daha çok baharat kokusu vardır.
Plath’ın dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden giden kadın, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımları artmasına yol açar. Kendisini bir hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkartılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler. Şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.”
İçinden çıkılamaz bir yola doğru günbegün sürüklenen Sylvia bu çöküşünden kocasını sorumlu tutar ve onu bir şiirinde kanını içen vampire benzetir:
“The wampire who said he was you
And drunk my blood for a year
Seven years if you want to know.”
Sylvia Plath hakkında inceleme yazısı yazan bütün isimlerin de ortak paydası Plath’ın intiharından kocası Ted Hughes’ı sorumlu tutmalarıdır. Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’i korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
“O ince
Kağıtsı duygu
Sabotajcı,
Kamikaze adam.”
Evlilikten aradığını bulamayan şaire, bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler Aday şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere yahut evlenmiş olanlara karşı bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var.”
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir. Şaire gittikçe kendisini ölüme yakın hissetmeye başlar. Bu yakınlık şaire ile ölüm arasında paranormal bir dostluk kurulmasına neden olur. Artık Plath için ölmek bir sanattır ve kendi ifadesiyle bu sanatı icra etmek adına girişimlerde bulunur. “Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi, Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor, Bu konuda iddialıyım sanırım.” Jell Barr (Sırça Fanus)’da intihar girişimlerinden bahseden Plath, deyim yerindeyse bu deneyimlerle övünür: “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise bu yaptığı şeyi becermekle kalmayacak, başaracaktır da. Şaire bir intihar girişiminden sonra hayatını kurtaran doktorları Nazilere benzetir ve onlarla dalga geçer:
“İşte böyle Herr doktor, Herr düşman
Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip çığlığa dönüşen.”
Sylvia aldatılan her kadının yapması gereken şeyi yapar ve Ted Hughes’e boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından çevirmek için arabuluculuk yaparlar. Bunun yanında Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar ve Plath’ın şiirleri İngiltere’de olumlu karşılıklar bulur. Ancak bu bile Sylvia’yı sonun başlangıcından kurtaramaz. İki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nın başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Öldüğünde boşanma davası henüz noktalanmadığı için mezar taşına Sylvia Hughes yazılır. Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
Plath’ın intiharını takip eden 30 yıl boyunca Ted karısı hakkında tek kelime etmeyen Ted Hughes Sylvia’dan sonra iki kere daha evlenir ve 1998 yılında kanserden ölür. Ölümünden birkaç yıl önce Sylvia için “Doğum Günü Mektupları”nı yazan Hughes arkasında büyük bir servet bıraktı.



Plath Şiirinde Diğer Erkekler’in Etkisi: Babası ve kocası ile yaşadığı kötü deneyimler sonucu Plath bütün erkeklerden nefret etmeye başlar. Bu nefret Hıristiyanlık’ta insanlığın günahları için kendini feda eden İsa’ya kadar taşar:
“Şu kutsal herifler
ya balıklar, balıklar
İsa! Buz kalıpları.”
Plath edebi anlamda sergilediği bütün performansının merkezine şu ya da bu şekilde menfi bir erkek imajı oturtur. Bu bazen babası, bazen kocası, bazen de savaş çıkartan, kötülük yapan diğer erkeklerdir.
Yönetmen Christine Jeffs, Plath’ın hayatını sinemaya aktardığı otobiyografik bir deneme olan Sylvia’da, Plath’ın şair Ted Hughes ile tanışmasından intiharına kadar olan süreci yüzeysel, kadın bakış açısıyla ve Plath’ın cephesinden ele alır. Gywneth Paltrow ve Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı film Jell Barr’ın görsel bir versiyonu gibidir. Filmde Plath alabildiğine masum, Hughes olabildiğince vefasız gösterilir. Filme getirilen eleştirilerin önemli bir bölümü Paltrow’un Plath’ı temsil edemediği, hatta taban tabana zıt olduğu önermelerinde birleşir. Bizce film feminist duyguları tatmin etmeye yönelik ve oldukça yanlı olduğu için başarılı olmamıştır. Filmde Sylvia’nın intihar sekansı kadraj dışı bırakılır.



Plath Şiirinde İntihar Kavramı: Sylvia Plath için intihar bazen yaşamakla eş anlamlı bir olgu haline bürünür. Lady Lazarus adlı şiiri Ahdi Cedit’de geçen İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine göndermedir. Plath, deneyip de başaramadığı intiharları Lady Lazarus adlı şiirinde bu hikaye ile ilişkilendirir. Bazen da intihar bir kaçış yoludur. Başarısızlığa yahut kendinden daha iyi olan birine karşı tahammülsüz olan kadın şair, bir şiirinin başarısız bulunup elenmesinden sonra, yaşadığı bu düş kırıklığını intihar ederek aşmayı denemiştir. Plath’ın eserlerinde genelde yaşadığı çıkmazların betimlemeleri vardır. “Ölmek istemiyorum” diyen şairenin, sürekli ölmek için çabalaması “ölüm” imajını iki farklı anlama oturtmasından kaynaklanmaktadır. Ölmek istemez, çünkü ölmek unutulmak demektir. Ölmek ister, çünkü ölerek yaşamak daha albenilidir.
Sylvia Plath’ın intihara bu denli yakın durması ve bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi, “Sylvia Plath Etkisi” adı altında bir kavramı ortaya çıkarmıştır. Kavram özetle, özgün üretimle deliliği bağdaştırmaya yöneliktir. Plath intiharı ondan sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir. Türk yazınında Nilgün Marmara intiharı Plath’la ilişkilendirilir.

