^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

17 Aralık 2007

BERI GEL ^RUMI^

______________ ŞEB-İ ARÛZ ,Vahdet-i Vücut aşkına...
" duymadin mi ben salt yokluğum, hiçim "

Beri Gel
(...)
Sen bensin işte, ben senim işte.

Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?

Zengin yoksulu hor görür, ne diye?
Sağ soluna yan bakar, ne diye?
İkisi de senin elin, ikiside,
Peki, kutlu ne, kutsuz ne?

Topumuz bir tek inciyiz, bir tek.
Başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye iki görür olup kalmışız
İki büklüm gökkubbenin altında, ne diye?

Sen habire gevele dur bakalım,
Habire 'Usul boylu birlik çam ağacı' de,
Sonu nereye varır bunun, nereye?

Şu beş duyudan, altı yönden
Varını yoğunu birliğe çek, birliğe.
Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,
İnsanlara katıl, insanlara,
İnsanlarla bir ol.
İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu deniz.
Kendinde kaldın mı bir damlasın, bir dane.

(...)
Dünyada nice diller var, nice diller,
Ama hepsin de anlam bir.
Sen kapları, testileri hele bir kır,
Sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak,
Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.

Mevlâna Celâleddin-i Rûmî


Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki: "Geçin, gidin... sizin gidişlerinizden bizim korkumuz yoktur... Ey mübârek, ey temiz dost... Sen kal, sen Var ol

Ben her mecliste, her toplulukta, inledim, ağladım, durdum. Ben, huysuz insanlarla da, iyi insanlarla da düşüp kalktım.
• Herkes, kendi anlayışına, zannına göre, benim dostum oldu.
Ama, kimse benim gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenemedi.

Olgunun halinden anlar mı ham?
Söz uzar kesmek gerektir ve’s-Selam.



_____________________________ muhabbetle../ hu..!

16 Aralık 2007

ASK-I HASRET

______________________ Nilgun'e

LEJLA JUSİC - Hasret çektim
Saraybosna Opera Sanatcisi - Uygur türküsü



Şimdi'si yitik...

"Sizde iyi kuyular
____ iyi kuyular dileyin ben-
_________________ denize"



"...Yükleyip çarkın tüm zamanlarini ve cam kırıklarını
bir karavelaya ay rengi,
______ yelkenlemeyi körpe bir kıtaya ve
ulasmak yıldız topacına babafingodan savurdugumuz
sonsuz altın örgü bir kaytanla,
is
te
mez
miy
dik?
..."

N.M.

ASK-I HURREM / CAN ATILLA

Elektronik New Age müziğin ülkemizde ve yurt dışındaki başarılı temsilcisi Can Atilla, "Cariyeler ve Geceler" ve "1453 - Sultanlar Aşkına" albümlerinin fantastik Osmanlı üçlemesinin üçüncü final albümü olan Aşk-ı Hürrem ile dinleyiciyi bu kez de Kanuni Sultan Süleyman dönemine götürüyor.15 parçadan oluşan albümde Osmanlı'nın en güçlü ve en tehlikeli kadını Hürrem Sultan ve Kanuni'nin yanı sıra Barbaros, Mimar Sinan, Piri Reis gibi tarihsel kahramanları da sanatıyla anlatan Can Atilla'ya Groove Senfoni Orkestrası eşlik ediyor.





"Kendinden geçmek üzereydi.
Satılacağı pazara doğru sürüklenirken donuk gözlerle bakıyordu çevresine.
İşte o an, ne pahasına olursa olsun kaderini değiştirmeye yemin etti.
Yüzüne buz gibi bir tebessüm yayıldı ve bu tebessüm hayat boyu hiç değişmedi."


01.Barbarosa - Denizlerin Efendisi
02.Aşk-ı Hürrem
03.Harem'de İlk Dans
04.Gül Bahçesi
05.Mahidevran
06.Muhibbi
07.Muhteşem Süleyman
08.Rodos Korsanları
09.Mum Işığında Hayaller
10.Akdeniz'de Günbatımı
11.Piri Reis'in Haritası
12.Kitab-ı Bahriye
13.Kefe - İnsan Pazarı
14.Gayri Resmi Hürrem - "Nastasia'ni Teması" (Sahne Müziği Orkestral Versiyon)
15.Aşk-ı Hürrem (Radio Edit)



Albüm hakkında:
“ O zamanlar başka bir müzik vardı, bilmek imkansız ama hayal edebiliriz….”
Osmanlı’nın en güçlü ve en tehlikeli kadını Hürrem’i müzikle anlatmak….Bu üçleme onunla başlamıştı ve onunla son buluyor.Ne garip, ben hiç böyle planlamamıştım halbuki.
Zaman garip bir bilinmezlik aslında, bir zamanlar bir şeyler yaşanıyor, yüzyıllar sonra “ sadece sanat ” onları tekrar canlandırıyor ve olayları anlamamız, hissedebilmemiz için bizlere yol gösteriyor.

Hürrem’i tanımaya başladığımda bana Lady Macbeth ‘i hatırlattı. Onun acımasız kişiliğinin derinliklerini keşfetmek için çocukluk hatıralarından yola çıktım. Tatarlar tarafından ailesinden kaçırılan onlu yaşlardaki Nastasia’ nın melankolik ruh halini “Aşk – ı Hürrem” parçasıyla anlatmak istedim. Haremin ve Sarayın kasvetli atmosferini albüme yansıtmamaya özen gösterdim. Saraydaki ve özellikle Haremdeki “Karanlık Satranç” oyununa yer vermeyi ise edebiyatçılara bıraktım.
Farsça divan edebiyatında “Muhibbi” olarak bilinen Kanuni’nin Hürrem’e yazdığını tahmin ettiğim şiirlerinden seçmeleri usta tiyatro sanatçısı Rüştü Asyalı ile birlikte hazırladık, ayrıca bu üçlemenin esin kaynaklarından biri olan “ Gayrı Resmi Hürrem” oyununun müziklerine de albümde yer verdim.
Ayrıca, Kanuni döneminin ölümsüz şahsiyetlerini de müziğimle yeniden anmak istedim.

Aşk –ı Hürrem’in, beni sizlerle bir kez daha aynı rüyalarda birleştireceği inancıyla…..

Tüm Orijinal Beste, Konsept ve Orkestral düzenlemeler
Can Atilla

.
.
.
Ayça Dönmez - Lejla Jusic / Aşk'ı Hürrem (Can Atilla)
http://hk.youtube.com/watch?v=NOE6KHk4Rw8
02 - Aşk-ı Hürrem / THE LOVE FOR HÜRREM
Esir gemisinin rıhtımından kendini sonsuz sulara bırakmak istedi, ama sadece umutlarını ve hayallerini attı karanlıklara. Rogatina’dan, ailesinden asırlar önce kaçırılmış gibi hissetti kendini, sonra annesinin sesi geldi kulaklarına. Issız gecede parlayan dolunaya baktı. Annesinin ninnisiyle dolunayın şevkatli kollarında sonsuza dek uyumak için yumdu gözlerini.

Vetra privili menya
Moy dom v voobrajenii
Serdtse moyo pusto
Navsegda

Mogu poklyatsya
Na eto otobrajeniye
Eto son deviçiy
Tanets pod dojdyom v Ragatina

(Rusça’dan çeviri)

Rüyalarım getirdi beni şimdi
Hayalimdeki evime
Kalbim artık
Sonsuza kadar boş

Rogatina’da yağmurda
Dans eden küçük bir kızın
Rüyalarının gerçek olması üstüne
And içiyorum

Masmavi gökyüzünde
Kaybolmuş kutup yıldızı
Mehtaba sürgün olmuş hayaller
Geçmiş yiter gider

Sarmışsa ruhunu dalgalar
Anlatır gibi her şeyi
Kalbim barışmış gözyaşlarıyla
Nastasia elveda
Söz: Can Atilla, Rusça çeviri: Ali Herischi, Rusça vokal: Lejla Jusic, Vokal: Ayça Dönmez

07 - Muhteşem Süleyman / SULEYMAN THE MAGNIFICENT
Sonsuz barış içinde yaşanılan bir dünya hayal ederdi Süleyman. Dünya onun muhteşemliğinden bahsederken ona, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”, “Sultanlar Sultanı”, “Osmanlının en büyük Padişahı” derdi. Onun zamanında imparatorluk en zengin ve en güçlü dönemini yaşadı. Uçsuz bucaksız üç kıtaya adil kanunlar gitti.

