^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

13 Ekim 2007

SenNM



Bir kez, tünemiş ensemize Nemesis.


“yaşayakalan ölüm”


Şimdi’nin bedeni yok,

Şimdi'si yitik


Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin

Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!

Şendim,şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!

Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!


Sevgili küçük ölüm
Dur ayaklarının altını anlayalım,
kaşlarını,eksik kalan yerlerini,
karlar kraliçesini ev içlerinin,
tarihin sonsuz noktalama işaretlerini de…


Diriminiz yakıyor kendinizi,

İşte! Dudağınızdan sızan incecik kan utkusu …

doğuyor yeni bir Karmelites Therese.



Sen,günün ilksaatlerinin kırılganlığında,
şen bir yüzle doğmuştun,biliyorum. Gün,
güçlü soluğu duyduğunu yadsımadı.Gökeller
parmakların efsunla yunarak hayatin özsuyunu
damlatacaktı dev sevgilerinin gözkapaklarına evrenin.


Hiç kullanılmamış bir zamanın gözkapaklarını
açıyorum

Çok kullanılmış bir zamanın gozlerini kapattım.

[ 13 subat 1958 - 13 ekim 1987 ]


"Çünkü zaman ben’im, yaralıyım…"


"Yaslı yüreğin gözyaşı yasası
Nasıl da kaçınılmaz kızkardeş!"



Ağlardın

Örtünmezdin.Artık her inatçı anlayışsız
için, daha başıboş, daha serseri olmaya…



Korktum Petra, her iniş çıkışında sesinin
Benzerliğinden korktum herkesin bir hayvana.
Yakıyordu senin gözyaşın benim şakağımı
Ve böğürmek isterdim delice, hiç anlamayanlara


Kötülük denli gerçekti,
Dünyaya karşı güler, gülerdi.

Pembe sevgili
Deliliğin oyuncak odasındaydı.


Geçmiş ağırlığının somut ton ayrımları,
Sevinçten çok acıdan dokunmuş çocukluk giysileri,
Onların uçurumlu renkleri, belirsiz kıvrımları,
Seni örtüyor, beni örtüyor,



Çocukluk gökdeleninden
Ağır bir çökme töreniyle
Alt-üst-bir yüzeye iniyor
Ağlarken kapanıyor toprağa
Bütün yüksekliği açık düşlerin.

Büyüyor …


Sığmazsa ruhuna dar saraylar,
Koşar kız kapanır kapkara bir ağaca.

Ada, yıldız, değerler birbirlerine
sonsuz bekleyişte…
Bir ters, bir yüz…


Ben mi koştum bu hünsalığa
Gece taşarken kadın topuklarımdan

Gece; ipek dokusu çözüldüğünde
Ellerim: eksik cennetim benim.



Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
Bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu

Yabancıların en yakınıydın sen!



Üşümüşüm…
Düşlerimin üzeri açıktı, bendim,

Ellerimin soğukluğu hep bir kalabalıkta…


… , O ,
zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğim-den
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
"Ey, iki adımlık yerküre
Senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben! "



Ne zamandır ertelediğim her acı,

Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
- bu şiir –
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!





Daktiloya çekilmis ŞİİRLER
NİLGÜN MARMARA

11 Ekim 2007

IMAGINE PEACE TOWER

67. dogum yasi 9ekim Lennon hatirasina 1981den bu yana biriktirilen 495.000baris dilegi ile Yoko Ono tarafindan olusturulan dilekagaci ve onu saran baris kulesi...videosu...

What is IMAGINE PEACE?
The biggest online peace event.
On October 9th 2007, John Lennon's birthday.
IMAGINE PEACE as Yoko Ono unveils the IMAGINE PEACE TOWER.

Watch this video - Yoko Ono: About the IMAGINE PEACE TOWER


On October 9th 2007, Yoko Ono will unveil the IMAGINE PEACE TOWER on Videy Island, Reykjavik, Iceland.
Dedicated to the memory of her late husband John Lennon on what would have been his 67th birthday, the IMAGINE PEACE TOWER will shine as a beacon for World Peace.
Sponsored by the City of Reykjavik, the Reykjavik Art Museum and Reykjavik Energy, the IMAGINE PEACE TOWER will be surrounded by more than 495,000 PEACE WISHES from people worldwide that the artist has collected since 1981 as part of her interactive Wish Tree exhibits.
The wishes will be stored in capsules and buried surrounding the IMAGINE PEACE TOWER.

Yoko Ono invites you to join her and thousands of others by sending your PEACE WISHES to the IMAGINE PEACE TOWER for October 9th.

"A dream you dream alone is only a dream,
A dream you dream together is reality."
Yoko Ono
"Imagine all the people living life in peace."
John Lennon

To send your wishes:
Email: imaginepeacetower@mac.com
Post: IMAGINE PEACE TOWER, P.O. Box 1009, 121 Reykjavik, Iceland.

I hope the IMAGINE PEACE TOWER will give light to the strong wishes of World Peace from all corners of the planet and give encouragement, inspiration and a sense of solidarity in a world now filled with fear and confusion.
Let us come together to realize a peaceful world.
Yoko Ono

ALL content in this bulletin is the sole property of Yoko Ono - please repost!
This bulletin compiled by Trish, using ONLY content borrowed from the two Yoko Ono pages linked below:
http://www.imaginepeace.com
http://www.myspace.com/officialyokoono
IMAGINE PEACE!

10 Ekim 2007

AŞK VE İNTİHAR


"en eski aşıklar " - KAZI MEZAR

Ilısu Baraj Gölü altında kalacak tarihi eserlerden, Hakemi Use Kazısı'nda günümüzden 8 bin yıl öncesi, Neolotik (Yeni Taş Çağı) dönem , "Dünyanın en eski aşıklarına ait mezar" bulundu. [Diyarbakır'ın Bismil ilçesi]
Yaklaşık MÖ 6 bin 100 tarihlerine ait bu mezar icin, Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halil Tekin, şöyle konuştu:''Henüz bilimsel çalışmalar sonuçlanmamış olmakla birlikte, otuzlu yaşlarda bir erkek ve yirmili yaşlarda bir kadın, yan yana gömülmüş ve gömme şekillerinden aynı zamanda öldüklerini anlıyoruz. Bireylerin gerçek yaşları ve ölüm nedenleri, geçirdikleri hastalıklar veya belki de ölüm nedenleri bir aşk cinayeti de olabilir.
Başları Güneydoğuda olan bireylerden erkek olan sırtını kadına dönmüş daha genç olan kadın ise bir elini erkeğin omzuna doğru uzatırken bir bacağını da erkeğin üzerine atmış durumdadır.
Geçen yıl İtalya'nın kuzeyinde Verona şehri yakınlarındaki Mantua kazısında gün ışığına çıkartılan ve MÖ 5 binlere tarihlendirilen bir erkek ve bir kadının gömülü olduğu mezardan yaklaşık bin yıl daha eski olan Hakemi Use bireylerinin gerek aynı mezar içinde yer almaları, gerekse yatış biçimleri bunların karı-koca veya sevgili olduklarını düşündürmektedir. Bu ön bilgilerin ışığında Hakemi Use çiftine, kazılarda saptanmış 'Dünyanın en eski aşıklarına ait mezar'
diyebiliriz. ''

AŞK VE İNTİHAR

24 eylul 2007 (GORZ & DORİNE)

Gerard Horst - GORZ
“Aşk, toplumsal bir aykırılıktır. Çünkü bir insanı topluma yeğler ve totaliter rejimler için tehlike oluşturur. Nazizm ve Stalinizm’de, aşk bu yüzden topluma ihanet olarak kabul edilmiştir. Evlilik, toplumun aşkı zapturapta alabilmek için icat ettiği bir yöntemdir.” Gorz


asıl adı Gerard Horst olan Andre Gorz, 1923 yılında Viyana'da doğdu. Babası Yahudi, annesi Katolik'ti. Hitler'in Avusturya'yı Almanya'ya ilhak etmesinin ardından, Lozan'a mülteci olarak yerleşmiş ve kimya eğitimi almıştı. Ardından, Lozan'da, Paul Valery ve Jean-Paul Sartre okuyarak hayatına yepyeni bir rota vermişti. Britanya yurttaşı olan Dorine'le Lozan'da tanıştı. Sartre ve Beauvoir ile de...

Dorine, savaşın parçaladığı bir ailenin akrabalara terk ettiği "evlatlık" yarasını taşıyordu yüreğinin derinliklerinde.Ama Dorine’di.
Andre Gorz kimdi, daha doğrusu hangisiydi taşıdığı isimlerin? 1923’te Viyana’da Yahudi doğduğu için vatanından kaçmak zorunda kalan Gerard Horst mu? L’Express dergisindeki röportajlarını ve kurucuları arasında yer aldığı Le Nouvel Observateur’deki başyazılarını, ” “Fransızlar Alman ismi sevmez,” diye Michel Bosquet adıyla imzalayan ekonomi düşünürü mü? Yoksa, “Bir Ahlak İçin Gerekli Temeller”, “Maddesiz” gibi felsefi teori kitaplarını nihayet Andre Gorz adıyla yayınlayan dev yazar mı?Kuşkusuz hepsi ve hiçbiri. Sonuncu adıyla Andre Gorz’un isim çokluğu, onun da taşıdığı çocukluk yarası, ülkesinden kopmuşluğun, ailesinden dışlanmışlığın, göğsünde tarif ettiği ve sanırım aidiyetsizlik demek olan boşluğun ifadesiydi.

Kış erken gelmişti 1947’de. 23 Ekim gecesi kar yağmıştı. Genç bir adam, kar kaplı sokakta arkasından koşup yetiştiği genç kıza, “Bu gece sizi dansa götürebilir miyim?” dedi.Genç kızın adı Dorine’di, İngiliz doğmuş bir vatansızdı ve o karlı Saint Germain des Pres gecesi, bir başka vatansızın kollarında bulduğu aşk, anayurdu oldu.1949’da evlendiler.Tam 60 yıl süren o aşkın mektubu, iki yıl önce yazıldı, karlı gecede arkasından koşan ve artık yaşlı bir adam olan filozof âşık tarafından. 70 sayfalık bir kitap olarak basılan “D.’ye Mektup”

Dorine’e aşk mektubunu yayınladığında, “dünyadaki son kitabı” olacağına karar verdi ve açıkladı Andre Gorz. Ölümü kaçınılmaz aşkına son armağanı, onunla birlikte intihar etmeden önce insanlara Dorine’i kendisinin sevdiği gibi sevdirmeye çalışmak, tarihe ondan bir iz bırakmak oldu. “D’ye Mektup”un son satırlarında ise kendisi için de ” ondan sonrası “olmadığını şu satırlarla anlattı: “Birbirimizden sonra yaşamak istemezdik. Hep dedik ki, imkânsız gerçekleşse ve ikinci bir yaşamı olsa her birimizin, yine birlikte yaşamak isterdik.” Mine G. Kırıkkanat