Hüseyin Cahid DOĞAN

---


Image Hosted by ImageShack.us Image Hosted by ImageShack.us


Image Hosted by ImageShack.us Image Hosted by ImageShack.us


PLATH'in Kabri;

Hughes soyadi yazilmasi , actigi bosanma davasinin, vefatindan once sonuclanmadigindandir.

..ve Plath severlerin oldukca tepkisini cekmistir..


---

NILGUN'e / - TUTUNAMADIM - GOKHAN KIRDAR - [Video]

http://www.youtube.com/watch?v=sm0Rbhba61w

Melek Nilgun Marmara ruhuna..






ey'lul
---

01 Eylül 2007

DIGER SIIRLERI / NILGUN MARMARA




Gozyasi agaci seni cagiriyor/Yelkenin gozyaslari
Dus Sokagi Sakinleri
-----


DIGER SIIRLERI / NILGUN MARMARA

Yitik Kaynak

Nocturnal

Journal

Bezgin Yurek

Katilim Cok/Katlim Yok

Gecmis Yuku

Ancak Yazgidir Bu

Burada daha ne kadar

Giderlerse - Geliriz

Savrulan Beden

17'nci

Manolya

Siir

Pembe Sevgili

Yalnizlik


Safir Dilek

Geriye Donussuz

Izlenimci Siir

Kopus Beklentisi

Sunu

Sulfur/ Civa

Cambazlar Ailesi

Monolog

Duz-Bahar

Dilsizlik

Yabanci

Cicek Durbunu



---
Kırmizi Kahverengi Defter'den
---




ANCAK YAZGIDIR BU!

Sen ne getirdin bana çocukluğundan?

Şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı?

Üzüntün senin hangi çağrışımlara uzandı

-

Geçmişsiz ve geleceksiz suç sevinçleri,

deniz kıpırtılarınca yürek dalgalanmaları?

Titreyerek uçurulan köpükten balonlar,

anlık aşkın tasarımlar mı?

-

Diledim mi yanında tümden var olmayı an için

ve birkaç sonrasında hiç yokmuşçasına

beklememeyi bir şey çevremdekilerin uyumundan

başkaca?

-

Yok böyle birşey yok!

sisi varlığının hüzün kanıtı bir vaktin

Beni aşağılayan sarsan

Aşan bizleri mor birliktelik.

-

-

BURADA DAHA NE KADAR

Burada daha ne kadar öleceğim?

Yeryüzüyle gökyüzünün aracısı olarak bulutu

haraca kestiginiz yerde? Ben size alışamam.

gözüme saldıran güneş ışınlarında yüzünüzün yokoluşu.

"Ağlıyordum, onu gönlümde isterdim ve sadece orada."

Öylesine yoksulluk, bir aşk düşünün sihirli hiç karşılıksız...

-

Ağlıyorduk. Ben bu ıslaklığı tanıyordum, düşümde böyle

düşünüyordum size dokunurken. Siz bu ıslaklığı tanıyordunuz,

düşümde böyle düşünüyordunuz.

Nasıl biliyorduk, nasıl?

bu gözyaşlarının susulmuş

her çığlık, beklenmiş her sevinç için,

onun için bu kadar akıcı, saran ve parlak...

WET: SORROW-

Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor,

varolanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.

Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla

uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen

gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla.

Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak,

tanımlanabilir gün ve gecelere maledilemeyecek bir aşk

-

Yaslı yüreğimin utangaç itirafı: "SİZİ SEVMEKTE ÖLÜYORUM"

-

-

GİDERLERSE-GELİRİZ

Kim bilebilir yüreğin narin çırpınışında alıkonan sihirli geceyi

Biten arzu, yüreği yalanladığında

Nasıl'ı, nasıl niçin'e çevirmeli, ayırdetmeli gelmeyenleri

hep gidecek olanlardan;Beklentileri bir yakaya iliştirmiş,

Bağlanmış duruyoruz ayakta…

Irmak örtülüyor. İzlenemiyor yönleri akışın.

Kaskatı bir devinimsizlikte, unutulmuş, yitik beden arzuları!

Aranan ve bulunamayan kaynakta gizli,

saydam mavi kavanozlarda deniz kabukları biriktirmek sanki...

Bir dilek, bir dilek: Gölgede kalan her kıpırtı

gerçeğe bir adım, güne uymaya başkaldıran bir adım olsun!

-

GİDERLERSE-GİDERİZ



SAVRULAN BEDEN
Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!



Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm
bu solgun yürek için.
Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir.,
bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi.


Yitiyor işte gözardı edilen bedenim,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden
Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!


Bilirmiydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!


Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!