09 – Mum Işığında hayaller / DREAMS AT THE CANDLE LIGHT
Mimar Başı Sinan gecenin ıssızlığında yapayalnız odasında zamanın ötesine geçecek hayallerini çiziyordu. “ Taşlar’ın ruhu ancak insanları kucaklayarak sonsuza kadar yaşayabilir ” diye düşündü ve mumunu söndürdü.
“Dünya durdukça, eserlerimi gören aklı selim sahiplerinin, çabamın ciddiyetini göz önünde bulundurarak bana insaf ile bakacaklarını ve hayırlı dualarla anacaklarını umarım inşallah”

13 - Kefe – İnsan Pazarı / CHAFA: THE HUMAN BAZAAR
Nastasia donuk gözlerle bakıyordu çevresine. Yarı baygın bir halde, diğer kızlarla birlikte pazarın ortasına doğru sürükleniyordu. Rüzgardan tozlar yerden kalkıyor peçesinden içeri, gözlerine doluyordu. Konuşulan hiçbir şeyi anlamıyordu. Sadece bağıran bir sürü insan ve çaresiz, günahsız yüzlerce köle. İşte o an, kaderini her ne pahasına olursa olsun değiştirmeye yemin etti. Yüzüne bambaşka, buz gibi bir tebessüm yayıldı ve bu tebessüm hayat boyu hiç değişmedi.

kynk: http://www.canatilla.com/index2.html

14 Aralık 2007

TED HUGHES

Edward James Hughes
[17 Ağustos 1930 Yorkshire - 28 Ekim 1998 Devon- İngiltere]

Free Image Hosting at allyoucanupload.com



"Yalnızca bir hikaye bu. Senin hikayen. Benim hikayem." İngiltere ve Amerika'da büyük yankı uyandırıp best-seller listelerine giren bu şaşırtıcı şiir kitabı, çağımızın en ünlü "hikaye"lerinden birini anlatıyor. Savaşsonrası İngiliz şiirinin devlerinden Ted Hughes ile 1963'te intihar eden eşi Amerikalı şair Sylvia Plath arasındaki fırtınalı ve trajik ilişki konusunda şimdiye dek yazılmış sayısız yazı ve kitap var. Yıllardır bu gürültünün içinde susmayı seçen ve zaman zaman kendisini eş katilliğiyle suçlayan feministlere bile cevap vermeyen Hughes, "Doğumgünü Mektupları" ile ilk kez bu konuda söz alıyor. Acılı bir hayat dilimini başarıyla sanata dönüştüren bu yapıtı daha önce Hughes'un "Seçilmiş Şiirleri"ni dilimize kazandıran Şavkar Altınel-Roni Margulies ikilisinin çevirisiyle sunuyoruz.


GÜM!

Yuttu bütün belleği,
Dansçılar, kalabalık, fotoğraf makineleri, her şey kanyonun kıyısındaki
Yutulup gitti tek bir vuruşta.
Sen, ben ve o ana -- asılı kalıp
Onun titreyen yankı odasında -- yutulduk
Kötü bir kazanın
Hemen önce ve sonra olan şeyleri silmesi gibi bellekten --
Kayboldu oradaki her şey

GÜM!

Not ettim. O yüzden biliyorum
Uyurgezerler gibi arabaya dönüp su tulumumuzun çalınmış olduğunu gördüğümüzü.

Hiçbir şey kalmadı geriye. Ben hiç dönmedim oraya, sen de öldün.
Ama beklenmedik anlarda geri geliyor,
Sanki ilk kez oluyormuş gibi, kavrayıp
Sarsarak beni hafif bir uykudan uyandıran bir el gibi
İçinden bütün bu yılların ve otuz yıl sonra,
Yakın, kendisi, kızının sesi olarak bizim --

GÜM!

Doğumgünü Mektupları / Ted Hughes
Çevirmen: Şavkar Altınel - Roni Margulies

YKY - 200syf
-1998 1.basim
-2000 2.basim


13 Aralık 2007

ALLEN GINSBERG

[3 Haziran 1926 New Jersey - 5 Nisan 1997 New York]



1955’te San Francisco’da düzenlenen ve Beat kuşağın öncülerinin şiirlerini okuduğu “Galeri Altı’da Altı Şair” (Six Poets In Six Gallery) ;- bu geceye Allen Ginsberg, dönemin en önemli yapıtlarından biri sayılan “Uluma” (Howl) isimli şiiriyle katılmıştır:

“...
Ne biçim çimentodan ve alüminyumdan bir sfenkstir ki o,
kafataslarını delmiş, beyinlerini ve düş güçlerini kemirmiştir?
Molok! Yalnızlık! Çirkeflik! Çirkinlik! Çöp tenekeleri ve kazanılmayan dolarlar!
Merdiven altında çığlık atan çocuklar! Ordularda hıçkıran çocuklar!
Parklarda ağlayan yaşlılar!
Molok! Molok! Molok! Karabasan! Molok! Aşksız Molok! Düşsel Molok!
İnsanların insafsız yargıcı Molok!
Anlaşılmayan mapus Molok! Acılar topluluğu ve ruhsuz zindanın kuru kafatası Molok!
Yapıları birer yargı olan Molok! Geniş savaşın alabildiğine uzanan
kayalığı Molok! Taş kesilmiş hükümetler Molok!
Kafası saf bir makine olan Molok! Damarlarında kan değil para akan Molok!
Parmakları on ordu olan Molok! Göğsü insan yiyen bir dinamo olan Molok!
Kulağı tüten bir mezar olan Molok!
Gözleri binlerce kör pencere olan Molok! Sokaklarında sonsuz Yehovalar gibi
gökdelenler yükselen Molok! Fabrikaları sis içinde düş gören ve
can çekişen Molok! Bacaları ve antenleri kentleri taçlandıran Molok!
Sevisi sonsuz petrol ve taş olan Molok! Ruhu elektrik ve bankalar olan Molok!
Yoksulluğun dehanın hayaleti sayıldığı Molok! Alınyazısı cinsiyetsiz bir
hidrojen bulutu olan Molok! Adı akıl olan Molok!
Üstünde tek başıma oturduğum Molok! Melekleri düşündüğüm Molok!
Deli Molok! Azgın Molok! Aşksız ve erkeksiz Molok! İçime küçükken
işleyen Molok! İçinde gövdesiz bir bilinç olduğum Molok!
Benim doğal kendimden geçişimden kendimi korkutan Molok!
Uyandığım Molok! Gökyüzünün akan ışığı!
...”
Ginsberg, A. Ferlinghetti, L. (1998), Amerika. İstanbul: Altıkırkbeş 6:45

O gece orada bulunan Michael Mc Clure, “Uluma”nın okunmasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Bir bariyer yıkıldı. Bir insan sesi ve bedeni; Amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi.”
Waldman, A. (1996), The beat book. Boston: Shambhala.

tavsiye: Beat kusagi
http://dharmasirana.blogspot.com/2007/12/beate-hzl-bir-bak.html

A. Ginsberg - Howl
(Altı Kırkbeş Yayıncılık - Uluma / Aralık 2007
Hazırlayan ve Çeviren: Şenol Erdoğan)

11 Aralık 2007

TUTUNAMAYANLAR

"Türk Edebiyatının Oyun/bozanı: Oğuz Atay"
30. anma yıldönümü -
mimar sinan ünv. ve bilkent ünv. işbirliği ile
13-14 aralık tarihlerinde mimar sinan ünv.
güzel sanatlar fakültesi oditoryumunda
Oğuz Atay sempozyumu düzenlenecek.


O Ğ U Z A T A Y
12 Ekim 1934 İnebolu -13 Aralık 1977 İstanbul



"Kimse dinlemiyorsa beni – ya da istediğim gibi dinlemiyorsa – günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.” (Günlük)


" İsyan ediyorum; geri dönmeme izin verilmesini istiyorum. Gerçek hürriyeti tanımadığım için cezadan korkuyorum. Bütün hayatımca cezalıydım; durmadan bir kafesin içinde dolaştım. Gittiğim her yere, üstü kapalı, demir parmaklıklı bu kafesi taşıdım..,"


Eserleri
Tutunamayanlar, Roman
1971-1972’de iki cilt, yeni basım tek cilt 1984
Tehlikeli Oyunlar, Roman 1973
Oyunlarla Yaşayanlar, Oyun DT 1979-1980, 1985 basim
Korkuyu Beklerken, Öykü 1975
Bir Bilim Adamının Romanı, Roman 1975
Günlük, Günlük 1988
Eylembilim, Tamamlanmamis Romani 1998


Beyin tümörü tanısıyla gittiği İngiltere’de tedavinin imkânsızlığı yüzünden geri döndü Oğuz Atay, 13 Aralık 1977’de İstanbul’da hayatını kaybetti. Enis Batur onun ölümünü şöyle anlatır:
“Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun içinde ‘ Yedinci Mühür’ deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970’den 1977’nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, Geleceği Elinden Alınan adam adını verdiği bir anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı. "


"Ben

buradayım

sevgili

okuyucum,

sen

neredesin

acaba?"


“Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, ‘Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, ‘İnsanlık öldü mü?’ ya da ‘İnsanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok.”