Dorine & Gorz

Fransız düşünür Gorz, kanser hastası karısı Dorine’in ölümüne dayanamayacağı için geçen ay onunla birlikte intihar etmişti. Karısına aşkını anlattığı mektup şimdi 75 sayfalık kitap olarak Fransa’da bestseller.
ÜNLÜ Fransız filozof Andre Gorz’un geçen ay birlikte intihar ettiği hasta karısına yazdığı aşk mektubu bestseller oldu. Efsanevi düşünür Jean-Paul Sartre’ın da yakın arkadaşlarından olan 84 yaşındaki yazar ve düşünür Gorz, Vosnon köyündeki evlerinde İngiliz asıllı eşi Dorine ile birlikte 24 Eylül’de ölü bulunmuştu. Gorz, uzun süredir kanserle mücadele eden ve giderek durumu kötüleşen eşinin ölümü fikrine dayanamadığı için onunla birlikte zehirli iğneyle ölümü seçmişti. Gorz’un ölümlerinden bir yıl önce hazırladığı mektup, "D’ye Mektup: Bir Aşkın Hikayesi" adıyla 75 sayfalık bir kitap olarak piyasaya çıkar çıkmaz Fransa’da bestseller oldu. Bu mektupta Gorz, çok kimsenin bilmediği gerçekleri de kaleme aldı. 1960’ta İsviçre’de bir kağıt oyunu sırasında tesadüfen tanıştığı bu güzel kadın, onun hayat arkadaşı ve profesyonel ortağı olmuştu. Dünyaya kazandırdığı eserlerin "onsuz" hiçbir değeri olmayacağını yazmıştı. Mektup şöyle başlıyor: "Yakında 82 yaşında olacaksın. Boyun 6 cm kısaldı ve 45 kiloya kadar düştün ancak hala güzelsin, zarifsin ve arzulanıyorsun. Birlikte yaşadığımız 58 yıl geçti ve ben seni her zamankinden daha çok seviyorum. İçimde; göğsümün kovuğunda, sadece senin sıcak bedeninin benimkine dokunmasıyla doldurulabilecek, yiyip bitirici bir boşluk taşıyorum."
Bu evde birlikte öldüler
Andre ve Dorine Gorz, Vosnon köyündeki bu evde birlikte ölmeye karar verdiler ve öyle yaptılar. Gorz’un Le Nouvel Observateur dergisini birlikte kurduğu arkadaşı Serge Lafaurie, "Yorulmak bilmez entelektüel bir yol arkadaşı ve sekreteri olarak iyi ve kötü gününde yanında olan kadına borcunu ödemesi gerektiğini hissetmiş" diyor. kynk:Hurriyet


Andre Gorz ve 58 yıldır hayatı paylaştığı Dorine, 24 Eylül 2007'de birlikte ölmeyi seçtiler. Gorz 84, 20 yıldan beri acımasızca ilerleyen bir hastalığın pençesinde olan Dorine 83 yaşındaydılar. Andre Gorz, eşinin hastalığı ortaya çıktıktan sonra, kurucuları arasında yer aldığı Nouvel Observateur dergisinden 1983'te emekli olmuş, Paris'e bir buçuk saat mesafede, büyük bir bahçe içinde yer alan müstakil bir eve taşınmış ve hayatının büyük bölümünü, ıstıraplı bir hastalığa karşı mücadele veren karısının bakımına hasretmişti.
Tam bir yıl önce yayınladığı, D.'ye Mektup. Bir Aşk Hikâyesi başlıklı son kitabında, Dorine'e olan büyük aşkını ve bu aşkı hayatının son deminde bütün varoluşsal derinliğiyle yeniden keşfedişini anlatıyordu. Kendi ismiyle özdeşleşen eserlerin gizli kalmış ikinci isminin, 1947'de tanıştıkları tarihten itibaren hiçbir zaman kesilmemiş olan yoğun bir diyalog sürdürdüğü Dorine olduğunu kitapta ilan ediyordu. Yaşadığı yoğun düşün yaşamı nedeniyle ona yeterince zaman ayıramamış olmaktan dolayı ne denli pişman olduğunu da, bu aşk mektubu vesilesiyle son derece güzel bir üslupla dile getirmişti.
D.ye Mektup'u okuyanların bu birlikte intihar haberine çok şaşırmamış olmaları gerekir. Gorz, Dorine'le yaşadığı aşk tutkusunu, 'ötekiyle, ve sadece onunla, ruh ve vücut olarak bir tür titreşime girme hali' olarak betimliyordu. Kendisini 'var eden'in Dorine olduğunu, bu tutkulu aşklarının 'felsefenin ötesinde ve dışında', 'başka bir dünyaya ulaşmalarını sağladığını' belirtiyordu. 24 Eylül günü onları ziyarete gelen yakınları, kapının dışında 'jandarmaya haber verin' ikazını ve çiftin yerde yan yana yatmış vücutlarını buldular. Dorine'in hastalığı çok büyük acılarla, son safhaya gelmişti. Birinin ölümü diğeri için ölümden de beter bir boşluk yaratacaktı. 'Geride kalan olma'yı Gorz kabul etmedi. Birlikte düşündüler, ürettiler, mücadele ettiler, sevdiler, yaşlandılar ve birlikte bize veda ettiler.
AHMET İNSEL Radikal


KLEİST & HENRİETTE / ZWEİG & LOTTE
Heinrich Von KLEIST (1777, Frankfurt - 1811, Berlin)

Stefan ZWEİG (1881,Viyana - 1942,Brezilya)

Heinrich von Kleist


Stefan Zweig’in dediği gibi “Hiçbir ölüm, Heinrich von Kleist’inki gibi ezgili ve coşkun” olmamıştır. Alman şairi Kleist, ölümcül bir hastalıkla pençeleşen sevgilisi Henriette’nin kendisini öldürmesi ricasını canına minnet sayarak onunla birlikte yaşamına son verir.
Zweig’in yazdığına göre Kleist ve Henriette, neşeli bir çift nişanlı gibi bir kır kahvesine gider ve kahvelerini içip çimenler üzerinde şakalaşırlar. Bir müddet sonra da iki el silah sesi duyulur. Kleist, ilk kurşunu Henriette’nin yüreğine, ikincisini de kendi ağzına sıkmıştır. Kleist’in ‘harika bir ölüm’ arzuladığını ve yaşamı boyunca kendisiyle ölecek bir kadın aradığını yazan Stefan Zweig de ne yazık ki tıpkı Kleist gibi eşi Lotte ile birlikte yüksek dozda ilaç alarak ölüm köprüsünden geçmiştir. İntihar ettiği gün, eski eşine yazdığı mektupta ise II. Dünya Savaşı’nın ruhunda açtığı yaraların izleri kanamaktadır. MEHMET TUNCER

Stefan Zweig

'Ben, sabirsiz ben, onlarin onunden gidiyorum'
Tarihler 1933'u gosterirken, Nazilerin yakmaga basladiklari kitaplar arasinda 5. Zweig'in eserleri de yer aliyordu. 1934 yilinda, Nazilerle Stefan Zweig arasindaki catismalar doruk noktasina ulasinca, Zweig'dan "savunma" istendi ve hemen arkasindan, Zweig'in Kapuzineberg'deki evi basilarak, silah aramasi yapildi. Bu ugrasmalar uzerine Zweig, ailesini bile yanina almadan yurdu terketderek Londra'ya yerlesti. Zweig 1937'de karisi Frederike'den ayrilip bir yil sonra Portekiz'e giderken yaninda Lotte Altman adinda genc bir kadin vardir. O siralarda Avustralya, Alman Reich'ina katilir ve Zweig da Ingiliz vatandasligina gecmek icin muracaat eder. Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden Alman sairi Kleist'in biyografisini yazarken soyle diyordu: "Bazen olmeyi beceren ve olumden zamani asan bir siir yaratabilen biri de bulunmalidir." Yazdigi kitaptaki gibi, olumden bir siir yaratarak oldu kendi de.
Bir Satranc Oykusu'nun finali, yazarin, 1942 yili baslarindaki ruh halini yansitir. Umutsuzluk icindeki Zweig, en sevdigi yazarlar olan Goethe, Homeros ve Shakespeare'de teselli ariyordu. Okumak icin bir seyler ararken, tesedufen Montaigne'in "Denemeler'ine rast gelir ve okur. Montaigne, olum karsisinda ozgur olmak istiyordu. Zweig da, Naziler'den kurtulus icin tek care olarak olumu goruyordu.
1942'nin 14 subat gunu, kari- koca Zweig'lar Ernest Feder ile beraber, meshur Rio Karnavali'ni seyretmeye gittiler. Stefan Zweig, neseli ve huzurlu gorunuyordu. Rio de Jonerio'da karnavalin yapildigi sali gunu , "Singapur Olayi" ile gazete mansetlerini okudu: "Daha Fazla Direnmek Imkansiz ! Ingiltere'de Derin Uzuntu!" Baska bir haberde de sunlar yaziliydi:"Suveys Kanalini Hedef Alan Alman Hucumu, Libya'da!"
Zweig, bu mansetler karsisinda gecirdigi soku, cevresindekilere belli etmemek icin bosuna ugrasti. Aniden, karnavali seyretme istegi yok oldu ve hemen karisi Lotte ile birlikte Petropolis'e dondu.
23 Subat 1942 sabahi, Rua Gonselves Dias, 34 , Petropolis adresindeki yatak odasinin kapisi, ogleye kadar acilmadi. Bu durumdan suphelenen hizmetciler, polise haber verdiler. Yatak odasina giren polisler, sirtustu yatan Stefan ile elini onun gogsune koymus olan Lotte'yi buldular. "Veronal" adindaki ilactan almislardi. Titizce duzenlenmis masanin ustunde, pullari bile yapistirilmis olan veda mektuplari duruyordu. Ayrica, Petropolis Valisi'ne hitaben yazilmis, "Deklarasyon" baslikli bir mektup vardi:
"Kendi istegimle ve bilincli olarak hayattan ayrilmadan once, son bir gorevi yerine getirmege kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve calismalarima, boyle iyi ve konuksever sekilde kucak acan harikulade ulke Brezilya'ya ictenlikle tesekkur etmeliyim. Her gecen gun, bu ulkeyi daha cok sevmeyi ogrendim ve benim lisanim konusuldugu dunya, bana gore mahvolduktan, ve manevi yurdum Avrupa'nin kendi kendisini yoketmesinden sonra, hayatimi yeni bastan kurmayi daha fazla isteyebilecegim bir yer daha yoktu. Ama 60 yasindan sonra, yeni bastan baslamak icin ozel guclere ihtiyacim vardi. Benim gucum ise, uzun yillar suren yurtsuz gucum sirasinda tukendi. Boylece, ruhsal calismasi, her zaman en buyuk sevinci ve bireysel ozgurlugu bu dunyanin en buyuk nimeti olan bu hayati, zamaninda ve dimdik sona erdirmek bana daha dogru gorunuyor. Butun dostlarimi selamlarim! Umarim, uzun gecenin ardindangelecek olan sabahinkizilligini hala gorebilirler! Ben, cok sabirsiz olan ben, onlarin onunden gidiyorum. "Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır Zweig Devlet töreniyle Petropolis Mezarlığına gömülür.
kynk:MEHMET SEBATLI

FREDERİKE(ilk eşi)

ZWEİG & LOTTE (2.eşi Charlotte Altmann)


09 Ekim 2007

KADINLARIN YAZDIĞI ŞİİR - Plath,Sexton vb.

Kadınların Yazdıgı şiir:Evrim Halindeki Estetik

I.
Dogmamış kızkardeşler,
dönün bakın bize bagişlayıcılıkla nerede başarısızsak,


tek boyutumuzla görmeyin bizi
şaşmayan, düzelten bir mercek yapın geçmişi.