17.
organlar dolaşıyor en şık urbalarıyla
yanlarında sürüdükleri salya sümük orgazm itleri
kusarken doğal sevinin göz ucuna
korkunç ve vahşi tayları dizginlenemeyen ten
düzüşme eğrilerinin ve ölü seviciliğinin bokunu çıkarırdı
yaşayan değil ölü ya da yarı ölü bedenler
organları uğruna cinayetler işler cinnetler geçirirken
vajina suratlı dişiller fallus suratlı eriller
dayandıkları ve bastırdıkları bedenlerin çöküntüleri altında-inlerlerdi
inleyiş küçük arı ve şirret inleyiş yalan duyguların
kaypak hazlarında vahşi bir söylendi
kentin caddelerinde çıngırak dilli çığırtkanların ete daveti
daha da azdırırdı kızışmış organları--

fantezi ve düzüşme pratiklerinin ortasında
kan gülümseyen bir vajina içine alacağı bir fallus ararken
en köhne fallusun kalkık burnu estetik bir anıttı
birbirine giren ve çıkan bedenlerin dili
oral çağrışımlarla zenginleşirken her şey
bacak aralarına sıkıştırılmış kapitalist bir tüketim
çılgınlığıydı
cıngılında ideal bedenlerin sunulduğu
perde gerisi buyruklarda bir fare zehiri bile
klitoris anlamlandırma düzeyinde hoş bir bedenin
bacak arası merkezinde pazarlanıyordu
aslolan pazarlamanın ve metanın gücüydü
aşırı boyanmış ve gülümseyen o kızıl rujlu vajina
libidosuna söz geçiremeyen azgın semirmiş ve kalkık fallus
anıtsal betimiydi zamanın çağın ve çürüyüşün--

yaşanan; nasıldı ki?..



SAFİR DİLEK
Ey dilek koşulu aşkın; beyaz gül ve incelen oklar. Bir güz
ağacı gövdesinde kapalı gerçekleşmenin kaynağı . Güneşe
uyarlanamıyor dilek. Güz, kırmızı gülün düşmanı, el alıyor
donuk karadan kalın oklara karşı. Barışsızlık sürüyor.
Bu çılgın eğlentinin karşıtı bir yürek hangi kuşun sesinde dinlensin?
Yinelenen bırakılmalarda ararken serin tınısını el, bir sınırı hatırlıyor, sonsuz !


Ey, olmayan bir yalımı bekleyen devinim, susuyor öteye
varolurken kıydığı çığlıklarını. Durum diyor bu üstelemenin sarı uzantısı, yaratının ürkünç arılığı ve donuk izleği yaşamanın... Nasıl geceler eli açıklığında üzüm tanelerinin sesine tanıklık kaçınılmazsa, öyle yükselen servilerle göğe daha yakın olmak. Mavinin doruğunda diz çöküşü biricik varlığın, öyle süren aşk çok katlı bir çiçeğin yalnızlığı kadar, bir safir alana doğrulan çocuksu dilegelişte; karanlık dinletiden uzak şiirin açılabileceği öte uzam!

NİLGÜN MARMARA Ağustos, 1981



KIRMIZI KAHVERENGİ DEFTER'DEN

Anıların müthiş bir dirençliliği var; kişi anmak istediğinde her şeyin içinden geçip An'ı şimdiyi aşıp ancak istediği anıya dönebiliyor, çıplak ve savunusuz çocuklar gibi. Anılrın her gün her an ırzına geçilebilir. Bir tür sıçrama ve hiç bir şey elde edememe.


Müzik !

Dalgalar mı, atomların dizilişlerindeki düzenin benim atomlarımın dizilişiyle çakışması mı ! Halelerin eş düşmesi mi! Olanaksızlığın paylaşılması mı! Bir şey işte !



Gerçekliğin benim düşlerimden bir ayrımı yok
__Öylesine ince delikli bir ağ ki bu üzerimize kapanan, kapanan, kapanan
bu KAPAN?

Gömütün kapağı hep açık, ölünceye dek--yaşadıkça uçuşan anları, düşünceyi ve duyumları bir bir atıyoruz içeri, sonra hiçbir şey biriktirilemez, üretilemez duruma geldiğindekendimiz giriyoruz ve örtüyoruz kapağı üzerimize.

Uzun tobruk gecelerinde şantiye alanında garip makinelerin arasından geçerek, su arıtma havuzlarına bakardık ay ışığında yüzümüz yansımazdı. Teknoloji olgusu, ona yaklaşamama, bütünüyle kavrayamama, Godard filmlerindeki grotesque görüntüleri hatırlatırdı, geceleri ve gündüzleri. Godard çalışan işçilerin
devinen makinelerin üstüne aşk sözcükleri bindiriverir, çarpıcı bir karşıtlık/koşutluğu yakalayabilmek, gösterebilmek için.
Emek-üretim-aşk-tükeniş.


Yaşamlarımız kısa mesafelerde bir kuş uçuşu kadar (göçebilen kuşların yolları ve kargalara verilen yaşam payı dışında ) gençyaz ve yaşlıbahar arasında ufalanan bir yaprağınki denli rüzgârlara açık. Bu bilgi bizi inlerimizden çıkararak (kimi zamanda tam tersi) altruizm adlı meydana gönderiyor. Belki meydan bir pazaryeridir, belki de yetişkin maskelerini sorumluluk duygusuyla yüzlerimize yerleştirdiğimiz bir çocuk bahçesi...