Yalnızlığın Oyuncakları ;Tehlikeli Oyunlar
_

10 Aralık 2007

yazma eylemi - SYLVIA


By Sylvia Plath "Self-portrait"


Female Author
All day she plays at chess with the bones of the world:
Favored (while suddenly the rains begin
Beyond the window) she lies on cushions curled
And nibbles an occasional bonbon of sin.
Prim, pink-breasted, feminine, she nurses
Chocolate fancies in rose-papered rooms
Where polished highboys whisper creaking curses
And hothouse roses shed immortal blooms.
The garnets on her fingers twinkle quick
And blood reflects across the manuscript;
She muses on the odor, sweet and sick,
Of festering gardenias in a crypt,
And lost in subtle metaphor, retreats
From gray child faces crying in the streets.
—Sylvia Plath


By Sylvia Plath "Two women reading"


...
"On the Declines Oracles" adli şiirimin epigrafi:

"Yıkık bir tapınağın içinde kırık bir Tanrı yontusu gizemli bir dil konuşuyor"
...
" Gün ağarıyor.Gizem saatidir bu. Tarih- öncesi zamandır da ayni zamanda. Düşlenen şarki, kutsal sütunun ayakları dibinde, Tanrı’nın soğuk, beyaz suretinin yanı başında uyuyakalmış bir yalvacın son sabah düşünün açımlayıcı şarkısı"
" Gizem olmadıkça neyi seveceğim ben?"
...
Ted, şiirlerimi eleştirip, orada burada doğru sözcüğü önerirken yanılmaz bir biçimde haklı - admiringly yerine "marvelingly" gibi. Kibirli, sanırım, beni Amerika’nın Kadın Ozanı olmaya değer kılan [tıpkı Ted'in İngiltere ve müstemlekelerinin Ozanı olacağı gibi] dizeler yazdım. Kim aşık atabilir? Şey, tarihte Safo, Elizabeth Barret Browning, Christina Rossetti, Amy Lowell, Emily Dickinson, Edna St. Vincent Millay- tümü de ölü. Simdi; Edith Sitwell ile Marianne Moore, yaşını başını almakta olan dev kadın ozanlar, şiirsel vaftiz annesi Phyllis McGinley ise dışarda kalır- hafif şiirler: kendini sattı o. Daha çok: May Swenson, Isabella Gardner, bir de onlara çok yakın duran Adrienne Cecil Rich- yakında bu sekiz şiir güneş tutulmasına uğratacak onları. İstekliyim, tedirginim, yeteneğimden eminim, yalnızca onu eğitmeye ve öğretmeye gereksinimim var- Bu en iyi sekiz şiirle bundan böyle kapıları ardına dek açacağım...
syf264


...
Yazmak, dinsel bir edimdir; bir düzene koyma, yeniden biçimlendirme, insanları ve dünyayı oldukları ve olabilecekleri gibi yeniden öğrenmek, yeniden sevmektir. Daktilo etmekle ya da dua etmekle geçirilen bir gün gibi geçip gitmeyen bir biçimlendirmedir. Yazmak kalır; kendi gönlünce dünyada dolaşır. İnsanlar okurlar onu: bir kişiye, bir felsefeye, bir dine, bir çiçeğe tepki gösterir gibi, tepki gösterirler ona: severler ya da sevmezler. Onlara yardim eder ya da etmez. Yaşamayı yoğunlastiriyormus duygusu verir: daha çok verir, irdeler, sorar, bakar, öğrenir, biçimlendirirsiniz onu: daha çoğunu elde edersiniz: canavarlar, yanıtlar, renk, biçim, bilgi. İlkin salt yazmak için yazarsınız. Eğer para gelirse ne ala. Önce para için yazmazsınız. Daktilo makinesinin başına oturmanızın nedeni para değildir. Bir mesleğin peynir ekmek paranızı karşılaması çok hoş bir şeydir. Yazmak da böyle olabilir, olmayabilir de. Böylesine bir güvensizlikle nasıl yaşanır? En kötüsü, ara ara, yazmanın kendisine duyulan inanç eksikliği ya da yitimiyle? Bunlarla nasıl yaşanır?
En kötüsü, tümünün en kötüsü yazmaksızın yaşamaktır...

syf337

SYLVIA PLATH'IN GÜNCELERİ

okuma eylemi

"Başucumdaki kitaplar dünyaya açılan penceremdir."

Cornelis Bisschop
Dutch Baroque Era Painter, 1630-1674

hayatın anahtarı ; okuma eylemi




Pablo Picasso - girl reading on beach, 1937

" kızın tüm bedeninin kitabın üzerine kapanmış görünmesi ilgiyle okumaktan öte, okuduğu ile bütünleşmiş bir beden"

08 Aralık 2007

10. ULUSLARARASI ISTANBUL BIENALI 2007


“Bir Bienal, Bir Bilanço” adlı bu kitap,
10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni kuramsal açılardan irdeleyen, bu düzlemin olgu bilgisi ekseninde bundan sonraki bienallere ve benzer başka sergilere de ışık tutacak açılımlara işaret eden bu kapsam ve boyutta hazırlanmış ilk çalışmadır.
Kitap birbirinden bağımsız bir grup duyarlı sanatçı, aydın, yazar ve entelektüelin analitik/eleştirel teorik bildirimler biçiminde sanat ortamına sundukları yazılar, bakışlar, düşünceler toplamından oluşuyor.
Kitaptaki yazılar son yıllarda sanat ortamını ahtapot gibi sarmalayan küratöryel sistem ve sanatın özgün, bağımsız ve özgür kimliğini, üretkenliğini karanlık odakların hizmetlerine teslim etmek isteyenlere karşı muhalif duruşa sahip bir hakikat yolculuğu denemesidir…
Yazarlar;
Rafet Arslan, Nazan Azeri, Erkan Doğanay, Müfit İşler, Ekrem Kahraman, Cavit Mukaddes, Özcan Türkmen, Zafer Yalçınpınar, Feyyaz Yaman
Hazırlayan: Cavit Mukaddes
Yayın Yönetmeni: Tuncay Takmaz
Tasarım: Savaş Çekiç
Türü: Sanat Dizisi 02
152 sayfa

2007 Çekirdek Sanat Yayınları





07 Aralık 2007

ERGIN INAN 99 SİİR, 99 RESİM



"Ben" Değilsin "Sen" Değilsin - 1987
El yapımı kağıt üzerine yağlıboya

_



Mevlana Celaleddin Rumi: 99 Şiir, 99 Resim



Mevlana'nın doğumunun 800. yılı -2007
Mevlana Celaleddin Rumi: 99 Şiir, 99 Resim

Ergin İnan' in 99 adet resmi, Talat Halman'ın Mevlana'nın yapıtlarından derlediği 99 şiirle buluşuyor..
İKSV Tasarım-Fiyatı: 500 YTL


40 yil Sanata ve Mevlana'ya adanmis bir hayat;
" İnsanlar 'Secret'i okuyacağına alıp 'Mesnevi'yi okusunlar"
Biri Batılı diğeri Doğulu iki ressamın yeteneklerini karşılaştırmak için onlardan karşı karşıya duran iki duvara resim yapmaları istenmiş. Hızla işe koyulmuşlar. Doğulu ressam duvarı ince ince işlemiş. Batılı ise duvarı sadece cilalamış. Sabah olup güneş doğduğunda Doğulunun yaptığı resim Batılının duvarına yansımış. "Mevlana beni ve resmimi ne kadar güzel anlatıyor, değil mi?" diyor Ergin İnan atölyesinde resimlerine bakarken.
İnan'ın Mevlana'dan esinlenerek yaptığı resimler İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Mevlana'nın doğumunun 800'üncü yıldönümü dolayısıyla bir kitapta toplandı: "Mevlana Celaleddin Rumi / 99 Resim, 99 Şiir". Edebiyat profesörü ve yazar Talat Halman da bu kitap için Mevlana'nın yapıtlarından 99 şiir derledi.

Mevlana size ne çağrıştırıyor?
Aslında aklıma birçok şey geliyor. Onun "Sadece susayan suyu değil, su da susayanı bulur" sözünü çok beğenirim. Bu sözcüğü 1985'te çizdiğim tuvalime de kazımıştım. Ama beni en çok etkileyen, onun deyişiyle "İçin içi" kavramı. Bu kavramla aslında her insanın kendine ait bir içi, bir ruhu olduğunu söylüyor. İnsanın kendini deşifre etmesi, Tanrı'ya yaklaşması kendi içini tanımasıyla olur. Onun dünyasını anlamak benim için ibadet gibi bir şey.

"Mesnevi'nin tümünü satır satır okudum"
Hayatın zorluklarına karşı insanların daha iyi yaşaması için birçok yeni kitap çıkıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mevlana'nın insan görüşü, zaman zaman insanlar kabul etmese de, kendini her an var ediyor. O, insanlara çok şey söylüyor ama tabii duyana. Her gün yeni bir kitap çıkıyor. "Secret" şu an gündemde olanı. Ama bu kitabın özünde Mevlana'nın felsefesi yatıyor. İnsanlar "Secret"i okuyacağına alsın "Mesnevi"yi okusun.