Adrianne Rich, “Turning the Wheel

Amerika'da son altmış yıl içinde kadınların yazdıgı şiir;

(...)
Yine, altında çok fazlasının gizlendiginden başka bir şey açıga vurmayan bir maske, alaycı ve acemi bir yapmacık tebessüm.
Gençliginde bu biçime çok düskün olan Theodore Roethke, Toplu Siirler’indeki (1906) ilk şiir olan “Open House’da (Açık Ev), tipik çelişkiye düşerek söyle yazmıstır: “Kemigime kadar çıplagım/ çıplaklık benim siperim olmuş...Tam ve arı bir dille soylecek olursam, yalancı agza dur dedim: Ofke en net çıglıgımı saptırıyor / Aptal bir ızdıraba”.
Louise Bogan ise ona nefis bir biçimde şöyle salık veriyor:
Senin sorunun şimdi, görebildigim kadar, acı çekmekten ya da her tür duygudan duydugun korkudur; başyapıtlar kotarıverebilmen icin ey kuzucuk, yenmen gereken de bu... Korkunç iyi bir kafan ve gerçek bir zekan var... ama bu, kendinden ve kendi ızdırabından yarı yarıya gizleniyor, ... ve zaman zaman bir göz atmaktan öte gitmesine izin vermedigin sürece, pek de bir şey yapabilmiş olmayacaksın. "
Kuskusuz Roethke’nin öykünmüş oldugu kadın şairlerin yazarken karşı karşıya oldukları asıl güçlük budur.
Kırklı yılların sonlarına dogru, Bogan’ın kadınlara, üstesinden gelme çagrısında bulundugu şey de budur:
“...Kadın şairin ayrı bir rolü ve degerli gelecegi var. Bugün, hakikilikten ve inançtan yoksun, acı ve umutsuzluk dolu bu zamanda, hicbir kadın, dünyaya yitirdigi yüregin bir parçasını yapıtları yoluyla geri verme girişiminde bulunmaktan utanmamalıdır”.
Bogan, kuramını kendi yapıtında uygulama yetisi olmamasına karşın, benzersiz ve hakiki bir sesin gerekliligini görüyordu. Anne Sexton ’u övüyor, benzersizligini ve ızdıraplı cesaretini takdir ediyordu.
“Anne Sexton... rizikoları göze alıyor. Yaşamının ilksel dehşetlerini kaleme almak gibi zor ve tehlikeli bir görevi üstleniyor… bunlar, hemen her zaman olagan biçimlerde dile getirilmeyen kadın sırlarıdır”.
Bununla birlikte bu sırlar (her ne idiyseler) Bogan ya da çagdaşları tarafından anlatılmadı; çeşitli şairlerden, kadın ve şair olarak kendilerine karsı takındıkları bu tavrı çeşitli yönleriyle ortaya koyan çok sayıda örnek verilebilir.

Ornegin Hilda Doolittle’ nin takma ad olarak H.D. baş harflerini kullanmasi bir kimlik yadsıması degil miydi? Kendisi de son derece güzel bir kadın olarak, Truvalı Helen üstüne aşagıdaki dizeleri yazmakla, toplum içinde gücünden ötürü nefret edilen ve anlaşılabilir bir özür dileme duygusu içinde olan güzel bayanın anlaşılabilir paranoyasını yansıtmış olmuyor mu?
Tum Yunanistan nefret ediyor
Beyaz yüzdeki sessiz gözlerden
……
……
Yunanistan görüyor, kayıtsız,
Tanrı’nin kızını, aşktan olma,
Güzelligi, serin ayakların
ve dizlerin, narin,
gerçekten sevebilirlerdi genç kızı
eger yatıyor olsaydı
rengi kül, arasında kasvetli selvilerin.


Bu şairlerin tümü de birbirinden son derece farklı şiirler yazıyor: imgeci, simgeci, fütürist, v.b. Ancak, çarpıcı ölçüde birbirine benzeyen kaygıları ve bakış açıları var. Yine de, kadınların şiiri, kadın şiiri gibi bir formulasyonun olanaklılıgından söz edilemez.
O dönemde kadın, şair olmak için erkekle özdeşleşmek zorundaydı.
Cünkü hayran olunası özellikler kızkardeşte degil, erkek şairdeydi. Louise Bogan makalelerinde ve özel mektuplarında, kadın şairlere olan nefretini ve küçümsemesini hep yineler. “Bayan Millay’e, genç kızlara göre bir şair denir”, diye burun kıvırır. Siirinde çagdaşı olan kadınlarla pek çok ortak özellik bulunmasına karşın, kadınlarla özdeşlesmeyi reddederek, erkeklerle ve şiirdeki daha onemli akımlarla ortaklaşır.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay


II.

Bu savunmacı özellik ellili yıllarda çözülmeye baslıyor. Ellili ve altmışlı yılların şairleri kendilerini daha çok ciddiye alıyor ve kendi kadınca kaygılarına ve diger kadınların kaygılarına degmekten korkmuyorlar.
Işe, başlıkların karşılaştırılmasından başlanabilir. Elinior Wylie, kitaplarına hep, şiir düzeninde aşagılarda bir yeri kabul eden, kendine düşük bir deger biçen, bilincli bir biçimde yüzeysel olan adlar veriyor. (...) Anne Sexton’ın kitaplarının adları ise hep bir mücadeleye ve acılı bir dürüstlük atılımına işaret ediyor (…)
Anne Sexton, şiirlerini yine de açıkca kadınsı bir bakış açısıyla yazmıştır ve (“Evlilik’teki gibi, şiirlerinde özel olarak cinsel konuları ele aldıgı zaman bile cinsiyetsiz ve nesnel gözüken Marianne Moore’un tersine) gerek duygularında, gerekse mesleginde, cinsiyetinin acılı bir bicimde farkındadır. Şiir işinde kurnaz bir kariyerist olan Sexton her şeyden once, kadınlıgının meslegine getirdigi sınırlamaların ayırdındadır.
Sexton 1959 yılında Caroly Kizer’a yazdıgı mektupta, Kizer’la kendisinin o yazki “Bread Loaf’ta, ustaları Robert Lowell ve Theodore Roethke’nin yanında nasıl bir konumları olacagını önceden görebilmektedir:
“Orada biz (sen ve ben), Cal ve Ted’imizle, işimizi yeterince sevmeyerek (kendi kişiye özel kadınlık magaralarımızda hıçkırıklarla aglayıp erkeklere ait, parolasını bize vermeyecekleri ün kapısını çalarak)…”
Erkeklerin düşman (ve üstün şair) oldukları ve kadın şairlerin tam anlamıyla gelişmesini engelleyecekleri düşüncesi burada teknik bir yarışma içinde ortaya konmaktadır. Sylvia Plath’ta bu düşüncenin cok daha açık imaları vardır. Sexton’un eşi (ya da kendisinin, eşiyle ilgili algılaması) Sexton’un yaşamını başka ve daha incelikli yollardan sabote etmiş olabilir, ama bu eş bizzat şair degildir. Plath, yaşadıgı sürece kendisinden daha başarılı bir şair olmuş bir adamla evliydi ve Plath’in ilişkileri içerisinde kendi yaratıcılıgının eşi yoluyla – eşinin çalışmalarında – hareket kazandıgı, kendi çalışmasının ise baskılandıgı biçiminde bir algılaması oldugu açıktır. “Rakip” adli şiiri bu konuyu ele alır:
Ay gülümsese sana benzerdi,
Aynı izlenimi bırakıyorsunuz
Güzel ama yok edici bir şey izlenimini.
Büyük birer ödünç ışık alıcısısınız.


Kadın hem esin (kaynagı) olmaktan, insantürü şiirinin edilgen amacı olmaktan çıkmış, hem de sömürüye öfkelenmeye başlamıstır. Bu yeni yarışmadaki acılık, rakibin gerçekte üstün gelecegi, gerçekte ortada yarışma bulunmadıgı biçimde, dile de getirilmiş bir bilincin varlıgından kaynaklanıyor gibidir. Şiirin, sonuçlandırıcı degilse de, yıkıcı bir tonda sona ermesi şaşırtıcı olmuyor:
Öte yandan, hoşnutsuzlukların,
Seven sadakatiyle gelir posta kutusundan,
Beyaz ve boş, karbon monoksit gibi yayılıcı.

Hiçbir gün, haberlerinden kurtulamaz
Afrika’da dolaşmaktasın belki, ama düşünerek beni.

Ellili ve altmışlı yıllarin başlıca kadın şairlerinin önde gelen özellikleri budur: olumlu bir çıkışı olmayan kişisel, yakıcı bir öfke.
Sylvia Plath ve Anne Sexton’ın yayımlanan mektuplarında ortak bir yan olarak gülümseyen yüzlerin fotografları ve alttan alta giden zihinsel dengesizlik, denetimlerinde olması gereken ama olmayan bir anlam – kendilerinden, kusursuz örnekler olmayı bekledikleri anlamı- vardır. Anne Sexton’ın mektuplarından birindeki “Bütün mesele, yazdıklarımın kıçı tutuyor ama benim sıkmıyor olması” kabulü, bu iki şairin pek çok açıdan, belirgin özelligidir. Bir güven ve itiraf imgesinin varlıgına karşılık bir tür maske, ve maskenin altında temelden bir özgüven eksikligi vardır. Özgürleşme dersi icin Plath’a ve Sexton’a başvuran okuyucuyu çeken şey, öfke, bagımsızlık ve güven imgesidir. Akla Yeats’in, yeni biçimine ilişkin, bir itiraf tavrını maske olarak taşıyan dizesi geliyor: “Çıplak yürümekte daha fazla girişim vardır”. James Dickey’nin Sexton’a yonelttigi sert eleştiri bu noktaya işaret eder:
“[Sexton’ın] … kasıtlı bir biçimde rastgele olan söyleyimi …, evcil ve ‘şiirsellik karşıtı’ olana gösterdigi alışılmıs egilim, kalyonlara ve günbatımlarına ve yasak yerlere döktürülen şiirler kadar yapmacık ve hamasi geliyor”.
Yapmacık şiirsellik karşıtının, kasıtlı bir biçimde rastgele olanın, Dickey tarafindan göz ardı edilen ve itiraf kipine ilişkin her tür ele alımda açıklanması gereken bir temeli olmakla birlikte, bu betimleme yerindedir.
“Benlik takınılması”nın anlaşılmasındaki anahtarlardan biri, Alvo Alvarez’in Sylvia Plath’la olan son karşılaşmalarına ilişkin betimlemelerinde bulunabiliyor. Sylvia Plath, ölümünden bir kaç ay önce Alvarez’e, herhangi bir kaynaktan imdat gelebilecegini yadsıyan ve aşagıdaki dizelerle biten “Death en Co.” (Ölüm ve Ortakları) adlı şiiri göstermiştir:
Ölü çanı
Ölü çanı

Birinin hesabı tamam.


Plath bu iç karartıcı uyarıyı Alvarez’e hayli sogukkanlı bir tavırla göstermiştir:
…sanki, öylesine siirlerdi bunlar. Imdada çagırmıyordu; ama her tür yardımın ötesinde oldugunu belirtiyor gibiydi ve bu da, yardımı gereksindigi zaman yetiştirmeyen okuyucuyu cezalandırmanın bir yoluydu.
Ne diyecegimi bilemedim. Daha önceki şiirlerinin tümü de, ayrı ayrı biçimlerde, Plath’ın kimseden yardım istemedigini vurguluyordu; yine de birdenbire bu ısrarın, belki de siz çaba gösterme istegindeyseniz yardımın kabul edilebilecegini anlamanızı saglayacak bir ısrar olabilecegini kavradım. Şimdi ise bu korkunç şeylere kısmen onlardan kurtulmak umuduyla, kısmen de kendisinin her şeye kadirligini ve kırılmazlıgını göstermek icin başvuruyordu. Şimdi bunların içine hapsolmuştu ve savunmasız oldugunu biliyordu.
Anne Sexton, önceki şiirlerini konu alan bir söyleşide şöyle diyor: “B.ku bir yandan eşeliyor, bir yandan da kumla örtüyordum”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay

(...)
Plath.da benzer bir yapı kullanıyor. Bir yandan imdada çagırıyor, ama bir yandan da bu çagrıyı –belki de zayıflıgı görülmesin diye- dikkatle gizliyor. Daha sonra hem çagrıyı reddedebilecek, hem de Alvarez’in, Plath karşısında kusurlu oldugunu bilerek kendisi için kullandıgı terimle “okuyucuyu” kusurundan ötürü bir biçimde cezalandırabilecektir. Öfkesi, kendisini okuyucunun üstünde bir yere koymaya zorlamaktadır, öyle ki, acı vermeye yetecek olçüde iletişimde bulunmasına karşılık gerçek dayanaksızlıgını dile getirmeyecek ya da yalıtılmışlıgını bir biçimde hafifletebilecek gerçek bir baglantı kurmayacaktır.
Benzer bir biçimde, “Lady Lazarus” gibi şiirlerinde de kendisini, erkek yasalarının ve bu yasaların verebilecegi acıların ötesinde, tören görevlisi bir rahibe olarak algılamaktadır. Ölmekte oluşu gercekte, verilmiş bir karşılık gibidir:
Herr Tanrı, Herr Şeytan,
Sakının
Sakının.