Açılmak-açmak. Göğe, yerküreye, suküreye, insanlara, düşünceye, geçmişe, gelecek ve şimdi'ye açılmak...
Dünyaya yönelik tehdit oklarına hafif bir tebessümle bakmak. Tebessüm güncel-geçici ile evrensel-kalıcı olan arasındaki ayrımı görebilmek ve özümseyebilmenin imidir.

Image Hosted by ImageShack.us

---

31 Ağustos 2007

TOPLU SIIRLERI / NILGUN MARMARA

TOPLU ŞİİRLERİ / NILGUN MARMARA

Bana Doğru Gelen Kim? Ya da Şimdiki Zamanda Bir Mobil , Birinci Tekil Kişi

Beklemek

Cam Kelepçeye Evet

Canım Sıkıntı Sınırı

Çok Güzel

Düşü Ne Biliyorum

Gökkuşağından Darağacı

Kan Atlası

Kuğu Ezgisi

Kuş Koysunlar Yoluna

Kuşum ve Ben

Mezar

Pek Önceleri Ben-Merkezciliğin Dışavurumu

Tomorrow Will Be Another Day

Toz-Dem

Yürek:Kutup Tan Vakti

*



Bana Doğru Gelen Kim? Ya da Şimdiki Zamanda Bir Mobil , Birinci Tekil Kişi
Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yok edilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.Her an, hoş geldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorumtavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmemekarşın - lal rengi, çivit mavisi ve sarı - ve onların yalanlamalarını - tutku, dinginlik ve ölüm - kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi - bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelenekarşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye vedevindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam,nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra...wwwwwŞimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın,sürdürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezipgeçinceye ve "Bana doğru giden kim?" in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!
*


Beklemek
taşıl kaygısı kaotik özlem
neydi beklediğimiz ve gelecek olan
salt aci
sonsuz yeşil sonsuz gelişkin bir orman
içinde göllerini nehirlerini çağlayanlarını
gök kuşaklarını yitirdiğimiz kara sözcük
yokluğun dayattığı doğurgan sözcük: acı
bir deniz kızının uçma tutkusu
belleğin unutuş çılgınlıklarında
bilinmeyen organizmalar dönüştürürken
bedenlerimizi duygularımızı ben'imizi
çürüyorduk... kaçış yoktu... çıkış da...

yeşil maytap patlatan sahte mesihin sözleri
yalandı acımasızdı efendilerin belirlediği
ölçtüğü biçtiği yaşattığı kendimiz
umarsız öte benler=nesneler
ağlayın
ağlayın ve kanayın
yok olduğunuz irin zamanında
*


Cam Kelepçeye Evet
Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya...
Nisan 84
*


Canım Sıkıntı Sınırı
Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum. Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor.Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancımyok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğezamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrınınyönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını.Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceleryığılıyor, işte yetkin eşitlik...her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskicidensatın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yanadağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.
*


Çok Güzel
Durma artık burada uysal âşık!
Aydınlık milinin yatağında.
Bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
Anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde
ağırbaşlılığının.
Veda geliyor şimdi, öğretmek için
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
vakitte.

Kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?--

Bu aklıkta, minarem mavi benim.
Işığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!
*


Düşü Ne Biliyorum
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu

düşler marketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
*


Gökkuşağından Darağacı
Şimdi'nin bedeni yok,
Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
________taşını kokluyor
________yontu dağılıyor...

Şimdi'si yitik
______bundan boyuyor
______boyuyor evine aldığı
______ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
______ve geleceği ve her yanını;
__________dal kırılıyor...

Şimdi'si yitik
_______diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
_______sonsuzun sessizliğiyle
_______sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
_______yol çöküyor...

Şimdi'si yitik
_______bundan yazıyor
_______yazıyor enine boyuna
_______içini ve dışını ve yeri
_______ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
_______o inince batıyor
Ağustos 87
*


Kan Atlası
____________-Emel'e-
_______"Ben babamın yuvarladığı
_______ çığın altında kaldım. "

Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
_____________her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
_____________sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde...

Karada, hançer suratlı abinin rüzgârında
_____________uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
_____________sızdıran hayret taşında.
Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim,
bir damla süt yerine bu ağu kim?"
ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
___________-boy atmış da salgıları,
___________ cücelmiş sezgileri-
bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...

Ey, yüzleri
__________________bir babakuş gölgesine
_____________çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri marş!
Aralık, 86
*


Kuğu Ezgisi
Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.

Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
____________ sizlere!

Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
Büyüsünü bir içtenlikten alırsa
Kendi saf şiddetini yaşar artık,
bu şiir -
Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!
*


Kuş Koysunlar Yoluna
Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum,kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adınaaynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmışhasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasınaniye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.
*


Kuşum ve Ben
Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
Çözülürse yoksulluk sevinir

Aynamızın içinde tek bu bağ...
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben...
*


Mezar
tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üstüste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç'likten
bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin...
*


Pek Önceleri Ben-Merkezciliğin Dışavurumu
yontusal bir dinginlikle sıralarım
sözcüklerimi vasat bir yere
bu duyumlanmaz imgeleme -
taşkınlıktan ırak mı ırak

ah! ya benim ele geçirilemez coşkularım
varolamamış henüz
biçimleyemediğim
neredesiniz siz ey bilinçsizliğin bilinçleri
varılamaz yengisinden sonra--
ulaşılır esriklik alanları?