Mevlana'ya ilgi duymaya ne zaman başladınız?
Lisede Mevlana geceleri düzenlenirdi. Hatta ben bu gecelerin biri için Mevlana'nın o bildiğimiz tablosunu ben de resmetmiştim. Ama o çağda işin derinliğine varamadım. 1964'te üniversiteye girdiğimde bir Alman hocam vardı. Farsçayı çok iyi bilirdi. Derslerde ya Bach konçertosu ya da bir neyzen dinletirdi.
Bir gün ney eşliğinde Mevlana'yı anlatmaya başladı. Ağzım açık kalmıştı. Bu dersten sonra gittim, hemen "Mesnevi"nin altı cildini satın alıp satır satır okudum. Bundan sonra da Mevlana'nın düşüncesi hayatıma ve resimlerime yansıdı.

Bu projeyi ne kadar zamanda tamamladınız?
Bu proje olmasa da bir şeyler yapacaktım. Ama Şakir Eczacıbaşı'dan teklif gelince çok sevindim. Altı ay atölyeme kapandım, günde dört saat uyudum. 123 resim yaptım. Allah'ın güzel isimleri 99 tane olduğundan aralarından seçtim.

Bu Mevlana için yaptığım ilk çalışma değil. 1987'de "Mesnevi"den esinlenerek yedi resim yapmıştım. Zaten 40 yıldır Mevlana'yla ilgili kitap, belge ne bulursam topluyorum. Başucu kitabım "Mesnevi". Dolayısıyla bu projeye başlarken ne yapacağımı düşünmemeyi yeğledim. Tuvalin karşısına oturup başladım. Sadece Abdülbaki Gölpınarlı'nın "Mesnevi" çevirilerinden etkilendiğim cümleleri tuvale yazdım. Yani tuvale yağmuru Mevlana yağdırdı.

"Şiirleri Talat Halman ile değerlendirdik"

Talat Halman'ın "Mesnevi"den derlediği şiirler de kitapta olacak.
Resimlerimin çoğunu o şiirleri seçmeden önce yapmıştım.
O da seçtiği şiirleri bana telefonda okudu. Birlikte değerlendirdik.

Şiir ve resim iki farklı sanat kolu. Bu ikisini bir araya getirmek tuvalde nasıl bir etki yarattı?
Resim ve söz dünyası esasında çok farklıdır. İkisine aynı gözle bakamazsınız. Birini okuyup dalıp derinleşirsiniz. Resimlerde renkler, figürler sizi kendine çeker. O yüzden resim ve şiirler arasında bir uyum beklemek sanatsal açıdan doğru olmazdı. Çünkü o zaman sadece kafamızda kalıplaşmış Mevlana portreleri ve imgelerini çizmek gerekirdi. Bu da Mevlana felsefesine uymazdı. Ben sadece onun bende yarattığı etkiyi resmetmeye çalıştım.

"İlk kez 1969'da böcekleri ve sinekleri yakalayıp bir mektupta resmettim"

Mevlana ile ilgili 99 tane resim yaptınız. Farklı renkler, farklı konu ve figür... Hiç zorlanmadınız mı?
Hayır, kendimi bu konuda çok yetkin hissediyorum. Sahaflardan bulduğum, üzerinde Arapça yazılar yazan kağıtları resmimin alt katında kolaj olarak kullandım. Üst katta akrilik emisyonlarıyla, pigmentlerle, akıcı boyalarla bu yazıları buluşturdum. Onun üzerine yağlıboyayla başta böcek figürleri olmak üzere figürler çizdim. Hepsinin soyut ve farklı bir teması var.

Resimlerinizde neden hep böcekleri görüyoruz? Kafka'nın romanında olduğu gibi siz de dünyayı bir böcek gözünden mi algılamaya çalışıyorsunuz?
2006'da Berlin'de Kafka için de bir sergi yapmıştım, ne tesadüf değil mi? Tabii ki böceğin gözüyle görmek elbette kolay değil. Böcek 1969'lu yıllarda resmime girdi. Hocama mektup yazacaktım ama ne yazayım diye düşünürken birden yere bakıp karıncayı ve böcekleri gördüm. Sineği yakaladım ve resmettim. İki sayfa boyunca altlarına küçük notlar yazarak bir sürü böcek çizdim. Bundan sonra böcekler tuvalime girdi ve hiç çıkmadı.
BAHAR BAKIR

06 Aralık 2007

KARAKALEM

Kaleminiz kara olsun... kapkara!


KARAKALEM… ilk sayi

Rock Art Yayıncılık bünyesinde üç ayda bir yayınlanacak olan mevsimlik dergi KARAKALEM’in ilk sayısı, dergiye katkıda bulunan, burada isimlerini birer birer saymanın imkansız olduğu altmışa yakın yazar, müzisyen, çevirmen, fotoğrafçı... sayesinde sadece bir dergi değil, başlı başına bir kütüphane görünümüyle çıktı piyasaya. Genel yayın yönetmenliğini Altay Öktem’in yaptığı Karakalem’in ilk sayısında Seray Şahiner, Yeraltı Edebiyatını baştan sona inceledi. Dünya ve Türk edebiyatının yeraltından akan mecrasını tüm yönleriyle ele alan bu yazının dışında, edebiyat tarihimizin belki de en aykırı ismi olan Neyzen Tevfik için, bugüne dek benzeri görülmemiş dev bir dosya hazırlandı Karakalem’de. Neyzen Tevfik’in ölümünden iki gün sonra, 30 Ocak 1953 tarihinde Vatan Gazetesi’nde yayınlanan son yazısı, ayrıca ölümünün ardından Hakkı Suha Gezgin ve Mahmut Yesari tarafından kaleme alınan anma yazıları da Neyzen Tevfik dosyasında yer alıyor.

Şimdiye kadar yalnızca alkolik ve kadın düşkünü bir yazar olarak anılan Bukowski'nin Kirli Gerçekçilik'le bağlantısını Marksist bir bakış açısıyla yorumlayan Tamas Dobozy'in çalışması da Bukowski'yi sevenler ve daha yakından tanımak isteyenler için müthiş bir fırsat yaratıyor. Gotik edebiyatın temel taşlarından olan Edgar Allan Poe da Karakalem'de her yönüyle incelenen bir başka yazar. Ayrıca Poe'nun Kuzgun adlı şiirini çizgiye döken büyük usta Gustave Dore'nin bu eşsiz yapıtına da yirmi altı sayfalık özel bir bölüm ayrıldı Karakalem'de.

Yazının ve trompetin tılsımlı sesi Boris Vian'ı şiirimizin genç seslerinden Kaan Koç ele aldı. Romanları dışında şiirleriyle de tanıdığımız Vian’ın Ölmek İstemezdim Asla adlı şiiri, yine Kaan Koç’un çeviriyle yer aldı Karakalem’de. Gerçeğin büyülü dünyasına uzanan Tim Burton'un gotik ucubelerden stop motion animasyonlara uzanan çılgın dünyasıyla tanışmak ya da o dünyaya daha yakından bakmak isteyenler için Melike Aslı Şahinsoy, görsellerle desteklenmiş geniş bir Burton dosyası hazırladı.

Bir rockstar'ın karga olarak portresini ise Özlem Gürel’in müthiş kaleminden okuyabilmek gibi bir ayrıcalık bekliyor Karakalem okurlarını. Sözünü ettiğimiz, James O’Barr’ın çizgi romanından Alex Proyas’ın filmleştirdiği Karga (The Crow) elbette. Sırtında Crow dövmesi taşıyan, sadece şarkılarıyla değil, sahne şovuyla da benzersiz bir performans sergileyen Hayko Cepkin’le Deniz Durukan baş başa verdiler, Hayko’nun kargalarını ve korkularını konuştular Karakalem için.

Ersan Erçelik ırkçılığa, kapitalist sisteme, tüketim toplumuna ve orduya eleştiri oklarını gözünü kırpmadan gönderen usta yönetmen George A.Romero’nun filmleri çerçevesinde Ölüler Ülkesi’ne doğru ürpertici bir yolculuğa çıkartıyor bizi. Kesmeşeker'den ve solo çalışmalarından tanıdığımız Cenk Taner ise şiirin karanlık sesi William Black'in kendindeki yansımasını anlatıyor. Deniz Durukan, zirveye doğru inmesini başaran, görkemli bir hayattan sokak aralarına doğru hızla ilerleyen, tarihimizin Son Yalnız’ı, bir zamanların efsane ismi Cahide Sonku’yu oldukça yakınlaştırıyor Karakalem okurlarına.

Marilyn Manson’ı sadece bir müzisyen değil, bir tür etikçi olarak gören Altay Öktem, Manson gerçek mi, yoksa sadece bir imaj mı diye soruyor ve bu hassas sorunun cevabını da veriyor yazısında. Karakalem Bir Dünya adlı bölümde ise Frank Zappa lirkleri, Erkut Tokman’ın Türkçesiyle yer alıyor.