Küllerin arasından
Kızıl saçlarımla dirilip doguruluyorum
Ve solurcasına insan yiyorum.


Burada takınılan benlik, kendine özgü, bagımsız, kendi kendini cezalandıran ve okuyucuya suç yuklemeye yönelmiş bir benliktir.
Sexton’ın şiirlerinden çogunu böyle ele alabiliriz. Tum yaşamı boyunca Sexton’a kötü muamele ettikleri belli olan ana ve babasına ilişkin şiiri, babanın görünüşte bagışlanmasıyla biter:
Ister iyi olun ister olmayın, sizden çok yaşarım,
tuhaf yüzümü sizinkine eger sizi bagışlarım.


Sexton, psikiyatristinin bu dizeleri ebeveynle olan çatışmasının çözüme ulaşması olarak aldıgını belirtiyor: “Ama ben babamı bagışlamadım. Yalnızca öyle yazdım”. Babasını bagışlanamaz suçları için bagışlar gözükerek, törel bakımdan ondan üstün –bagışlayıcı- olmak yoluyla cezalandırıyor. Başka durumlarda da, örnegin “Karısına Dönen Aşıgına”da, benzer biçimde davranıyor; burada öfke içe dönmektedir ve takınılan benlik, çözümleyici, bagışlayıcı, anlayışlı bir benliktir. Sexton’ın Plath’taki “nefret şiiri yazma” yürekliligine olan hayranlıgı da kaydedilmelidir: “…benim yazmaya hic cesaret edememiş oldugum şeydi. Yaşamımda bile, öfkeyi dile getirmekten her zaman korkmuştum”.
Plath her ne kadar öfkeyi açıklıkla yalnızca her tür çözüm olanagını yadsıyan bir biçimde dile getirdiyse de, edilgen saldırganlıgı aşma yetisiyle bir anlamda Sexton’ın ötesine geçmiştir.
Yine de oyunlar birbirine benzemektedir ve hedeflere ilişkin bir netlik yokluguyla ilişkilidir. Bir eleştirmenin Sexton icin yazdıgı gibi:
Dilinin çok büyük bir bölümünde [bulunan] bu pervasızlıkta her zaman tuhaf bir edilgenlik, büyük bir bilmezlik ya da korku var… öldüren, sanıyorum,… dehşettir çünkü Anne Sexton, net olarak görememeyi ya da duyumsayamamayı, kendi deyişiyle Bedlam’dan (ruh ve sinir hastalıkları hastahanesi c.v.) yalnızca kısmen dönüş halinde olmayı, “bir kerecik olsun bilerek karar verememeyi”, en umutsuzu dışında hiçbir çıkarsamaya ulaşamamayı, yeniden ve yeniden yaşadı. Bizi gömen, parçalık duygusudur cünkü şeyler birbirine degmez, dolayısıyla tutturamayız, kendimiz ve başkaları için yararsızlaşırız.
Bu eleştirel degerlendirmenin, ilgilenilen konular daha genel olmakla birlikte, daha özgül konularda geçerli oldugu ve kısmi itiraf oyununu aydınlattıgı açıktır; yazarın temelde inanmadıgı suçlardan duyulan pişmanlık, yalnızca pişmanlıgın hiçbir iyilik getirmedigi durumda öfke, “boku …eşeliyor… bir yanda da … örtüyor”.
Itiraf kipinin kullanılması burada özel olarak uygun düşüyor: kendini yalnızca, mahkum etme noktasında dile getirme. Itiraf pişmanlıgı içeriyor ve hem itiraf edenin hem de itiraf edilenin yararına olacak bir iletişim, uygun düşmüyor.
Sexton örneginde ve sık sık da Plath örneginde, genellikle bu itiraf/pişmanlık işine karışan iki kişi var: yazar ve siz/o.
“Siz”, genellikle erkek: psikiyatrist, sevgili, doktor, meslektaş ya da yalnızca “bay”. Itiraf da bu erkege, içtenlikle ama özur dilercesine yapılıyor. Jojce carol Oates, Sexton’ın tanrısının bile erkek oldugunu ve “bu nedenle, zorunlu olarak Sexton’ın dışında – uzagında “ oldugunu, “yaşadıgı yerde ulaşılamadıgını” yazıyor. Insansa tanrısal. Tanrıysa uzaktan uzaga insan olan erkek, kadının davranışını anlayamamakta ve şiir genellikle reddedilme ve yalıtılma duygusuyla sona ermektedir.
Bak
Iş bitince onu
Telefon ahizesi gibi
Yerine takacak.


Kadın, kullanılmıştır, yalnızdır, boşaltılmıstır, yine de sorumlu ve suçludur, “yerine takılmıştır”.
Sexton’ın ilk kitabı olan To Bedlam and Part Way Back’te (1960) özür dileme tonu özellikle etkili, çünkü burada kendisini, olması gerektigini düşündügünden daha az güçlü, hasta bir kişi olarak sunuyor. Oysa daha özür dileyici ve daha pişman bir duruma geldikçe şiiri bundan kötü yönde etkileniyor; yazar, derman degil, suçuna mazaret arar oluyor. (…) Örnegin, The ballad of the Lonely Masturbator’da (Yalnız Mastürbasyoncunun Baladı), en mahrem haliyle kendini açıga vuruyor gibi gözükmekte, ancak gerçekte yalıtılmışlıgını okuyucunun kafasına fırlatmaktadır.
Mastürbasyonun arkadaş edinme yöntemi olarak zor bir yöntem olduguna ilişkin ünlü şaka, şiir için de geçerlidir. Şiir kavramı mastürbatif bir kavram durumuna gelince, izleyici dışlanmaktadır: Beni yalnızca ben anlarım. Sexton mektuplarında, “Intihar bir mastürbasyon biçimidir!!!!” diye yazmakla bu noktanın ayırdında oldugunu açıga vurmakta, bu da bir başka açıklamaya götürmektedir: “Intihar, ne de olsa şiirin tersidir”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay

(…)
Itiraf tonlu şiirin, reel iletişimin yoklugunun bu yönü, Plath’in şiirlerinde de görülebilir. “Medusa” ve “The Other” (Öteki) bu açıdan iyi örneklerdir. “Lesbos” da, benzer durumlarda olan –kocalarından hoşnutsuz, çocukları tarafından incitilen-, ama iletişimde bulunamayan iki kadına ilişkin bir şiirdir. Şiir, kinle biter. “Zen cennetinizde bile, karşılaşmayacagız”.
Burada kastım, acıları ortaktır diye tüm kadınların birbirini sevmesi gerektigini önermek degil, ama insan iletişimde bulunamazsa, yazmasına neden olan şey, ilişkide olma isteksizliginden duyulan zevkten, yalıtılmada bulunan üstünlük duygusundan başka ne olabilir?
Adrianne Rich, “Snapshots of a Daughter-in-love”ın (Bir üvey kızdan estantaneler) başlangıç bölümünde, buna az çok benzeyen, anneyle üvey kızın ikisine de dayatılmış, ancak iletişim için hiçbir ortak zeminin bulunmadıgı bir durumu ele alıyor. Ancak, Rich’in amacı oldukça farklı: iletişim yoklugunun nedenlerini, düşmanlıgı yaratan toplumsal kurumları araştırmak. Rich’in şiiri, yeni kadının ortaya çıktıgı ve bu türden durumların yok oldugu bir düş (Zen cenneti degil) kurarak devam ediyor.
Plath’taki iletişim yoklugu, kendi benligiyle tümleştirdigi erkekleri tehdit ettigi en ünlü şiiri “Daddy” de de (Baba) görülebilir. Kuşkusuz, ölmüş olan babasını yeniden öldürmeyi degil, kendi içindeki babasını, kocasını ve kendi varlıgına yerleştirmiş oldugu sadist faşist patriyarkayı öldürmeyi kast etmektedir.
Dolayısıyla burada erkeklerin sadist olarak saptandıgı dogru olabilirse de, “her kadının bir faşiste hayran oldugu”, dişinin yapısına sokulan mazoşist ögelerin, durumu süregenlestirdigi de dogrudur. Böylelikle, erkegini öldüren kadın kendisini öldürmektedir, ve şiirde seslenilenlerle izleyiciler, yalnızca rastlantı eseri olarak, kulak misafirligi için vardır.
(...) Insanin kendi benligiyle ugraşmasını şiirde güçlülük sayanlar olabilecegi gibi, zayıflık sayanlar da olabilir, ancak, kendi içine derinleşmesine yogunlaşmanın, şiirde degerlendirme konusu olacak bir tavırdan çok bir büyüme sürecinin parçası oldugu herhalde açıktır. Sexton, “Insan ulusal meselelerle ugraşabilmek için kendisinin kim oldugunu bulmak zorundadır” diye yazıyor; gerçekten de ellili ve altmışlı yılların kadın şairleri daha önce erişemedikleri bir kimligi keşfetmeye özendiriliyordu: Bir önceki kuşak tam bu nedenle başarısız olmuştu.
O vakte kadar, benligin üstüne çıkma yetisi de gösterilmemişti. Bunun, temelde nörotik degil öncelikle toplumbilimsel bazı nedenleri vardır. Pamela Annas’ın Plath’a ilişkin denemesinde yazdıgı gibi, “Benligin degişmesi ve gelişmesi, dönüşmesi ve yeniden dogmuş gibi olması yalnızca, içinde yaşadıgı dünya da böyle yapıyorsa olanaklıdır; benligin olanakları dünyanınkilerle yakından ve ayrılmaz bir biçimde baglıdır.
(...) Denebilir ki, tarihin biçimlenmesiyle ugraşsa bile bunda rolü olan çok az şair vardır. Ne var ki, edilgenlik ve yatıştırıcılık degerleriyle büyütülen kadınlar için bir zorluk daha bulunmaktadır. Kadın, hem dışlanmakta hem de hüküm süren güçlere ters düşmektedir. “The Applicant’taki (Başvuru Sahibi) kagıttan kadın bebek gibi Sylvia Plath da böylesi (savaş ve şiddet dolu) bir dünyaya tümüyle yabancıydı, bu dünya tarafından katmerli bir biçimde nesneleştirilmişti ve kadın sanatçı olarak çifte yalıtılmışlık” içindeydi. “Daddy” de ve daha başka yapıtlarında tarihin kurbanı Yahudilerle özdeşleşmesi, toplum, tarih ve politika güçlerinin kendisine karşı oldugu duygusunun açık bir işaretidir.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994