bir uçuş diliyorum salt kanat
gökyüzünün üçgen bir köşesinde,
bir tozlaşma... miriabilis bir jalapa'da
görsün her gözenek ait bana
süresiz dolun ve sonsuz bir ay
patlaması tüm içkinliğimde-
bildiğimi biliyorum çemberimi
yarıçapları oturtsam bir kez özeğe -
ve eğretilikten arınmış parçacıkların
uyumsuz hiçbir üstüstelenişi düşünülemez

bu uyumlar elaçıklığıyla ulaşacak hep
çembere...

kuşkusuz mu?
*


Tomorrow Will Be Another Day

_________________-sevim'e-

Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,
Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
Çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs'e-

Ya nasıl dönüş sonra?
*


Toz-Dem
Kısacıktı
karşı yolculuklarımız kara
___ve deniz üzerinde-

Şafağın bodrumuna inerken sen,
Hançerin ivmesiyle yükselirdim
______dul pencerelere.

Azıcıktı
köpük boz-denizde ve karada
Koyu bir saatin içinden--çıkılamadı
bir an yine de!

Belki gülden
kalma bir iz yanağındaki,
Eski sabahın sarı gülünden
üzerine deli gözünü bıraktığın...

Öldüğünde,
çekmecemde duran bu göz,
incelikle çıkarılacak,
bir jiletin enginliğine,
Çözülecek gizi
_____O çarpık retinanın, ağ tabakanın...
Kasım 1985
*


Yürek:Kutup Tan Vakti
Su ılık burada.
Yine göç kendiliğindendi,
Yine gözlerim açık.
Bu gizli alanda ne görürüm, böylesine
mavi ve saf, tek başına?
Ah! Bir oluk geceden acuna yönelmiş,
Bir ağaç, yeşil çığlığını aya vuran
yapraklarıyla.
Ben, buhar resitalini ya da buzulun
çağrısını düşlerim.
Göz gözü görmesin, irisler donsun ya da!
Ses boğulsun,
Boyum bu boy kalsın!
Yüreğim bu çifte olurlukta,
Ilığın en karşıtı, deli düşmanı,
Kutup tanının kendisi olmaya ant içerek,
Dilerse kardan, buzdan bir igloo olsun,
dilerse eritsin bu vücudu kendi iç şafağında,
yunsun gök taşında!

Su, şimdi aydınlık ve hafiftir,
Yüzeyi çok karanlıkla solmuş olsa da.
*

Nilgun Marmara
kynk::http://www.aruz.com/antolojinilfunmarmara.htm
---

NILGUN'e / ECE AYHAN

Ece Ayhan ın tabiriyle,
128 Nilgün Marmara...
Cemal Süreyya nın tabiriyle Zelda...

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yasasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu suydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocuğunun ayaklanmasının kalbinedir

Bu ölümü de bastırmak için boyuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdi şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Ece Ayhan Çağlar


Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara
'' Önce, Nilgün Marmara'yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim.Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni'nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim.Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile; 1987 ekim'inin 13'ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul'da, kızıltoprak'da, en ufak bir çığlık bile atman korkunç ölümünden sonra da!herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum:" bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı." o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi "128 Nilgün Marmara!" koydum. hatta kendisine "aldırma Nilgün Marmara!" bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda.
Öyle güzel ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların, yine işin özünü filan bilmeden, küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor! başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten.Sivil şairler'den ünlü İlhan Berk, Nilgün Marmara'ya Bodrumdan kızıltoprak'a yazdığında hep "büyük Nilgün" diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara'yı edebiyat arestasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil şairler'den gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara'ya, amerikan yazarı Scott Fitzgerald'ın çılgın karısının adı olan "Zelda" derdi. Cemal Süreya'nın 1991'de yayımlanan "999. gün: üstü kalsın" günceler kitabında da Nilgün Marmara, zaman zaman, "Zelda" diye anılır. Amerikan caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu.. Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairinu yampiri ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! nilgün marmara, sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa, 13 şubat 1958'de İstanbul'da, kadıköy'de doğdu. 13 ekim 1987'de yine İstanbul'da, kızıltoprak'ta öldü. o kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji'nde okuyuşu, boğaziçi üniversitesi ingiliz filolojisi'ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği tezinin, intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı mıdır bilemeyiz?hani denizin, özellikle de Ege'de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet, işte Nilgün Marmara'nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız. Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte, "marjinal" de denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. ve gittiği Libya'da da (tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya'dan sonra uçtuğu Avustruya'da, Alpler'de, doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya, gerek türk şiiri açısından.hayatının son yıllarında; İlhan Berk'i, Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı, Cihat Burak'ı, Turgut Uyar'ı, Edip Cansever'i ve özellikle de Cemal Süreya'yı kişisel olarak tanımıştı. şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep konuşurdu. yeni şairlerden Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Günseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen, Mustafa Irgat... arkadaşlarıydı. Kendisini, özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli oluyordu.Ölümünden sonra, Sylvia Plath'dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce "Beyaz" ve "Şiir Atı" dergilerinde birkaç şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. "Daktiloya Çekilmiş Şiirler" 1988'de ve "Metinler" adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990'da şiir atı yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık gençler, kendine aşık uzamış yeni panco'lar bile Nilgün Marmara'yı erişilemez bir "Mit",unutulmaz bir simge ya da (türkçe söylersek) bir "söylence" olarak çılgınca ve gerçekten de seviyorlar. ''
Ece Ayhan ,1992