Genç yaşta kaybettiğimiz sevgili arkadaşımız, değerli yazar, çizer, fantastik sinemanın ve B tipi filmlerin vazgeçilmez ismi Metin Demirhan’ın "Türk Sinemasında Tehlikeli Kadınlar" adlı incelemesinin, yazdığı son yazı olacağını hiç kimse bilemezdi. Karakalem’i göremeden aramızdan ayrılan Metin Demirhan yola çıkmadan önce o muhteşem kadınlarla bir kez daha vakit geçirmemizi sağladı…

Ana akım edebiyatın dışında duran ama ana akımı sarsacak kadar da güçlü olan bir çok şiir, öykü, deneme, hatta on altı yaşındaki yazarımızın kaleminden çıkma müthiş bir masal da okunmak üzere sizleri bekliyor Karakalem'de. Sibel Torunoğlu’nun Şizofren Günlüğü’nden Suat Başkır’ın İlkçağ felsefesi biçemiyle kaleme aldığı “bu çağa cuk oturan” felsefi metinlerine, tenini kaldırmaktan çekinmeyen Handan Ateş’in cinselliğe ve kadınlara bakışına, suç kavramının detaylarına inen Rafet Aslan’ın yazısına kadar uzanan zengin içeriğiyle ve simsiyah sayfalarıyla, karanlığın estetiğini gözler önüne seriyor ve gerçek ışığın nerden doğduğuna dair önemli ipuçları veriyor KARAKALEM.

01 Aralık 2007

ŞAİRDIR, TEZ ÖLÜR

`İşte ölüm şu derin taçlı şiirdir bak!`Ece Ayhan


BİR ŞAİRİN ÖLÜMÜ
Kimse inanmaz
Benim hafif-makineliyle öldüğüme
Veya ayrıldığıma dünyadan

Benimde başkentte bi odam
Şiir kitaplarım
Üniversitede adım
Ve arkadaşım vardı

Ünüm de olurdu
Yaşasaydım
SALÂH BİRSEL (1919-1999)

“İnanın sözüme şairler / Üçer beşer söneceğiz / Yirmi ikiye varmadan / Rüştü (Onur)gibi öleceğiz”.



GENÇ ÖLÜLERDİR ŞAİRLER
unutulmuş aşkların tekrarıdır hüzün
çölün kumaşını keserken uzun gece
yalnızlığın uçurumunda gümüş eritir ay
suskunluk hep o bildik şarkıları söyler ateşböceklerine
kanatılmış gergeflerde evde kalmış kızların yası
bir tutku gibi işler makas, keserken masalların kumaşını

her aşk bir tarih düşer insanın yaralı kalbine
orada, o yasak ten ülkesinde çoğalırken çentikler
ipek, şarap ve karanfil kokuları sızar şakaklardan
billur bir ölümdür artık 'eskimiş bahar'
hayat 'kendi sesi'nden taş plaklara okunan şiirdir
anlamaz kalbin mutlu kelebeği, anlamaz sevilmemeyi
incecik çiçek tarlalarına ömrünün önsözünü yazar

ışığın orağıyla biçilir aşkın ekini
denizlere açılıp dönmemiş bir teknedir aşıksa:
aklında bir romanın unutulmaz tezleri
dilinde 'sarhoş gemi'den aşırılmış bir arya
kalbindeki hançeri daha derine iter su perileri

genç ölülerdir şairler: tez vurmaz kıyılara
tez vurmaz denizkızlarıyla sevişmiş
mutlu cesetleri...
YILMAZ ARSLAN
siir kitabi;1995 " Su Mektuplari "



ŞAİRLER ERKEN ÖLÜR
avuçlarında yuvarlanan sırça bir heyecan,
sokaklardan geçiyorsun, salyalı caddelerden,
eşiklerde oturup bastırıyorsun soluğunu.
kımıl kımıl insancıklar geçiyor önünden,
şehre doğru, gözleri ayaklarında yürüyen
dualar. avuçların ısınıyor yavaş yavaş, tutuşuyor.

pencerelerden uzanıyorsun rüzgara, meyvaya
durmuş bir dal gibi. avuçların ısınıyor.
kuşlar gelip yemleniyor parmaklarından, karıncalar
bacaklarına tırmanıyor, toprak kokusu siniyor
saçlarına, yağmura inanan uzaklıklardan. şeytan
uçurtmaları sözcükler döküyor alçalarak, resimli rüyalar…

kalabalığa karışıyor adımların, hıza mürid oluyorsun,
homurtular, patlayan kahkahalar yükseliyor çepeçevre,
leşe konmuş bakışlar… usulca kapıyorsun avuçlarını.
bir yıldız çakıyor ışığı çekilmiş gökte, vitrinlerin
önünde dikilip bakıyorsun. düşlere çalınan kornalar
yırtıyor dalgınlığını, kaçıyorsun akşamın yaralanmış dilinden.

pavyonlar çağırıyor susamışlığını, otel tabelaları
yanıp yanıp sönüyor, neon kırıkları saplanıyor bedenine,
dolmuşlar toplamaya çalışıyor telaşını, pezevenklerin
işkilli merakı peşinde. kaçıyorsun, asfalta açılmış
çukurların karanlığından, ter içinde sıyrılan dönerlerin
yağlı kokusundan kaçıyorsun. avuçların ısınıyor biteviye.

şehre yanaşan küçük bahçelerde alıyorsun soluğu, ağaçlara
karışıyor ürkekliğin, kokular örtüyor terli sırtını. toprağa
uzanıyorsun incitmekten korkarak. rüzgarı dinliyorsun.
çiçeğin karanlığa açmış küskünlüğü salınıyor, yıldızlar ipildiyor
dallar arasından. kuşları toplanmış yapraklar hışırdıyor
belli belirsiz. derken uzunlarını yakıyor bir motor gürültüsü

kaçıyorsun. avuçlarında kıvranan kırılgan bir soluk, koşuyorsun
cüzzamlı bir yasla. annenin sesi bir gölge gibi ardında sürünüyor:
“Şair olma oğul ! Şairler erken ölür! Ardından bir dua okuyanın
olmaz!”. kaçıyorsun yazgının genişleyen ağından.
MURATHAN ÇARBOĞA

siir kitabi;2003“Güne Dönen Rüya”



ŞAİRİN ÖLÜMÜ
Beni öldürdüler üç yerimden,
Şiir süsü verdiler.

Sonra attılar denizlerin önüne
Beslediler, büyüttüler kinimi
Adı sevgidir dediler
Sağnak sağnak yağdırdılar üstüme
Bir veda çığlığıydı susuşum
Cehennem yolculuğu bildiler
Eylül'dü yapraklardan savrulan
Bütün renkleri hüzün
Yanmaz fenerlerle oydular gözlerimi
Muhtaç ettiler kadere
Melalin gözüydü yağmurun adı
Görünmez mum ışığıydı eylül
Sular içinde uyardılar beni
Yudular nefret düşlü kovada
Belki bir yol vardı gitmeye
Çöle çevirdiler..

Beni öldürdüler çok yerimden
Şiir süsü verdiler..
ÖZCAN ÜNLÜ



“GÖĞ EKİNİ BİÇMİŞ GİBİ…”
"Bir zakkum ağusu damlar hüznüme /Şiirin kesik damarlarından ... "

“Erken giden mintanıyla gömülsün” Sina Akyol
“Şair olmak zarar ömre” Ahmet Erhan
“Her ölüm erken ölümdür” Cemal Süreya
“Yaş otuz beş yolun yarısı eder” Cahit Sıtkı Tarancı
“Ölüm alışsın artık bize” Ergin Günçe
“Sen bu şiiri okurken / Ben belki başka bir şehirde ölürüm” Behçet Aysan
“Sevincimi kimler yağmaladıysa / Gövdelerine çakılsın genç tabutum” Kemal Kale
ERKEN ÖLÜMLÜ ŞAİRLER ANTOLOJİSİ / AHMET GÜNBAŞ
Hayal Yayınları 1. Basım, Nisan 2007, İstanbul

28 Kasım 2007

BÜTÜN GÜNCELERİ / SYLVIA PLATH


published 1998

new ed.2001

kitabin Ted Hughes imzali onsozunde, guncenin tum gunluklerin ucte birini olusturdugunu yaziyor. "59 yilinin sonundan, ölümünden üc gun onceye kadar kayitlar iceren iki defter daha vardi. Sonuncusunu ben imha ettim cunku cocuklarinin okumasini istemedim(o gunlerde unutmanin, yasamaya devam edebilmek icin gerekli oldugunu dusunuyordum). Ötekisi kayboldu."


Kasım 1998
Odasında Bir Başına...