(...)
Plath ve Sexton üstüne hiçbir tartışma, yaşamlarının trajik sona eriş tarzını görmezden gelemez. Geçmiş ve gelecek şairlerle yapılacak her tür karşılaştırma, konuyu iki taraftan da incelemeyi gerektirecek: Intihar ne ölçüde çagdaş kadının sorunlarının bir ortaya çıkış biçimidir?
Gerek Plath’ın intiharının gerekse Sexton’ınkinin, özellikle feministler tarafından, yaşamlarında olumlu bir güç olarak feminizmin bulunmayışının sonucu gibi görülmüş olması ilginçtir.
Bu dogru olabilirse de, intihar ediminin, gelecegi oldugu kadar geçmişi de içeren tarihsel bagla yerleştirilmesi zorunludur. Sexton ve Plath daha önce yaşamış olsalardı, geleneksel rollere baglanacaklarından, yaşamlarının gerginligini intiharı zorunlu bir almaşık kılacak ölçüde artıran o bagımsızlıga girişmemiş olacaklardı. “Intiharları, en azından belli ölçülerde, bu şairlerde yirminci yüz yıl kadın şairler tarihi içinde geçiş niteligi taşıyan konumları baglamına yerleştirmek gerekiyor.
Yirminci yüzyılda intihar eden şair sayısının çokluguna karşılık, bu iki şeyin birbirine baglanabilecegi reel bir temel yoktur; bagıntı ille de nedensellik içermez. Anne Sexton 1974 yılında yaşamına son verdigi zaman Denise Levertov “Light Up the Cave (Magarayı Aydınlatmak) başlıklı bir deneme yazarak kendi öncelleriyle olan ayırımı ve kadın tarafından yazılan şiirin alması gereken yeni yönü açık bir dille belirtmiştir.
(…) Levertov, acıya yenik düşmenin degil şiirde degişiklik yaratmanın gerekliligini vurguluyordu. “Yabancılaşmanın törel deger taşıması, yaşamı olumlaması ve yaratıcılıga götürmesi yalnızca, igrenç bularak sırtını döndügü topluma bir almaşık düşleyen ve ileri süren (ve o yönde çalışan) bir siyasal bilincin eşliginde olanaklıdır”.
Edebiyatın toplumu etkileme gücü ve toplumu olumlu bir biçimde etkileme sorumlulugu vardır. Levertov, bu sorumluluk karsısında keyif düşkünlügünün tehlikelerine karşı büyük bir inançla uyarıda bulunmaktadır.
(…) Keyif düşkünlügü, intihar ve kurban olma durumu, sanata içkin şeyler olmamanın yanı sıra, sanata ters de düşmektedir; tıpkı bu durumun kadınlıga içkin olmayıp, olsa olsa bir hazırlık aşaması oluşturdugu ve olgunluk döneminde yadsınması gerektigi gibi. Çagımız şairi daha olgun bir yapının özelliklerini taşıma egilimi göstermekte ve bu özelliklerin çogu bir onceki kuşaktan kaynaklanmakla birlikte, o kuşaga ters duşmektedir. Adrienne Rich’in yazdıgı üzere:
“Sexton’ı, kendi içimizde ve patriyarkanın bizi maruz bıraktıgı imgelerin içinde neye karşı kavga vermemiz gerektigini bize yapıtlarıyla anlatan bir kızkardeş gibi düşünüyorum. Şiiri bir harabeler klavuzudur ve biz bu klavuzdan kadınların yaşadıgı, bizimse artik yaşamayı reddetmemiz gereken şeyleri ögreniyoruz”.
Sombahar Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994

(...)
Bireysel ilişki, doyundurucu olmakla birlikte, özel yaşamı kesintiye ugratan ve şaire ters düşen yasalara tabi olan bir dünyada yetersiz kalmaktadır.
Plath’la yapılacak bır karşılaştırma, bu özelligi daha da belirgin kılabilir. Plath’ta dış dünya, hoş olmamasına karşılık, olagan ve genellikle istenen gerçeklikle bozuşmuşluk duygusunun oluşturdugu iç yabancılaşma nedeniyle, hiçbir rahatlık ya da güzellik sunamaz. ‘Cam Fanus’ gibi bir yapıtta, mesele dünyada degil, başkişidedir. Rich’in şiirlerinde ise kadınlar dünyası dış dünyadan açıkça farklıdır ve hiçbir güzellik ya da rahatlık sunmamakta olan, dış dünyadır.
(...)

SONUÇ

(...)kadınların yazdıgı şiirin belirgin özelliklerinin en azından kendi zamanlarının ürünü oldugu ve bu zamanların degişmekte oldugu(...) Edilgenlik, alçakgönüllülük, degersizlik ya da sıradanlık, 50’li ve hatta 60’lı yılların şiirinin özellikleri olabilir.

Kadin sairler Altari /Ocak-Nisan 1994
Yazan: Cem Taylan
Ceviren: Necmiye Alpay


http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_posts.asp?TID=37500&PN=1
yazinin diger bolumleri...

GizDökümcü Şiir / S.Plath - İ.Özel

Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni.

[İsmet Özel, Propaganda]
Hasan Bülent Kahraman’a göre “Türkiye’de henüz itiraf edebiyatı yok”.
İngilizce confession kelimesi, günahların, kişinin iç barışıklığını sağlamak için ayinsel itirafı anlamına geliyor. Confessionalist poetry deyimi için, itiraf kelimesinin olumsuz çağrışımları göz önünde tutulursa gizdökümcü şiir daha iyi bir karşılık. Bu ikinci terimde de sorun yok değil. Şairin süreçteki tasarlayıcı etkisini azaltarak şiiri bir iç dökmeye, veya örtüsünü kaldırmaya indirgeyen bir anlamı var. Gizdökümcü şiiri düşününce, ortaya dökülen gizin aslında günahlarla bir ilgisi olmadığını, travma yaratan olayın yeniden sahnelenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
“Waldo Sen Neden Burada Değilsin?”de İsmet Özel bir anısını anlatır. Çok sıcak bir gündür, İsmet Özel Ankara’da bir mezarlığın, ağaçların gölgelendirdiği serinliğine sığınmış piposunu yakmaya hazırlanırken, karşısındaki 12-13 yaşlarındaki çocuk sorar: “Dolu mu içiyorsun, abi?” İsmet Özel soruyu anlamasa da çocuğu “evet” diye cevaplar:
Pipomu yaktıktan sonra budalalığım kafama dank etti. Çocuk pipomu doldurup doldurmadığımı değil, içtiğim şeyin esrar (veya başka bir uyuşturucu) olup olmadığını sormuş ve ben de soruyu anlamadığım için ona evet demiştim. Şu anda onun gözünde esrar içen biriydim. Yüzümü mezarlığa çevirdim. Bütün varlığım sosyal, kültürel, ahlaki, fizik yoğunluğuyla dışa taşma basıncı altındaydı. Mısra zihnimde parladı:
Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz
Bu, İsmet Özel’in ilk kitabının ilk şiirinin ilk dizesidir! İsmet Özel ilk şiirinin ilk dizesinde yaşadığı bir ânı şiirde “itiraf etmekle” kalmıyor, anılarında itirafını da itiraf ediyor. Ama elbette İsmet Özel’i bu kadar kolay suç üstü yakalayamayız, Sefa Kaplan’la yaptığı söyleşide şiirlerindeki “ben” kelimesinin “Türkiye” olarak okunması gerektiğini söyleyerek hem kaçamak yapmaya çalışır, hem de rahatça itiraf edebilecek bir alan yaratır. Öyle ya: ben eğer şiirimde ben derken “ben”den başka bir şey kastettiğimi söylüyorsam ve herkes bana inanıyorsa (açıkçası buna kendimi inandırıyor olmam bile yeterli) serbestçe kendimden bahsedebilirim. İşte o zaman “cumhuriyet” ya da “devlet” derken de kendinizden mi söz etmiş olursunuz gibi bir çok psikolojik yoruma kapı açan bir durum.
Bu yazıda İsmet Özel şiirinin gizdökümcü özellikleriyle ilgili bir yorum yapmak istiyorum. Yorum gerektirmeyen şiir değil, düzyazıdır. Yorum şiir ile ilgili olarak yapılabilir, hatta bir şiirle yapılabilecek tek şey onun hakkında konuşma, yanlış anlama, anlatma, çarpıtmadır, neticede “yorum”dur. Her okuma bir yorumdur ve yorumun doğrusu olmaz. Ve okur karşılaştığı her şairin şiirlerini istediği gibi, istediği yerde ve zamanda okuyan kişiye denir.
Sanatın mahremiyeti bozulacaksa, yani sanat illâ bir işe yarayacaksa bu konuda hiçbir okuma edimi masum değildir. Sanat bir takım duyularda başlangıcını ve sonunu bulan bir “süreç”tir ve bununla ne kadar çelişirse çelişsin aynı zamanda bir “tüketim nesnesi”dir. Horace tarafından 2000 yıl önce Ars Poetica’da basitçe ifade edildiği gibi sanat: Eğlendirmeli ve aydınlatmalıdır (aut prodesse aut delectare). Yorum, devreden çıkarılamaz, olmadığı zaman bile devrededir.
Şiir niçin parayla satılamaz? Kullanım değerinin o kadar büyük olduğu düşünülür ki, ona bir değişim değeri belirlemeye yeltenmek, fiyat etiketi iliştirmek değerini düşürür. Şiir bir “tüketim nesnesi” ise sadece kullanım değeri olan bir nesnedir. Kullanım değerini artırmak, yani her iki anlamda da şiiri kullanmak yorumdur: nesneler dünyasının aksine şiir, kullanıldıkça değeri artan şeydir, çünkü aynı zamanda bir duyuştur.
* * *
Bir okuma edimi olarak İsmet Özel ile gizdökümcü şair Sylvia Plath’ı üst üste okumak (yorumlamak) istersem Plath’ın Münih Mankenleri ile Özel’in Dişlerimiz Arasındaki Ceset’in kafiyeli şiirler (böyle bir şey varsa) olduğunu söyleyerek işe başlayabilirim.
Münih Mankenleri
(...)
Ortada kimse yok. Otellerde
Eller kapıları açacak ve cilalanmak üzere
Hazırlayacak ertesi gün içine geniş ayak başparmakların
Sokulacağı, ayakkabıları

Ah bu pencerelerin evcillikleri
Bebek dantelli, yeşil yapraklı konfeksiyon,
Kalın Almanlar dipsiz Stolz’larının dibinde pinekliyorlar.
Ve siyah telefonlar kancalarına asılı
(...)
Dişlerimiz Arasındaki Ceset
Biz şehir ahalisi, Kara Şemsiyeliler!
Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!
Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir.
Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler
(...)
Biz şehir ahalisi, üstü çizilmiş kişiler
Kalırız orda senetler, ahizeler ve tren tarifesiyle
(...)

Şehir uygarlıktır, insanın görmezden gelinmesini sağlayan biricik ortamdır; insanı şeffaflaştıran, benliklerini silen, bir sayıya, bir plakaya, bir sahip-olana indirgeyen şeydir. İkisinin de şehre çatması bir rastlantı mı? Bence değil. Şehirde ismimizden önce az mı kendimizi bir kat sahibi, mevki sahibi, araç sahibi, çocuk sahibi, hak sahibi, bilgi sahibi, vb. sahiplikler üzerinden tanımlamak zorunda kalmışızdır. İnsanlar sadece şehirde ve şehir sayesinde bir şey olmadan önce, bir şeye sahip olmak zorunda kalırlar ve bunun sık sık doğurduğu en temel insani duygu öfkedir. Şehir bastırılmış cinselliktir, hadım edilmedir, birikmiş libidodur. Bize tecavüz eder. İki şairin de şehre duyduğu öfkenin temeli aynı.
Sylvia Plath ve İsmet Özel, her ikisi de şiirlerinde anne ve babalarıyla uğraşmıştır: Plath’ın Babacım şiirine karşılık Özel’in Amentü adlı şiiri okunabilir:
İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
bu söz asıl anlamını kavradı
diye başlayan.
Sylvia Plath’ın Babacım şiiri ise aşağıdaki gibi biter:
Şişko kara kâlbine bir tahta parçası saplı olarak
Köylüler seni zaten hiç sevmemişlerdi.
Mezarına topuk vuruyorlar, üstünde dans ediyorlar şimdi.
Hep biliyorlardı zaten senin sebep olduğunu bütün kötülüklere.
Baba, babacım, adi herif, işim bitti.