" Üç Kez Nilgün Marmara ..! "
____________Ece Ayhan
Sonunda söylenecek sözü başında söylemek istiyorum!Nilgün MArmara olayına ve şiirine yeniden bakılması adına bu yazıyı tersine çeviriyorum.Ama bu bir şairi tersinden okumak değildir.
Öldükten sonra bir şairin ya da bir şiirin nasıl ve nereye vardırılacağı bilinmez ,bilinmiyor!
:Varoluşçuluk felsefesinin başına gelenler ve getirilenler gibi.Hatırlarsınız bu felsefeyi önce çiçek çocuklar hemen ve sözde benimsemişti.
:Gordon Pym'in Serüvenleri'yle garip ve olağanüstü bir şair olan Edgar Allen Poe'nun yıllar sonra bir reklamda kullanılması gibi.(Düşünebiliyor musunuz ?KAralarını çekmiş ve avurtları çökük bir Poe ve omuzunda da bir kuzgun ! önünde de bir parfüm şişesi.)
:Güzelim Nilgün Marmara'ya da öyle oldu,olmuştur yani.NEyse ki onu içtenlikle ve hesapsız seven Ersin Tezcan gibi gerçek marjinaller var.
Nilgün Marmara ilkin yeni şairler arasında,özellikle sahicilik açısından ,seçik olarak belirmişti.(Cezmi Ersöz,Küçük İskender,Lale Müldür...)
Nilgün Marmara'nın şiirinin anahtarı yine yalnız kendi şiirinin içine gömülüdür demeyeceğim.Ta hayatının içine gömülüdür!
Ben Nilgün Marmara'yı İskenderiyeli,stigmalı,çentikli bir arkadaş sayıyorum.Nasıl İsmet Özel cumhuriyetle yaralı ise,Nilgün Marmara'da dünyayla yaralı idi.Ve yeri geliyordu,Nilgün MArmara'yla birlikte ,bacaklarımız kesilmeden önce,Harrar'a çıkıyorduk tersine bir yolu izleyerek!Limanlık bir kasaba olan Cibuti'den yukarılara,dağlara tahtırevanla bir yolculuk işte.
Harrar'da ,çevresi açık bir kulübede yaşıyoruz,Nigün MArmara Anglo-Saxon şairleri arasında bir gidip bir gelerek o beduhlu şiirlerini horozlu tüfekli (ve de yakışıklı) özel ulaklarla elden İstanbul'a gönderiyordu.Bense-tarihte İstanbul'dan Uzun Mısır'a gönderilmiş ölüm fermanları gibi- denizler aşıp,yıllar sonra dolaşıma girecek mektuplarımı pullarla gönderiyordum, gönderiyorum.
ECE AYHAN



"...Ben somut şeylerden hareket ediyorum. Benim gözümde Akterdon Fikret marjinal bir ressamdı.
Temmuz ayında Taksimde pardösüyle görürdünüz onu, çünkü iç çamaşırları yoktu.
Bir hayalet oğuz vardı Nilgün Marmara vardı.
Garip bir şekilde bunların hiçbirisinde mülkiyet duygusu yoktu. Bunlar kendi alanlarında en uçta, en sınırda olan insanlar. Üç günlük, beş günlük,altı aylık bir macera değil bunlarınki. Benim “uzun bir dürüstlük dediğim”uzun bir süreç olması gerekli. Ürkmek diye bir sey yok bunlarda. Ama bu berduşluk anlamına gelmiyor kesinlikle..."NoktaDergisi-1988


Ece Ayhan Çağlar
“İkinci Yeni’nin papazı/keşişi”
"...Ece’nin galiba şiirleştirdiği bir de anlatısı vardı. Ozanlardan kurulu bir orkestra resmi. Kendisini iki kez çizecekti. Çünkü aşıktı. Nilgün Marmara’ya. İntihar etmiş bir kadın şaire. Hürriyet’te çalıştığım sıralar, kimi öğlenler, bu orkestrayı anlatır, hatırım için bana orkestrada yer arardı..."Sennur Sezer

(10.eylul.1931 Datca - 12.temmuz.2002İzmir)

Yapıtları:
Kınar Hanım'ın denizleri (1959), Bakışsız bir Kedi Kara (1965), Ortodoksluklar (1968), Devlet ve Tabiat (1973). [Bu dört yapıtı bir araya getiren toplu yayın: Yort Savul (1977)], Zambaklı Padişah (1981), Defterler (günlük, 1981), Kolsuz bir Hattat (düzyazılar, 1987), Çok Eski Adıyladır Adam Yayınları, Çanakkaleli Melahat'la iki el Mektup ya da Özel bir Fuhuş Tarihi (1991).Dip Yazılar YKY Yayınları 1998, Son Şiirler YKY Yayınları 1998, Aynalı Denemeler Ya da Yalınayak Bir Türkçeyledir, Mor Ötesi Requem: Ağzı Bozuk Bir Minyatür YKY Yayınları 1999, Sivil Demeler Kara YKY Yayınları 2001, Hay Hak Söyleşiler YKY Yayınları 2002. (NK)
---