Bir insanın güncelerini okumaya değer kılacak en önemli özellik, onun içinin derinliğidir. Dümdüz yaşamış, hayatla ve kendisiyle hiçbir alıp veremediği olmamış, yoğun duyguların kıyısından geçmemiş insanların, diğerlerine söyleyebilecekleri farklı, alışılmışın dışında sözleri olabilir mi? Tam da bu nedenle işte, Sylvia Plath'ın Günceler'i, zorlu bir okuma serüveni.

Sylvia Plath 1932'de başlayan ve 1963'de sona eren kısacık bir yaşam. Yaşamının belli dönemlerini zaten Günceler'inde okuyacaksınız, Günceler'de bulunmayan önemli noktaları ise, Plath hakkında daha tamamlayıcı bilgiler verebilmek amacıyla kısaca özetlemek yararlı olabilir.

Başarılı ve zeki bir öğrencidir. Smith Koleji'nde burslu okur, okulun onur öğrencisidir, sonra Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne, İngiltere'ye gider. Smith Koleji'nde üçüncü sınıfı bitirdikten sonra, 1953 yılında, ciddi bir intihar girişiminde bulunur. Onu ancak iki gün sonra bulabilirler ve özel bir klinikte tedavi altına alınır. Tedavi, bir yıllık uzun bir terapi dönemini ve elektroşokları da içerir. Bu klinikteki psikiyatrı ile güvene dayalı bir ilişki kurabilen Plath, terapiye olumlu cevap vererek, bir yıllık aradan sonra okuluna ve başarılarına geri döner. Bu dönemini The Bell Jar (Sırça Fanus) kitabında anlatacaktır. Ted Hughes ile 1956'da evlenirler. 1960'da kızı Freida, 1962 başında oğlu Nicholas doğar, ama bu arada Ted ile evlilikleri bozulmaya başlar. Ted, Ağustos'ta onu terkederek Londra'ya gider. Bundan sonra her açıdan çok sıkıntılı günler geçirmesine karşın, neredeyse günde birkaç şiir yazdığı olağanüstü verimli bir dönem yaşar. Ancak, 11 Şubat 1963'de, çocuklarının önüne süt ve ekmek bırakıp, başını gaz ocağının içine sokarak yaşamına son noktayı yine kendisi koymayı seçecektir. Bu son dönemde yazdığı şiirler, Ariel adı altında, ancak ölümünden sonra yayınlansa da, o, yazdıklarının olağanüstü olduğunun farkında olarak annesine şöyle yazacaktır, 16 Ekim 1962'de: "Ben dâhi bir yazarım; içimde var bu. Yaşamımın en güzel şiirlerini yazıyorum, adımı onlar belirleyecek." Gerçekten de öyle olacak ve Plath, son yarım yüzyıllık Amerikan edebiyatına Ariel ile damgasını vuracaktır. 1982'de yayımlanan The Collected Poems ile Pulitzer Ödülü'nü alması da Plath'in yazın alanındaki gücünü gösteren önemli bir değerlendirmedir.

Günceler, Plath'ın Smith Koleji'ne başlamasından kısa bir süre önce başlıyor ve 1959 yılında kesiliyor. Aslında ölümünden üç gün öncesine kadar devam eden iki defter daha olmasına rağmen, 1962 sonbaharında ayrıldığı eşi, İngiliz şair Ted Hughes tarafından son defter imha edilmiştir; "çünkü çocuklarının okumasını istemedim (o günlerde unutmanın, yaşamaya devam edebilmek için gerekli olduğunu düşünüyordum)" diyor Hughes, kitaba yazdığı Önsöz'de. Bu davranışı, Sylvia Plath'i umarsız sona hazırlayan çöküntüdeki izlerini silmek istemesi olarak yorumlayanların da olduğunu belirtmeden geçmemekte yarar var. Hughes, ikinci defterinse kaybolduğunu söylüyor. Bu nedenle, 1959 yılından sonraki bölümde, apandisit ameliyatı sırasında hastanede tuttuğu notlarla, 1962 yılında Devon'daki komşularının karakterlerine ilişkin betimlemeler yer alıyor yalnızca.

Günceler'in, diğer bir deyişle kolej yıllarının başlarında, Plath'ın yoğun olarak kadınlık/erkeklik, evlilikte kadının rolü, annelik rolü ve yazarlığın bu roller içinde nasıl hayata geçirileceği konularında düşündüğünü görüyoruz: "Normal, görenekçi yaşamdan ayrılmış sanat, yaşamla birleşmiş sanat kadar yaşamsal mı, diye düşünüyorum: tek sözcükle, evlilik benim yaratıcı enerjimi sömürür, doyurulmamış duygu derinliğini artıran yazısal ve resimsel anlatıma duyduğum isteği yok eder mi? Yoksa [evlenecek olursam] çocukların yaratılışında olduğunca, sanatta da daha tam bir anlatımı gerçekleştirebilir miyim? İkisini de iyi yapabilecek güçte miyim?" Yazma eylemine taparcasına bağlı olması, bir anlamda onu sosyal hayattan koparmaktadır. Bu nedenle sürekli ikilemler yaşar, yaşamdan beklentilerine dair. Yüzeysel ilişkiler ona yetmez, ama "olabildiğince açık ve derinden konuşabileceği" insanları da kolay kolay bulamaz. Bu duygular onu yalnızlığa ve çöküntüye götüren duygulardır. "... ne denli coşkulu olursanız olun, karakterin yazgı olduğundan ne denli emin olursanız olun, elektrik lambasının yapmacık keyifli parıltısının içine dolan saatin yüksek sesli tik taklarıyla, odanızda bir başınıza kaldığınızda, hiçbir şey gerçek değildir, ister geçmiş olsun, ister gelecek. Ne geçmişiniz, ne de geleceğiniz varsa, ki önünde sonunda şimdiki zaman bunlardan oluşmuştur, şimdiki zamanın boş kabuğundan kurtulur, canınıza da kıyarsınız." Smith Koleji dönemindeki yazılarında, hayatındaki erkeklerle olan arkadaşlık/sevgililik ilişkilerini yoğun bir şekilde sorguladığını, bu sorgulamalardan yola çıkarak da erkekler ve ilişkiler üzerine kendi değer yargılarını oluşturma çabasını görürüz. Yazarak yeterince para kazanamamak, yazar olmanın toplum tarafından "meslek" olarak kabul edilmemesi ("Toplum imgeleri: Başarılı olmak koşuluyla Yazar ve Ozan bağışlanabilir. Para kazanırsa.") düşünceleriyle bu dönemden başlayarak Günceler'inde izleyebildiğimiz kadarıyla sürekli boğuşacaktır Plath. Başarı kazanma konusunda kendini bu denli zorlamasının, toplum tarafından kabul edilme kavramının, tüm bunların yazmasına engel oluşunun ve yazamadıkça kendini acımasızca hırpalamasının temelde annesiyle bağlantılı olduğunu, 1959'da eski terapistiyle yeniden görüşmeye başladığında anlayacaktır. Dr. Ruth Beuscher, Plath'a "annenize kin güttüğünüz için yazmıyorsunuz, çünkü öyküleri ona vermeniz gerektiğini ya da onun öykülerinize sahip çıkacağını duyumsuyorsunuz" dedikten sonra Plath, Günceler'ine şunları yazacaktır: "Bu yüzden, yazamıyorum. Ondan nefret ediyorum, çünkü yazmayışım ona üstünlük sağlıyor. Haklı olduğunu, uğruna güvenceyi yadsıdığım şey ortada yokken, öğretmenlik ya da güvenli bir şey yapmamakla aptallık ettiğimi öne sürüyor. Benim geri çevrilme korkum, bunun, başarılı olmadığım için onun tarafından geri çevrilme anlamına geleceği korkusuyla bağlantılı. Benim işim, işimden tat almak. YAPITLARIMIN BENİM OLDUKLARINI DUYUMSAMAK."

1952 yılının yaz döneminde, New York'ta geçirdiği konuk editörlük deneyiminden sonra, Harvard Yaz Okulu'na kabul edilmeyişi, yazarlık yeteneğini acımasızca sorgulamasına yol açar. Kendini bırakmamak için sürekli yapması gereken hedefler bulduğunu ("Görüngeyi öğren çocuğum, steno öğren, Fransızca çalış: YAPICI BİR BİÇİMDE DÜŞÜN. ..."), yaşamına son verme isteğine engel olmaya çalıştığını ("Zihin bakımından donmuşsun sen -ilerlemekten korkuyor, dölyatağına dönmeye can atıyorsun. Önce düşün; -işte yaşamın, zihnin; yılgıya kapılma. Yazmaya başla, kabaca, kopuk kopuk da olsa"), kısacası kendisiyle hesaplaşmalarını açıkça görürüz, intiharından önce yazdığı son iki kayıtta. Bundan sonrası boşluktur. 1953 Ağustos'undaki bu girişimden sonra, 1955'e kadar, yazılmış bir kayda rastlanmamaktadır.