Elbette ki biri çıkıp bunların içerik ve ses tonu itibarıyla çok farklı şiirler olduğunu Sylvia Plath’ın babasına kızgınlık gösterdiğini, İsmet Özel’in sevgi gösterdiğini söyleyebilir. Katılıyorum. Sylvia Plath babasına tepki gösterir, ama bu tepkinin kenarlarını kaldırınca altından bir aşk görünmekte değil midir? Veya İsmet Özel’in aynı şiirin ilerleyen bölümünde “Tanrı uludur Tanrı uludur/polistir babam/Cumhuriyetin bir kuludur” demesinde babanın çaresizliğine yönelmiş bir öfkenin izleri bulunamaz mı? Cevaplamayın. Bu soruların cevabı önemli değil. Önemli soru şu: Her ikisi de kendilerini tanımlarken bir referansa, özellikle de babaya ihtiyaç duymuşlar mıdır? Evet. “Kendini tanımlarken babanın tanımlarından yola çıkmak” sözü elbette ki Oidipus’un gölgesinin düştüğü topraklara girmektir, ama bu bir değini yazısının amacını aşar.
Benzer olarak Plath’ın Bayan Lazarus’una karşılık olarak İsmet Özel’in Partizan şiiri okunabilir. İki şiir de ergenlik sancılarını çokça hissederler, ikisi de sahicilik arayışı içindedirler, ikisi de parçalanmaktan, ölümden söz ederler ve bu liste uzatılabilir. Gerek yok.
Sylvia Plath “gerçek yaptığım şeydir” diye düşünen 50’li kuşaktandır. Burada biraz duralım. “Gerçek yaptığım şeydir” ne demek? Yeni bir gerçeklik algısının habercisi olarak bu sözler 1968’e, yani İsmet Özel’lere ulaştığında Plath’ın günlüğünün bir köşesinde kalmaktan çıkıp “gerçekçi ol imkânsızı iste” şeklinde sloganlaşacaktır.
Bakın, bulduğum her gerçeği delik deşik ediyor
kayboluş kapımı sürgüleyen bir vaşak

[Of Not Being a Jew]
Mitolojiye yönelik ilginin modern şairlerin paylaştığı bir ilgi olmasının sebeplerinden biridir bu. Mitolojiden yararlanma esasında gerçeklikten kaçış değil, tam tersine yeni bir gerçeklik düzlemi arayışıdır. Mevcut gerçeklik yetersiz veya yanlış gelmektedir. Çünkü yarısından çoğu sivil 45 milyon insanın öldüğü bir savaştan çıkılmıştır ve Üçüncü Dünya Savaşı kapının eşiğinden burnunu göstermektedir. Hiç kimse güvende değildir. Gerçeklik sahtedir. Sahicilik yeniden tanımlanmalıdır. Esas sahte olan, yarım kesilen, sansürlenen, başlamadan biten ve bizi bütün cevaplanmamış beklentilerimizle, olma olasılığımız olan bütün kişiliklerimizden mahrum eden, ortada bırakan gerçeğin kendisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında şairler böyle düşünürler. Öfkeli elbette.
Böylesi bir dönemde ister istemez eski şiir inandırıcılığını yitirmiş, fazla şairane, fazla takınılmış tavır içinde kalmıştır. Dönemin ünlü eleştirmeni ve Sylvia Plath’ın ilk yayıncısı Al Alvarez bunun bir “nezaket hastalığı”, bir tür entelektüalizm olduğunu belirtir. Şairler nezaketi bir tarafa bırakmalı, sahici olmalıdırlar, hayatlarını nasıl yaşıyorlarsa şiirlerini de öyle yazmalı, öfkelerini gizlememelidirler. Sylvia Plath ve İsmet Özel, ikisi de Al Alvarez’in öğüdünü tutmuş görünüyorlar.
Her ikisi de ellerinde biriken öfkeyle ne yapacaklarını kendilerine sordu. İkisi de yapacak bir şey buldu: Şiir yazdı.
İkisinin de şiirleri travmaya yol açan olayların kendilerince bir dökümü, itirafı, canlı bir tekrarıdır. Bu travmaların şiirde tekrar yaşanması sırasında ikisi de kendini zaten öyle olmuş olmasını isteyen rolünde kurgularlar. Sylvia Plath Ariel isimli şiirinde travmaya yol açmış bir ata biniş öyküsünü, “şimdi ben / buğdaya köpürüyorum, denizlerin parıltısına” diyerek yüceltirken, İsmet Özel kim bilir hangi kişisel düşüşlerinden birini “iniyorum kulelerinden katil” şeklinde taçlandırır ve Müslümanlardan uzaklaşmasının öyküsünü “kaçmak isterken vuruldu” şeklinde yeniden yazar. Şiir her ikisi için de travmaya yol açan olayların yeniden yazımıyla ilgili bir meseledir.
Sylvia Plath ve İsmet Özel gizdökümcü şiir bağlamında üst üste okunabilir. Sadece İsmet Özel değil, Turgut Uyar da aynı bağlamda ele alınabilir. Söylediklerim tartışılmayacak bir gerçeği ortaya koymak şeklinde değil, başka bir okuma olarak anlaşılsın: Türkçe’de gizdökümcü şiir vardır.
* * *
Burası bu yazının bitip yeniden başladığı yer.
Yukarıdakileri söyledikten sonra “Türkiye’de itiraf edebiyatı var mıdır yok mudur?” sorusunun önemine değinmek istiyorum. Soru batıda olanların Türkiye’de olup olmadığı sorusu olmamalıdır. Bu tür soruların her cevabı yanlıştır!
Bu, batılı kültürün bütün dünyaya enjekte ettiği, ezberletilmiş, aşağılık kompleksini baştan kabul eden bir sorudur. Doğrusu şu olmalıydı: “Türkçe’de Türk insanını kalkındıran, dik durmasını sağlayan, onun ayaklarının altına bir zemin döşeyen, kişilik edinmesinde, gerçeklik arayışında yanında olan şiirler var mı?”
Türk şiirinin büyük olup olmadığı sorusunun cevabı, herhangi bir karşılaştırmadan evvel sorulması gereken bu soruya bağlıdır. Evet! Türkiye’de çok güçlü bir şiir vardır, bu Türk insanının hayatta kalmasına yetecek her şeyi, karakteri, sahicilik duygusunu, gerekirse gizdökümcülüğü de içerir.
“Türk şiiri büyük müdür” sorusu sadece bir karşılaştırma ihtiyacına girmeden sorulabilir, karşılaştırma cevaba dahildir. Şu cevabı ancak herhangi bir karşılaştırmadan evvel verebilirsiniz: Türk şiiri büyüktür, soyludur. Bu cevabın başka sorusu yoktur.

Enis Akın-Edebiyat ve Eleştiri Dergisi, 2005

06 Ekim 2007

GİZDÖKÜMCÜ TÜR / S.PLATH

"gizdökümcü türün tanimlayici özelliği, kendini aklama peşinde olan sairin, yeraltina inmesidir."
A.Alvarez,M.L.Rosenthal,K.Malkoff gibi bazı elestirmenler; Lowell, Roethke, Plath ve Sexton gibi isimlerin şiirlerini gizdökümcü tür baglaminda degerlendirmislerdir.
Karl Malkoff, gizdökümcü şairlik için şunlari soyler:
"...Gizdökümcü şairlik dagilmis halde de olsa bir egonun, bir bilincin varligini gerektirir. Gizdökümcü şairligin temel gerilimlerinin kökeninde psişik bütünluge dogru gidişle dagilma arzusu arasindaki catisma yatar tam olarak.Mutlak özgürlük egiliminden kaynaklanan bu gerilim şiirlere yansır." Plath bu gerilimi kendisinin hayata ve ölüme dair birbiriyle çelişen görüşleriyle tırmandırır. Aslinda gizdökümcü bir sekilde yaşar ve yaratır. kynk:Nilgun Marmara çev:Dost Körpe-2006
Hasan Bülent Kahraman’a göre “Türkiye’de henüz itiraf edebiyatı yok”.
"İngilizce confession kelimesi, günahların, kişinin iç barışıklığını sağlamak için ayinsel itirafı anlamına geliyor. Confessionalist poetry deyimi için, itiraf kelimesinin olumsuz çağrışımları göz önünde tutulursa gizdökümcü şiir daha iyi bir karşılık. Bu ikinci terimde de sorun yok değil. Şairin süreçteki tasarlayıcı etkisini azaltarak şiiri bir iç dökmeye, veya örtüsünü kaldırmaya indirgeyen bir anlamı var. Gizdökümcü şiiri düşününce, ortaya dökülen gizin aslında günahlarla bir ilgisi olmadığını, travma yaratan olayın yeniden sahnelenmesi olduğunu söyleyebiliriz." Enis Akın-2005
gizdökümcü şair, eylemi,düşüncesi ve hisleri ile ilgili her utanç verici, acı verici ayrıntıyı saklar ve -belki- füzyona sokar. yazdıklarından bunları izleyebilir, tek tek durumlardan öte, arka arkaya eklenmiş durumları, hareketi gözleyebiliriz. kendisi de büyük olasılıkla yazarken aynı şeyi yapmaktadır. bunun doğal bir sonucu olarak gizdökümcü, kendisi tahrip ve onulmaz bir benmerkezcilik ile lanetlenir... edebiyat sözlüğü

Gizdökümcü tür ve Sylvia Plath'ın şairliği
"Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi";Kitap, metnin tıpkı baskısı olduğu için, Marmara'nın tez hocasının kısacık açıklaması kitabın- tezin başında yer alıyor. Bu tezin hocası olan Cem Taylan'ın onay imzasıyla kitapta karşılaşmak Marmara'nın yayında Cem Taylan hocanın hatırlanmasına da neden oluyor.
Tezin ilk bölümü, adından anlaşılacağı üzere, gizdökümcü türle Sylvia Plath'ın şairliği arasında nasıl bir akrabalık olduğunu temel eksen olarak ele alıyor. Dolayısıyla, öncelikle Amerika ve İngiltere'de 1950'lerde yükselen bu Gizdökümcü türün ne olduğunu anlatıyor. Bir parantezden daha söz etmek gerekiyor; Marmara, bu tezi İngilizce olarak yazmıştı. Metne dönersek, Marmara hemen girişte Gizdökümcü türü tanımlıyor. Ona göre bu türün özelliği, kendini aklama peşinde olan şairin yeraltına inmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Marmara bu bölümde, söz konusu türün köklerini araştırıyor. Bu türün adını kullanan, üreten eleştirmenleri anımsatıyor. Bölümde türün diğer temsilcilerinin yanında, Plath'ın ünlü şiiri 'Lady Lazarus' da aynı bağlamda analiz ediliyor.
kynk:Radikal/Orhan Kahyaoğlu-20.04.2007

(...)
türün diğer temsilcileri gibi plath'ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. 'leydi lazarus' adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. plath kendini, uygarlığın nazizm'e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. bu yeniden doğuş sayesinde, 'erkekleri' yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. ayrıca, gizdökümcü şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama plath'ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve plath'ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. plath, ideolojik kaygıları lowell ve ginsberg'in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.(syf:11-13)
(...)
sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. bu yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir. freud'a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi tarafından iptal edilir. ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. intikam, kin, düzeni bozmak, "diğerini" öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. ama bu ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.
(...)
kadınların şiirlerindeki ortak nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer; ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. yukarıdaki temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde, hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için manipüle ettiklerini görürüz.
(...)
bir karşılaştırma yapmak için, Dickinson'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. taklit ve yansıma evreninde o iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. plath'ın ölüme olan saplantısı dickinson'ınkiyle ve hatta bazen bradstreet'inkiyle ilişkilendirilebilir. onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de erotizmle tanımlanabilir. dickinson da, plath da bu gotik geleneği öyle aşırı bir şekilde yüceltirler ki, 'kişiliklerini' ölüm kavramının gereklilikleri ve zorunlulukları üstüne kurarlar. ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler. toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan 'gerçekliği' algılar ve yorumlarlar.
(...)
Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de "hayata ve ölüme soğuk bir gözle" bakabilirdi.
her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve s. de beauvoir'ın "erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir" sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
(...)
"öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu..." der ted hughes, plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: "...hayat neredeydi? dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde: kendimi giderek daha kötü hissediyordum. ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. oturup tek cümle bile yazamıyordum. korkudan kaskatı kesilmiştim..."
(...)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.
SYLVIA PLATH'IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ Nilgün Marmara Çeviren: Dost Körpe, Everest Yayınları, 2006

Gizdökümcü Tanriça;
"alelacele yaşanmış, bir solukta tüketilmiş bir hayat. bir modern çağ tragedyası. baş oyuncusu bir kadın şair: Sylvia Plath. bir şiir kuyumcusu. fırtınalı hayatının gelgitlerinden, karabasanlarından olağanüstü imgeler, inanılmaz dizeler yaratmayı başaran, insanları şaşkına çeviren bir büyücü. hayatla ölüm arasındaki satranç oyununu kaybedeceğini bile bile yaratma oyununu sonuna dek oynayan bir kahraman."
"Sylvia Plath, İngiliz ve Amerikan şiirinin cadı tanrıçası. Lanetli gizdökümcü şair. Yaşantılarını ve dilini kendine karşı şiddete dönüştüren şiir kuyumcusu. Kendine kıyma tutkusunu bu kuyumculuk içinde otuz yaşında gaz soğurarak noktalayan ve geride kalanlara zehir zemberek yapıtlarını armağan bırakmış güzel kadın, anne, sevgili. Sırça fanusu içinde onu bunaltan bütün kimliklerinden, toplumsal rollerinden, sıfat ve eğretilemelerden kurtulmaya çalışırken kendisi bir eğretilemeye dönüşen ve okuyucuyu da içine çekecek bir karabasan. Lowell'in dediği gibi, bu şiirleri yazmak da okumak da içinde altı kurşun olan bir silahla rus ruleti oynamaktan farksız. Tüyler ürpertici, dehşet verici bir estetik."