29 Ağustos 2007

YOL USTUNDEKİ SEMENDER / AHMET OKTAY - ILHAMİ CICEK Anisina




Ahmet Oktay ile soylesi 1987

- Semender hâlâ yolun üstünde mi?
- Elbette. Ateşten gözleriyle bize bakıyor. Ama ben, son üç şiirler (Pavese1, Yesenin2, İlhami Çiçek) yanından geçip gidiyorum. 12 farklı intihar girişimi. 12 yeniden doğuş ve 12 ölüm. Dilin yitirilişi ve bulunuşu.
Neredeyse beş yıla yaklaşan umarsız bir savaş bu. Geri çekilmelerle, vazgeçişlerle dolu bir savaş. Yenildim mi yendim mi? Şair nasıl bilebilir ki bunu? Tek dileğim okurun, bu savaş çabasını hoşgörüyle karşılaması, savaşçının sızılarını biraz duyumsaması.
Budur şairin bekleyebileceği biricik ödül.

21 Aralık 1987 tarihli Güneş gazetesinde şair Ahmet OKTAY’la yapılan söyleşi.
1: Cesare Pavese. İtalyan şair. 1950 yılında intihar etti.
2: Sergei Yesenin. Rus şair. 1925 yılında intihar etti.

YOL USTUNDEKİ SEMENDER / AHMET OKTAY
Ey kalp!
gece olsun,
vehmi ve cinneti emziren-Avcundadır
çocuğun ve delinin,
Allahın eli-
layemut gece - Gezginin saatidir ki
titreyen kandilin nurunda
arar kendi yazısız taşını
her mezarlıkta

Derunumda
ağır ağır kurudu kırmızı zakkum,
karardı sebilin mermeri
ve gizlendi bu belleksiz zamandan
sönen bir yangın gibi
kûfi.

Ezelden beri mi göçüyorum ben?
Her hayal
döner kalbe
ve vurur bir eski
saatin sesiyle:
-Bana gel.

Kimdir ki o ben,
mevsim
bir yaprak ırmağı gibi
akıp gider içinden

Ey gözüne tuzla sürme çeken Şıblî !

Başka dudaklar da var
zikrla tara olan.
İblis
ve iğva beni uyutmayan

Ürktüm bu yüzlerden -Bu kadın yüzleri
ki güzellik
saptırır imanı
-örtünmelidir-
Mangalın korunu avcuna koy da
hatırla:nasıl unutmuştu 20 yıl Kur’an’ı
İbnü’l Cella

Yine de

tene yöneldim. Püsküren
bir yanardağ gibi
lav akıttım her yanımdan
öleyim diye isteğimden önce

Seyret beni Adem,
Seyret beni Doktor!

Her göz başka bir hayatın vampiri

Yaşım 27 -İnsan

kökü çürümüş çınar gibi
apansız ihtiyarlar-
Azaltmıyor, azaltmıyor
müezzinin sesi
göğsümdeki kederi

Veronal ve lüminal. Naylon
ve plastik
kent ve çöl

Dün geceydi yandım

“yaşayan sağlam delile
dayanarak yaşasın”
diyen ayetle

Ey Rab
çürük benim delilim
Nereye ait ki
bu hicranlı suret?
Bu gözler
çoktan kesti dünyayla o karanlık
sohbetini.
Satranç ve dil
yeniktir ezelden

Bakıyorum pencereden
sırtımda patiska bir gömlek
ve avcumda
Allahın eli,
yerin en dibine

“Yalnız hüznü vardır
kalbi olanın”*

Intiharla bir söyleşi
bu kitap.

Edemediğim
ve edebileceğim
intiharlarla.

Her insan
aklında en az bir kez
öldürür kendini.
Çünkü biliniyor artık;
tek içgüdü değil
yaşam içgüdüsü.

Sözcükleri seçen kişi,
zamanı sorgular durmadan
ve bu güncel zorunluluk,
isteyelim istemeyelim;
tarihsel bir an’da
ontolojik bir sorun olarak da
belirir.

Galiba şu
intiharın kökenindeki soru:

Onaylıyor muyum?
Buradan bakıldığında,
bir “öteye geçiş“
sorunu değildir intihar.
Tam tersine:
bir “burada oluş“sorunudur.
Sartre’ı anımsayalım:“İntihar
bir başka yoludur
dünyada varolmanın.“

Camus’den yüzyıl önce
Novalis yazmıştı:
“İntihardır
tek felsefe sorunu.“

Bu yüzden
yaşamın da
sorunudur.

Yaklaşık olarak
“her yerdedir yaşam“
diyor Seneca.
Ama bu yaklaşım,
dünyasının “aydınlık”tan
görünüşünü yansıtıyor;
gelgelelim
bir de “karanlık” yan var
tarihin içinde işleyen.

Bu ikilemi
şöyle dillendiriyor
Sergei Moscovici:
“Ölüme hayır demek yetmez
yaşama evet demek gerekir.“

“Evet“i söylerken
kekeleyen,
adayıdır ölümün.

Ve insan
en beklenmedik anda
en umulmadık anda
kekeleyebilir.

Yesenin’i onaylamayan,
“bu hayatta ölmek
kolay iş,
yeni bir hayata başlamak
güç olan“
diye yazan Mayakovski,
yine de öldürdü kendini.