Günceler, 1955'te erkek arkadaşı Richard Sassoon'a yazdığı kimi mektuplardan alıntılarla devam eder. 1956'da Richard'la birlikte, Paris'te çok güzel bir Noel tatili geçirmelerinin ardından "birbirlerine gereksinim duyuncaya kadar, birbirlerini aramama" kararı vererek ayrılırlar. Tabii ki, yazılan Günceler, Plath'in kaleminden çıktığı için, bir macera romanı okur gibi bir ayrılık hikâyesi okumayı beklemek yanlış olur. Kimi mektuplarından alıntılar ve yaşananları sorgulama şeklinde gelişecektir olay Günceler'inde. Yine çöküntüye doğru gittiği günler yoğunlaşacaktır. Şubat tarihli kaydında, klinikte yaşadığı elektroşoku betimlemeyi düşündüğünü yazacaktır. Yaşadığı klinik dönemine ilişkin olarak Günceler'inde rastladığımız ilk kayıttır bu: ... deliliği

virgul'den...


-1998
ikinci baski-2000
ceviri:Şadan Karadeniz
Oglak Edebiyat/Günce

22 Kasım 2007

MEKTUPLASMALAR- ZWEIG


Bir aşkın hazırlanışı ve bitişi
ALİ ÇOLAK


24 Temmuz 1912 akşamı, Viyana’nın banliyölerinden Josefstadt’ta daha çok memurların, subayların, doktor ve edebiyatçıların uğradığı Wickenburg sokağı 15 numaradaki Riedhof lokantasında, Stefan Zweig yemek yiyor, dostlarıyla sohbet ediyordur.
Talihin güzelliğine bakın ki, yan masada da, hayatının uzunca bir dönemini birlikte geçireceği aşkı, karısı, yardımcısı… her şeyi Friderike von Winternitz oturmaktadır. Friderike onu ilk kez görüyor değildir. Birkaç yıl önce de, güzel bir yaz akşamı, Viyana dışındaki Rodaun’daki bir lokantada görmüştür Zweig’ı. Friderike, 25 Temmuz’da Viyana’dan ayrılır, yaz dinlencesini geçirmekte olduğu içmeler kasabası Gars am Kamp’a gelir ve hemen “Sevgili Stefan Zweig Bey,…” diye başlayan bir mektup yazar. Bu, ucu aşka, sonra evliliğe çıkacak uzun bir hikâyenin ilk satırıdır aslında…

Kendini aşkına adayan kadın...
Uzak, çekingen, hatta ürkek bir kadının kaleminden çıktığı her halinden belli olan bu ilk mektubunda Friderike, “Çoğu insanın güzel bulmadığı bir şeyi şu anda niçin kolayca yapabildiğimi sanırım açıklamama gerek yok.” diyecektir. “Bu saçma satırlarımı hiç kimseye anlatmayacağınızı sanıyorum” demeyi de ihmal etmeden, Zweig’ten mektubuna cevap alabilirse sevineceğini yazmıştır.

Stefan Zweig-Friderike Zweig mektuplaşmaları böyle başlar… Ahmet Arpad-Burhan Arpad’ın Almanca’dan dilimize çevirdiği “Mektuplaşmalar” (1912-1942) 1912’de tanışıp 1920’de evlenen Stefan-Friderike Zweig çiftinin çeyrek yüzyıl boyunca birbirine yazdıkları bin 200 mektup arasından seçilmiş 300’den fazla mektuba yer veriyor. Mektuplar, bilirsiniz, başka eserlerde, mesela anılarda, otobiyografilerde bile ortaya çıkmayan mahrem bilgileri, ayrıntıları saklar. Bir edebiyat okuru için, tadına doyulmaz metinlerdir… Friderike’nin tutuşturduğu aşkın mektupları da tiryakisi olduğum bir yazarın, Zweig’in kişiliğine, düş kırıklıklarına, gezilerine, eserlerinin yazılış ve yayımlanış macerasına dair pek çok bilmediğim şeyi öğretti bana. Ve tabii önce Friderike’yi o hakikaten özverili kadını… İyi bir tertiple ‘Sokulma’, ‘Sürüncemede’, ‘Soğuma’ ve ‘Sürgünde’ gibi başlıklar altında toplanmış mektuplar, bir aşkın macerasını adım adım izlememize fırsat veriyor bu bölümlemeler...

Friderike, Stefan Zweig’ı tanıdığında evli ve çocuklu bir kadındır. Ne var ki o da bir yazardır ve uzaktan tanıdığı, izlediği Zweig’ın hayranıdır. Önceleri “Sevgili Stefan Zweig bey” yahut “Çok sayın doktor bey…”li mektuplar, çok değil, birkaç ay sonra, “Sevgili…” diye yazılmaya başlanacaktır. Sonra telefonlar… Ve o davetkâr satırlar… “Gözleriniz o kadar güzellik dolu ki… Siz her şeyi duysallık dolu bakışlarla izliyorsunuz. Karşınızda direnç gösterebileceğimi sanmıyorum… Sizin Maria Friderike v. Winternitz’iniz…” İlk mektubun bir kadından gelmesi her zaman tehlikelidir ve ucu mutlaka dönülmez bir aşka çıkar… Zweig için de kaçınılmazdır bu. Ama ne yazık ki Zweig’ın, bu aşkın ilk zamanlarına ait mektupları kayıptır. Biz, bu aralığı ancak onun günlüklerinden takip edebiliyoruz. Tanıştıkları 23 Eylül 1912’de Stefan Zweig günlüğüne şöyle yazar: “Gerçekten oldukça duygulu, o güne kadar rastlamadığım kadar ince yapılı, fakat onu güçlü yapan ruhsal çekiciliği enerji dolu bir kadınla güzel bir sohbet yaptım… Hareketlerindeki mükemmel zariflik bana müzik gibi geliyor… Vazgeçmeliyim ondan!” Vazgeçemez… Bir mektubunda, “Size her zaman yardımcı olacağımı bilmenizi isterim. Örneğin ortalığı toplamak, bavul hazırlamak ve benzeri şeylerde emrinizdeyim.” diye yazan Friderike, artık adım adım peşindedir Zweig’ın… Daha başlangıçta talip olduğu bu ‘yardımcı olma’ arzusunu, boşanmak zorunda kalmaları, hatta Zweig’ın sekreteri Charlotte Altmann ile evlenmesine de engel olamayacaktır. Zweig, Brezilya’da geçirdiği hayatının son günlerine kadar yazmaya devam eder Frederike’e.

Faşizmin kararttığı hayatlar...
‘Mektuplar’ bize bir aşkın hazırlanışını, gelişimini ve trajik bir sonla bitişini anlatırken, Zweig’ın neredeyse bütün edebi hayatını, romanlarının, denemelerinin, tiyatro eserlerinin, hikayelerinin yazılış, yayınlanış, sahneleniş öykülerinden de haber veriyor. Ve tabii, bitmez tükenmez seyahatlerinden… Avusturya’dan Almanya’ya, Paris’e, Londra’ya, Amerika’ya, Brezilya’ya gidiş gelişler, edebiyat söyleşileri, konferanslar… Bir şeyi daha: Zweig ve eşinin mektupları, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşının en sarsıcı tanıklıkları... Bu tanıklıklar, adım adım ölüme götürüyor Zweig’ı. İntiharından bir gün öncesine kadar sürdürdüğü mektuplarda Zweig, kendisini intihara götüren ruh çöküntülerini dokunaklı bir dille anlatıyor. Son mektubunda, mutlu olmasını ister Friderike’den. Bir gün önce de “Bütün dostlarıma selamlar yolluyorum.” diye yazar, “Uzun gecenin sonunda doğacak şafağı görmelerini çok arzularım! Sabırsız ben, onlardan önce gidiyorum.”

‘Dünün Dünyası’nı arayan ve barışçıl, aydınlık bir ‘kültür Avrupası’ düşü kuran Stefan Zweig, bu düşün acı bir şekilde yıkılışına tanık oldu. Hitler faşizmi, sadece Avrupa kentlerini değil, onun düşlerini de yakıp yıktı. 13 Mart 1938’de Viyana işgal edildi. Zweig artık bir vatansızdı. Sonra İngiliz vatandaşı oldu, ardından da yeni eşi Charlotte ile birlikte Brezilya’nın Petropolis kentine gidip yerleşti. Fakat acısı burada da dinmeyecekti. Brezilya, sokakta Almanca konuşmayı yasaklar… Avrupa’dan korkunç haberler gelmeye devam etmektedir. Bu acılara daha fazla karşı koyamaz Zweig ve evliliklerinin ikinci yılında eşi Charlotte ile birlikte intihar eder. ‘Bir mültecinin yaşamı daha alışılmış şekilde sona ermiş’tir.