04 Ekim 2007

Anne SEXTON - VIDEO

Anne Sexton (9Kasım1928-4Ekim1974 A.B.D)

ANNE SEXTON - " HER KIND "





"insan rüyasında hiçbir zaman 80 yaşında olmuyor."
"kadın konuşması daktilo sesine benzer. Onu duymak için erkek sezgisine sahip olmak gerekir"Anne Sexton

"...28 yaşıma gelinceye kadar, beyaz sos yapmaktan ve cocuk bezi değiştirmekten başka bir şey bilmeyen, bir bakıma benliği içine gömülmüş biriydim. herhangi bir yaratıcı derinliğim olup olmadığını bilmiyordum. amerikan rüyası nın, burjuvalara, orta sınıfa özgü bu düşün kurbanıydım. bütün istediğim yaşamdan bir pay almak, evlenip çocuk sahibi olmak tı. her şeyi altetmeye yetecek sevgi olursa,karabasan ların, sanrı ların, şeytanların yok olup gideceğini sanıyordum. törelere uygun bir yaşam sürdürebilmek için kendimi parçalıyordum çünkü böyle yetiştirilmiştim; kocam da benden bunları bekliyordu. oysa bu karabasanları uzakta tutmak için küçük, beyaz kazıklı çitler oluşturamaz. ben aşağı yukarı 28 yaşımdayken yüzey çatladı. büyük bir ruhsal bunalıma düştüm ve intihar etmeye çalıştım..." - A.Sexton

Anne Sexton (1928-1974)
Plath gibi Anne Sexton da Amerika Birleşik Devletleri'nde kadın hareketinin hemen arifesinde bir eş, anne, ve şair olmaya çalışan tutkulu bir kadındı. Plath gibi akıl hastalığından muzdaripti ve sonunda intihar etti. Sexton’un itirafçı şiirleri* Plath’a göre daha otobiyografikti ve Plath’ın ilk şiirlerinde görülen ustalık onda yoktu. Ancak, Sexton’un şiirleri duygulara hitap eder. Seks, suç ve intihar gibi tabu konuları gözümüze sokar. Şiirleri sık sık çocuk doğurma, kadın vücudu, veya evlilik gibi kadın konularını kadın bakış açısından cesaretle işler. Her Kind (Onun Cinsi, 1960) başlıklı şiirinde Sexton kendini kazıkta yanan bir cadıyla özdeşleştirir.
* itirafci siir/gizdokumcu siir/confessional poetry




pamuk prenses ve yedi cuceler
anne sexton'ın 1971 tarihli transformations şiir kitabında şiir olarak yeniden yazdığı 17 masaldan biri. masallar tabiki oldukları gibi değil, sexton'ın sivri feminist dilinden yeniden yazılmıştır. çoğu çok eğlencelidir, masallarda çocuklara bilinçaltından "kakıtılan" bir çok kodlamayı (özellikle kız çocuklarına öğretilmeye çalışılan toplumca kabul gören kadın rolü) okuyucunun gözüne sokar sexton; genelde mutlu sondan sonrasını da küçük bir cümleyle yazmadan edemez, tabiki kötüdür herşey, prensesler evlendikleri prenslerin yanında oyuncak bebeklere dönüşürler, sexton'ın sevdiği (bkz: her kind) ama çocuklara daha küçükken nefret ettirilen cadı karakterleri de kızgın yağlarda yakılır vb. ayrıca bir çok masala cinsel açıdan yaklaşır, özellikle rapunzel'e, ve kadınlardaki cinsel bastırılmışlığın bu masallar vasıtasıyla başladığına işaret eder.

Snow White and the Seven Dwarfs
No matter what life you lead
the virgin is a lovely number:
cheeks as fragile as cigarette paper,
arms and legs made of Limoges,
lips like Vin Du Rhône,
rolling her china-blue doll eyes
open and shut.
Open to say,
Good Day Mama,
and shut for the thrust
of the unicorn.
She is unsoiled.
She is as white as a bonefish.

Once there was a lovely virgin
called Snow White.
Say she was thirteen.
Her stepmother,
a beauty in her own right,
though eaten, of course, by age,
would hear of no beauty surpassing her own.
Beauty is a simple passion,
but, oh my friends, in the end
you will dance the fire dance in iron shoes.
The stepmother had a mirror to which she referred-
something like the weather forecast-
a mirror that proclaimed
the one beauty of the land.
She would ask,
Looking glass upon the wall,
who is fairest of us all?
And the mirror would reply,
You are the fairest of us all.
Pride pumped in her like poison.

Suddenly one day the mirror replied,
Queen, you are full fair, 'tis true,
but Snow White is fairer than you.
Until that moment Snow White
had been no more important
than a dust mouse under the bed.
But now the queen saw brown spots on her hand
and four whiskers over her lip
so she condemned Snow White
to be hacked to death.
Bring me her heart, she said to the hunter,
and I will salt it and eat it.
The hunter, however, let his prisoner go
and brought a boar's heart back to the castle.
The queen chewed it up like a cube steak.
Now I am fairest, she said,
lapping her slim white fingers.

Snow White walked in the wildwood
for weeks and weeks.
At each turn there were twenty doorways
and at each stood a hungry wolf,
his tongue lolling out like a worm.
The birds called out lewdly,
talking like pink parrots,
and the snakes hung down in loops,
each a noose for her sweet white neck.
On the seventh week
she came to the seventh mountain
and there she found the dwarf house.
It was as droll as a honeymoon cottage
and completely equipped with
seven beds, seven chairs, seven forks
and seven chamber pots.
Snow White ate seven chicken livers
and lay down, at last, to sleep.

The dwarfs, those little hot dogs,
walked three times around Snow White,
the sleeping virgin. They were wise
and wattled like small czars.
Yes. It's a good omen,
they said, and will bring us luck.
They stood on tiptoes to watch
Snow White wake up. She told them
about the mirror and the killer-queen
and they asked her to stay and keep house.
Beware of your stepmother,
they said.
Soon she will know you are here.
While we are away in the mines
during the day, you must not
open the door.

Looking glass upon the wall...
The mirror told
and so the queen dressed herself in rags
and went out like a peddler to trap Snow White.
She went across seven mountains.
She came to the dwarf house
and Snow White opened the door
and bought a bit of lacing.
The queen fastened it tightly
around her bodice,
as tight as an Ace bandage,
so tight that Snow White swooned.
She lay on the floor, a plucked daisy.
When the dwarfs came home they undid the lace
and she revived miraculously.
She was as full of life as soda pop.
Beware of your stepmother,
they said.
She will try once more.

Looking glass upon the wall...
Once more the mirror told
and once more the queen dressed in rags
and once more Snow White opened the door.
This time she bought a poison comb,
a curved eight-inch scorpion,
and put it in her hair and swooned again.
The dwarfs returned and took out the comb
and she revived miraculously.
She opened her eyes as wide as Orphan Annie.
Beware, beware, they said,
but the mirror told,
the queen came,
Snow White, the dumb bunny,
opened the door
and she bit into a poison apple
and fell down for the final time.
When the dwarfs returned
they undid her bodice,
they looked for a comb,
but it did no good.
Though they washed her with wine
and rubbed her with butter
it was to no avail.
She lay as still as a gold piece.

The seven dwarfs could not bring themselves
to bury her in the black ground
so they made a glass coffin
and set it upon the seventh mountain
so that all who passed by
could peek in upon her beauty.
A prince came one June day
and would not budge.
He stayed so long his hair turned green
and still he would not leave.
The dwarfs took pity upon him
and gave him the glass Snow White-
its doll's eyes shut forever-
to keep in his far-off castle.
As the prince's men carried the coffin
they stumbled and dropped it
and the chunk of apple flew out
of her throat and she woke up miraculously.

And thus Snow White became the prince's bride.
The wicked queen was invited to the wedding feast
and when she arrived there were
red-hot iron shoes,
in the manner of red-hot roller skates,
clamped upon her feet.
First your toes will smoke
and then your heels will turn black
and you will fry upward like a frog,
she was told.
And so she danced until she was dead,
a subterranean figure,
her tongue flicking in and out
like a gas jet.
Meanwhile Snow White held court,
rolling her china-blue doll eyes open and shut
and sometimes referring to her mirror
as women do.
Anne Sexton



Her Kind
have gone out, a possessed witch,
haunting the black air, braver at night;
dreaming evil, I have done my hitch
over the plain houses, light by light:
lonely thing, twelve-fingered, out of mind.
A woman like that is not a woman, quite.
I have been her kind.

I have found the warm caves in the woods,
filled them with skillets, carvings, shelves,
closets, silks, innumerable goods;
fixed the suppers for the worms and the elves:
whining, rearranging the disaligned.
A woman like that is misunderstood.
I have been her kind.

I have ridden in your cart, driver,
waved my nude arms at villages going by,
learning the last bright routes, survivor
where your flames still bite my thigh
and my ribs crack where your wheels wind.
A woman like that is not ashamed to die.
I have been her kind.
Anne Sexton


BÖYLE BİRİSİ
Dışarı çıktım cin çarmış büyücü gibi,
uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
kır evlerinin üstünden, ışıktan ışığa;
kimsesiz şey, on iki parmaklı akıl fukarası.
Böyle bir kadın tam kadın değildir.
Ben böyle birisi oldum.

Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında,
tavalar, oymalar, raflarla doldurdum
gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle;
akşam çorbası pişirdim kurtlar ve periler;
yola getirdim yoldan çıkmışı.
Böyle bir kadın yanlış anlaşılır:
Ben böyle birisi oldum.

Arabana bindim, arabacı.
çıplak kollarımı salladım geçtiğimiz köylerde,
son ışıklı yolları keşfederek; hayatta kaldım
ateşinin hala kalçalarımı ısırdığı yere
ve tekerlerin döndükçe kaburgalarımın kırıldığı.
Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.
Ben böyle birisi oldum.
Cumhuriyet Kitap/çev:Cevat Çapan


maxine kumin'e
-sevgili max, bizim dünyamız artık bu-

akıl dupduru olsa
sonra akıl yalın olsa alırsınız bu aklı
alırsınız bu özel durumu ve dersiniz ki
seçme hakkım olsa böyle yaşardım:
mümkün olan şey budur

ne var ki aklı
bütün bunları düşünen kadının, o akıl
bütün bunları mümkün kılan akıl
öyle pek de kolay
kurtaramaz kendini pişmanlıktan
öyle pek de kolay
başaramaz o mucizeyi
aklın ününü oluşturan ya da akla ün katmış olan
canı istediği zaman soyut ve arı olamaz
bu kadın aklı
bilinçle istemeyebilir bile o mucizeyi
bambaşka bir misyonu yüklenecek olan
şu evrende
Anne Sexton, the book of folly,1972

172 Poems written by Anne Sexton
http://www.americanpoems.com/poets/annesexton


" intiharlarin özel bir dili vardir"
But suicides have a special language. Like carpenters they want to know "which tools". They never ask "why build"? 'Wanting to Die' written by A.Sexton, for S.Plath

"Thief -- how did you crawl into, crawl down alone into the death I wanted so badly and for so long," /Sylvia's Death by Anne Sexton /Sylvia’nın kendisinden erken davranmasını içerleyen Sexton, dostunun ardından yazdığı şiirde serzenişte bulunur: “Hırsız! Nasıl bir başına çekip gidebildin/ Ne zamandır fena halde arzuladığım ölüme”.