Benzer bir yazgıyı
Paylaştılar gencecik Can İren’le
60’ını geçen Rasih Güran.

Yanlış’la doğru’nun
sallantılı olduğu bir zemin bu.

Kesin olan şu:
Kur’an’ın da İncil’in de
kovulmuşu’dur müntehir.
Büyük Yetke’nin amansız
muhalifi’dir de ondan.
Bir de şu:
umut besleme olanağı
kalmamışsa, yaşamın
anlamı da kalmaz. Eğer
verdiğimizin dışında
verebildiğimizin dışında
bir anlamı varsa.

Bu kitabın adını andığı,
ölümlerini bir bir
denemeye çalıştığı 12 insan,
korkak oldukları kadar cesur
umutsuz oldukları kadar
umutluydular.
Yaşamlarından da
ölümlerinden de çıkaracağımız
dersler, unutulur gibi değil.
Yapıtları ise içlerinde
kendi suretlerimizin yansıdığı
kristal aynalardır

Edemediğimiz
ve edebileceğimiz
tüm intiharlar
ateşten gözleriyle bakıyorlar
yolun üstündeki
bir semender gibi
Yol Üstündeki Semender, Ahmet OKTAY,Ada Yayınları, Ekim 1987

*
**
***
Ilhami Cicek (1954 Oltu - 14haziran1983 Tokat)
ILHAMİ CICEK Anisina
SEMENDER
İlhami Çiçek'e...
Tanrım, üzengisine asıldığımız bulutlardan
parçalanıyor aşklara geçiş gözlerimiz.
i
deniz tuzu kuşanan yaşamak yarasına
incinen çağın izine, güncel vebaya...
nasılsa teşne yağmurlar müje ıslatan
nasılda sıvıyor sesini bu çorak ıssızlığın
şebçerağ... çığlık çıksın kent damlarından.
"incinmesin diye sen, taşlara dikenlere..."¹
gölgesiz yürüdük ve öyle öptük güneşi
bu us oynatan keşmekeşte. ah intihar
nihan dokunuyor şiirin kasem vav'ına.
işleniyor müntehir, hüznün gergefinde
sevgi eylemsiz kalıyor, ruh sığınaksız mı?
yoksa O da mı öldü Tanrım, ateş susuz mu?
Tanrım, ölmesin... terkimizde köpek griliği su,
öteki ölüsü soluk alıyor gövdenin; phoenix
kül bilsin bizi, dipdiri şuleler içinde ses.
bir türlü duldası yok mu acının, söyle!
yeryüzünü soludum, sen semender tozunla
seretan kanatlandı uzağa, vesvese albenisi.
"biri gül yakmış olmalı ocakta.. genişlemiş dam"
ve kan bir kere soluklandı mı damarda,
kıyam emzirsin orman itina ile, şavk yürü
sandallara!!!
ii
susmaya güç yetiren maruf 'ölü kesit can'
durmadan katmerleşen kadim dilinde yankı:
"DIŞARI BİLE.. ABİ.. ÇIKARTM.."
yanılgı cüzamı aristokrat yüzünde yetkenin.
çağla konuşku çağla! ak dilinden ateşin
ha devlet bozuğu billur, ha kara veba
ha intihar alaşımı sığ vetirenin koruganı.
O ölüyor, lucifer suç akıtsın ins'in kulağına
anosh siyahlansın yazgı, sürklase bu buut
'iyi oyun' sıkıldı, kan göründü, 'sevgili ürktü'
artık şahsız natamam 'ebabil' kanatları
artık matsız şuaları ile 'adil infazlar'...

biz şimdi kime küselim, ya pusatsızız
nehir neyi taşsın, uthra hangi bilsin
delta kimi kızsın, 'öfke ne dirilsin'
ağlamaktansa... simurg intiharı işte şimdi
ama sen dur ey kalbim, hatırla 'sabrı'
yeryüzündesindir hala dur ve anla
sus sen de falcı, bakılarında büsbütün karmaşa
çocuğum büyüsün de öğrensin hıçkırmayı
öğrensin ve çığlığı: kapkara sulta!
iii
O öldü.
neonlarda bağlı bukağısı çözülüyor kentin
ve gök çözülüyor gizlice Tanrıdan: yağmur
gece çözülüyor alev gözünden semender'in
bakıyor -Tanrım O öldü mü?- nasıl da bakıyor
kan gözü ıhlamur bakıyor, ılgıt seher içinde
'iyi' bırakıyor kendini akıl hastanesinden avluya
tek celsede boşanıyor gökten yağmur
kavrıyor gözleriyle şiirin kanı, ateşin ruhunu...
semender/şebçerağ/ çıkıyor kolaçana
her şey çözülüyor Rabbim ve sen hiç
sormuyorsun gövdemi hiç!
burada
bu cerbezede
sürekli kırılan...
iv
salatı vusta gitti gider ey semender
kim alsın bizi bu toynak cenderesinden
kim alsın bizi bu toynak cenderesinden
kim alsın bizi bu toynak cenderesinden
¹ O Sarı
Hüseyin Cahid DOĞAN, Vivo, Nr: 3
Page110
---

 
Image Hosted by ImageShack.us