Bir altın arayıcısı gibi okuduğum
‘Mektuplaşmalar’ın kahramanı elbette Friderike, o yürekli kadın... Tanıdığı günden sonra hep Zweig’ın yanında ve arkasında oluyor. O meşhur ‘Her başarılı erkeğin ardında güçlü bir kadın vardır.’ sözünü doğrular gibi... Zweig ayrılmak zorunda kalsa ve başka bir kadınla evlense de ruh yıkımları arasında ona saygı duymaya devam ediyor. Friderike olmasaydı, Zweig bunca verimli ve bunca tanınmış bir yazar olabilir miydi, tartışılır. “Mektuplar, Romanya buğdayı gibi çiçek açıp büyüyor.” diye yazmıştı Zweig bir keresinde. Büyüyüp çiçek açan ve hazin bir sonla biten bir aşkın içinden geçmenin sarsıntısı var üzerimde.

Mektuplar olmasaydı aşklar bu kadar ölümsüz olabilir miydi?

Zweig & Charlotte
www.zeldanilgunmarmara.blogspot.com/2007/10/ak-ve-intihar.html

19 Kasım 2007

YALNIZLIKLAR - HASAN ALİ TOPTAŞ


artı

= yalnızlık + lar . . .

"insana en yakın yalnızlıktır insan"

1.
Neresinden bakılırsa bakılsın,
her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.
O insan ki, bakar bize ve ötemize;
ve o insan ki, giyindiği zamanın gerisinden sorar
hep
kaygılanır, duraksar ve sessizdir;
ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün...

Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.

sayfa9,


7.
Yalnızlık alıp karşına kendini
öteki kendinlerle konuşmaktır
Bakışmaktır öteki kendinlerle;
dövüşmektir.

Kimi zaman da, öldürmektir
içlerinde en çok sana benzeyeni,
benzemiyor diye.

Yalnızlık, öldürmektir.
sayfa31,


13.
Ölülerin dönüp dolaşıp bizde yaşamasıdır yalnızlık.


her ölü ölümünü kanıtlar,
yani yaşadığını;
ve biz durup dinlenmeden ölümlere ekleniriz,
kurtuluş yoktur.
yazılmamış kitaplardır ölüler
ve zamanın rafına kaldırılmış gümüşlerdir.
onlar ki, bir yanlarını bırakırken bize,
bir yanımızı götürmüşlerdir.

Bu yüzden alışverişimiz hiç eksilmez onlarla;
uçsuz bucaksız bir çölde
ya da dağların ardındaki bir dağ başında
kendi kendimizle konuşuyorken bile
onlarla konuşuyoruzdur.
dedikleridir dediklerimizin birazı,
birazı onlara diyeceklerimiz.

Hiç kuşkusuz dünya ölülerle ağırdır;
ve yeryüzü onlarla kalabalık.

İçimizdeki suç kurdu kımıldadıkça onları anarız.
çünkü, her diri ölüyü yağmalar
-ki, biz de bulaşmışızdır o talana.
ayakta kalma duygumuzu doyurmak için
bir atmaca olmuşuzdur
ölüye,
ay ışığında canlı canlı parlayan bir saltanat
kurmuşuzdur mermerden;
taşına yaldızlı harfler döşemişizdir ince ince,
ardından çiçek konvoyları yürümüştür
renkleri tekrarlayarak,
ardından gül şerbetleri, ilahiler,
sonra cennet yeşili hüzünlerin çekip çevirdiği törenler.
üstelik, ölümü biraz daha gerçek kılmak için
gazetelere ilan vermişizdir.

(Çünkü ölümler işitildiği an gerçekleşir
ve işitilen kadardır)
gene de her şey boşunadır;
biz öldürdükçe yaşar ölüler.
upuzun gölgeleriyle (ölüm insanı biraz daha büyütür)
içimizde gezinirler;
kımıltılarımıza dokunurlar hatta,
bakışlarımıza bulaşırlar.

Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık..

sayfa55,

YALNIZLIKLAR(1990) - HASAN ALİ TOPTAŞ

12.
Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde

Yüzün gelirdi bir yerlerden bir ülke,
kokun gelirdi bir bahar
ve gülüşün gelirdi de bir düş gibi,
ille de kendini kendine vurmuşluğun gelirdi de;
ben hep şarkı sanırdım gökyüzünü
kimbilir kimin söylediği.
Issız teknelerle kıyılarıma koşardım hemen,
bakardım (bakmak uzanmaktır);
atlaslar yırtılırdı düşümün bir ucunda,
bir ucunda ben;
ve suların unuttuğu yunus hıçkırıkları vururdu alnıma,
dudaklarımdan tuz kervanları yürürdü.

Kervanlar ki, birer seraptır harami günlüğünde.
(...)


Anlardım ki, insan bir baskasındaki kendini okur;
ve okunan yalnızlıktır.
sayfa52,


30.
Kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.

Düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki'dir,
dün süphelidir, bugün nerededir?
Üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
Ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirlidir.

Düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir.

Yükselenlere eşsiz bir ülkedir yalnızlık;
orada içlerini kazarlar sürekli,
derialtı şehirlerine inerler
ve kendileriyle tanışırlar her gün,
her saat, her dakika, her an,
her canavar
ve her kuzu kendileriyle tanışırlar.
Sonra, kendileriyle
kendilerinde başlayan insanlığın arasına otururlar.
Önlerinde buruşuk örtüler vardır,
yorgun maskeler,
uyuyan özlemler,
tılsımlar sonra
ve masmavi küfleriyle şablonlar
-ki, hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa
Şaşrımışlardır,
şaşırırlar
ve elbette şaşıracağızdır.
Yalnızlık biraz da şaşırmaktır şaşamadıklarımıza.

sayfa 111,


9.
"Yalnızlık bir boşluktur içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
Babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.
Babalar, alınlarımıza yazılmış yanlızlıklardır.

...

Babalar ki yalnızlıgın en uzun tarihidir
iclerinden gelip gectigimiz
sayfa37


sek yalnizlik


fotograf & siir "BorgesDefteri" ne tsklerim..ve Nilgün'e@+

Gece, gunduz sizinle gezer; yalnızlık.


Gunduz, gece sizinle gezer; yalnızlık.


Ben neyi yalnızlık sanmıstım bir keresinde?

Ben yanlızlıgı ne sanmıstım bu keresinde?

16 Kasım 2007

SYLVIA's ART

self-portrait


nine female figures






13 Kasım 2007

NIKO GUIDO


Kaz Daglari Ölu Altin Bedenler

Dünyanın dengesi o kadar bozuldu ki, torunlarımızı nelerin beklediğini düşünmek korkutucu.Fotoğrafçı Niko Guido(Necip Yanmaz) "Çevre İçin Çıplak Hareket"i bu nedenle başlattığını söylüyor. Küresel ısınmayı, siyanürlü altını, dünyaya zarar veren insan elinden çıkma her şeyi nü fotoğraflarla protesto etmeye karar verdi. Önce bir sivil toplum hareketi adına fotoğraf çekmek istedi. Greenpeace dahil birçok kuruluşla görüştü ama projeyle ilgilenmediler. O da bireysel hareket etmeye karar verdi.


Nymph Su Perisi/Tuz Golu

Niko Guido(Necip Yanmaz)cevreyle ilgili ilk nü fotoğrafını geçen yıl Tuz Gölü’nün kurumasını protesto etmek için çekmiş, "Su Perisi" adlı fotoğraf beterphoto.com düzenlediği yarışmada 25 bin başvuru arasında birinci olmuştu.-2006
---

10 Kasım 2007

10 kasim anisina


31 Ekim 2007

Yol Üstündeki Semender

"herkesin düşlerinden devşirilmiş/ve karabasanlardan."



"benzerim!" Oku geceden süzdüğüm
kanı ve sütü;
yaz ve güz bahçelerinden
damıttıklarımı;

benzerimsen. (s: 56)


Ahmet Oktay
YolUstundekiSemender
www.zeldanilgunmarmara.blogspot.com/2007/08/yol-ustundeki-semender-ahmet-oktay.html

26 Ekim 2007

SYLVIA PLATH'I ARIYORUM





“Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”.

"I talk to God but the sky is empty."


Mad Girl's Love Song - 1954
Çılgın kızın aşk şarkısı
Yumuyorum gozlerimi,yıkılıp ölüyor dünya;
yeniden doguyor açınca gozlerimi.
(kafamın içinde yarattım seni galiba)
...
yumuyorum gözlerimi,yıkılıp ölüyor dünya
beni buyuyle cektin yataga,bunu dusledim
sarkilar soyledin cilginca,delice optun
(kafamın içinde yarattım seni galiba)


Tanrı düşüyor gökten, sönüyor cehennem ateşleri
Çekip gidiyor melekler de, şeytanın adamları da
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
...
bir fırtına kusunu sevmeliydim senin yerine
bahar gelince gokyuzunu basarlar hic degilse
yumuyorum gözlerimi yıkılıp ölüyor dünya
(kafamın içinde yarattım seni galiba)
sylvia plath
cev:handan sarac


"...Sylvia Plath'ı arıyorum, mezarında buluyorum konyağını yudumlarken..." Ahmet ERHAN


kitap, 1963 - film, 1979

 
Image Hosted by ImageShack.us