03 Ekim 2007

ANNE SEXTON -" LIVE OR DIE "


Massachusetts'deki McLean Hastanesi uzun yıllar Amerika'nın en edebi akıl hastanesi ünvanını taşıdı. Robert Lowell, Sylvia Plath, Anne Sexton bunun yakın tanıklarıydılar.

In "Words," Anne Sexton says:
"I try to take care
and be gentle to them.
Words and eggs must be handled with care.
Once broken they are impossible things to repair."


"sözcüklere dikkat etmeye
ve kibar olmaya çalışıyorum.
Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı.
Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır
Onarılmaları. "


Anne Gray Harvey (9Kasım1928-4Ekim1974 A.B.D)

Anne Sexton yıllar boyunca ilginç bir amaca sahipti: McLean'a kabul edilmek. “Keşke McLean'a bir burs alabilsem” diye fısıldar uzun süreli dostu Lois Ames'a. Bundan sanki Amerikan Sanat ve Bilim Akademisine kabul edilmekmiş gibi bahsetmektedir. Gerçi McLean'a kabul edilmeyi elbette hakediyordu: 30 yaşına kadar iki intihar teşebbüsü ve Glenside ve Westwood Lodge senatoryumlarında uzun süreli kalışlar. İlk şiir koleksiyonu olan To Bedham and Part Way Back'de (1960) deliliği hakkında yazar. Deliliğini bir eğlence aracı yapar, arkadaşlarını ve ailesini gidip gelen ruhsal durumu ile manipüle etmekten çekinmez. McLean'da uzun süreli tedavinin masrafından endişe eden terapisti Martin Orne, Sexton'u kabul etmek istemez. 40 yaşına geldiğinde Sexton, bir Pultizer Ödülü kazanmış ve ulusal dergilerde yazmaya başlamıştır. Ama hiçbir zaman McLean'a bilet bulamamıştır.
Neden McLean? Plath ve Lowell yüzünden. Arkadaşı Ames yakın zaman önce bana “Her ikimiz de Slyvia Plath ve Robert Lowell'in orada kaldığını biliyorduk, o da bu kervana katılmak istiyordu. Aynen ailesinin fertlerinin yattığı Mount Auburn kabristanına gömülmek istemesi gibi” diyerek açıkladı durumu. Sexton hemen hemen her konuda Plath ile sert bir rekabet içindeydi. Her ikisi de Boston'un gelişmiş batı kesiminde yetişmişti. Her ikisi de ağzı iyi laf yapan, güzel ve çekici kimseler idi. Her ikisi de kendini büyük şiire adamıştı – büyük dergilerde (The New Yorker, The Atlantic) ve büyük yayınevlerinde (Knopf, Houghton Mifflin) yayınlamak üzere. Ve büyük ödüllere yönelmişlerdi (Pulitzer Ödülü, Yale Genç Şairler Ödülü). Her ikisi de ruhen istikrarsız olduklarını biliyordu ve psikolojik yıkımın bir şekilde iyi şiir ürettiğini anlamışlardı. Her ikisi, doğru bir şekilde, kendilerini potansiyel intiharcılar olarak görüyorlardı. Lowell'in Ritz Carlton Oteli'nde verdiği seminerlerden sonra verilen martini kokteyllerinde, sarhoş kafayla kendilerini öldürmeyi bile tartışmışlardı. Sexton, Plath için şöyle demiştir: “İlk intihar denemesinin öyküsünü gayet hoş ve sevimli detaylarla anlattı.” Bu konuşma hayali değildi. İntihar hakkında konuşurken, Plath ve Sexton, neden veya ne zamanı değil nasılı planlıyorlardı. Sexton bir şiir yayınlayarak Plath'ın kendi ölümcül yarışlarında kendisini geride bırakmasına sitem eder: “Hırsız! / nasıl yürürsün / nasıl! yalnız başına / çok uzun süredir hasretle istediğim ölüme...”
Deli Ozanlar Derneği / Alex Beam
çev: Şükrü Kaya


BOSTON'da bir bar. 1959 yılının Nisan ayı, iki şair; 26 yaşındaki Slyvia Plath ile 30 yaşındaki Anne Sexton, bir taraftan martini extra dry'larını yudumluyor, diğer taraftan büyük bir doğallıkla intihar girişimlerinden dem vuruyorlar.
Plath 5 yıl önce ölme girişiminde bulunmuş, kurtarılmış, uzun bir tedavi ve üç elektroşoktan sonra yaşama dönmüştü.
Arkadaşı, intihar girişimini ve onu izleyen süreci bir kitapta dile getirmişti bile. O Nisan akşamından tam 4 yıl sonra Plath, iki kızını odalarına kilitleyip, fırının gazı ile ölmeyi başaracak ve arkadaşı onun için "Slyvia'nın Ölümü" şiirini yazacaktı. Ne var ki, Sexton yazmaya devam edemedi, '74 yılının bir Ekim akşamı aynen arkadaşının seçtiği yöntemle yaşamına son verdi.
Tek farkla, Sexton bu iş için arabasını kullanmıştı.
Slyvia Plath ve Anne Sexton'un yaşamları ve ölümleri arasında hep paralellik kuruldu. İkisi de Amerikalı, ikisi de eş ve iki çocuk annesiydi. İkisi de daha önce hiç ortaya atılmamış konuların kahramanıydı. Yaşarken aralarındaki en önemli fark, Plath'ın büyük ekonomik güçlükler içinde boğulması, Sexton'un ise çok zengin bir işadamının güzel karısı olmasıydı. Ayrıca Sexton ölümünden önce ünlenmişti, kitapları best - seller olmuş, Pulitzer ödülü kazanmış hatta şiirlerini besteleyen bir soft rock grup kurmuştu. Ama kaderlerini esas ayıran ölüm oldu. Slyvia Plath tüm dünyada ünlenirken, Sexton unutulmaya yüz tuttu.
İki arkadaşın kaderi bugünlerde yine birleşti: Slyvia Plath'ın "Günlük"ü ve Diane Wood Middlebrook'un yazdığı "Anne Sexton Bir Yaşam" adlı kitaplar Avrupa'da aynı anda piyasaya çıkarıldı.
İlahi güçler onları daha fazla ayrı tutamadı!
milliyet.com.tr 2007

Anne Sexton'in Sylvia'ya atfettigi 2 siiri;
1.Sylvia's Death/2.Wanting to Die

Sylvia's Death
for Sylvia Plath
O Sylvia, Sylvia,
with a dead box of stones and spoons,

with two children, two meteors
wandering loose in a tiny playroom,

with your mouth into the sheet,
into the roofbeam, into the dumb prayer,

(Sylvia, Sylvia
where did you go
after you wrote me
from Devonshire
about rasing potatoes
and keeping bees?)

what did you stand by,
just how did you lie down into?

Thief --
how did you crawl into,

crawl down alone
into the death I wanted so badly and for so long,

the death we said we both outgrew,
the one we wore on our skinny breasts,

the one we talked of so often each time
we downed three extra dry martinis in Boston,

the death that talked of analysts and cures,
the death that talked like brides with plots,

the death we drank to,
the motives and the quiet deed?

(In Boston
the dying
ride in cabs,
yes death again,
that ride home
with our boy.)

O Sylvia, I remember the sleepy drummer
who beat on our eyes with an old story,

how we wanted to let him come
like a sadist or a New York fairy

to do his job,
a necessity, a window in a wall or a crib,

and since that time he waited
under our heart, our cupboard,

and I see now that we store him up
year after year, old suicides

and I know at the news of your death
a terrible taste for it, like salt,

(And me,
me too.
And now, Sylvia,
you again
with death again,
that ride home
with our boy.)

And I say only
with my arms stretched out into that stone place,

what is your death
but an old belonging,

a mole that fell out
of one of your poems?

(O friend,
while the moon's bad,
and the king's gone,
and the queen's at her wit's end
the bar fly ought to sing!)

O tiny mother,
you too!
O funny duchess!
O blonde thing!
February 17, 1963 - Anne Sexton


Wanting to Die
Since you ask, most days I cannot remember.
I walk in my clothing, unmarked by that voyage.
Then the most unnameable lust returns.

Even then I have nothing against life.
I know well the grass blades you mention
the furniture you have placed under the sun.

But suicides have a special language.
Like carpenters they want to know which tools.
They never ask why build.


Twice I have so simply declared myself
have possessed the enemy, eaten the enemy,
have taken on his craft, his magic.

In this way, heavy and thoughtful,
warmer than oil or water,
I have rested, drooling at the mouth-hole.

I did not think of my body at needle point.
Even the cornea and the leftover urine were gone.
Suicides have already betrayed the body.

Still-born, they don't always die,
but dazzled, they can't forget a drug so sweet
that even children would look on and smile.

To thrust all that life under your tongue! --
that, all by itself, becomes a passion.
Death's a sad bone; bruised, you'd say,

and yet she waits for me, year and year,
to so delicately undo an old would,
to empty my breath from its bad prison.

Balanced there, suicides sometimes meet,
raging at the fruit, a pumped-up moon,
leaving the bread they mistook for a kiss,

leaving the page of a book carelessly open,
something unsaid, the phone off the hook
and the look, whatever it was, an infection.
February 3, 1964


BÖYLE BİRİSİ
Dışarı çıktım cin çarmış büyücü gibi,
uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
kır evlerinin üstünden, ışıktan ışığa;
kimsesiz şey, on iki parmaklı akıl fukarası.
Böyle bir kadın tam kadın değildir.
Ben böyle birisi oldum.

Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında,
tavalar, oymalar, raflarla doldurdum
gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle;
akşam çorbası pişirdim kurtlar ve periler;
yola getirdim yoldan çıkmışı.
Böyle bir kadın yanlış anlaşılır:
Ben böyle birisi oldum.

Arabana bindim, arabacı.
çıplak kollarımı salladım geçtiğimiz köylerde,
son ışıklı yolları keşfederek; hayatta kaldım
ateşinin hala kalçalarımı ısırdığı yere
ve tekerlerin döndükçe kaburgalarımın kırıldığı.
Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.
Ben böyle birisi oldum.
Cumhuriyet Kitap/ Siir Atlası - çeviri:Nurduran Duman


Yıldızlı Gece / Anne Sexton
“Bu beni dehşetli bir ihtiyaçtan alıkoymuyor – hadi söyleyeyim –
_______________________________________ dinden.
Sonra gece dışarı çıkıp yıldızları resmediyorum”
Van Gogh'un kardeşine bir mektubundan


Şehir yerinde değil,
sıcak gökyüzünde boğulan bir kadın gibi
yükselip kayan karaşın bir ağaç dışında
Şehir sessiz, kaynıyor gece onbir yıldızla
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum

Hareket halinde. Her biri canlı
Ay bile esniyor turuncu rengiyle
sürmek için çocukları, bir tanrı gibi, gözünden
Yaşlı ve esrarlı bir yılan yıldızları yutuyor
Ah! yıldızlı yıldızlı gece!
Ben böyle ölmek istiyorum:

atılıp kollarına gecenin canavarının
o büyük ejderha tarafından yutularak
hayatımdan kopmak istiyorum, izsiz işaretsiz
ne bir dans
ne bir ağlama.
Çev.: Şükrü KAYA


SÖZCÜKLER
Sözcüklere dikkat edin,
olağanüstü olanlarına bile.
Çünkü olağanüstü için yapabileceğimizin en iyisini yaparız,
kimi zaman sözcükler arı gibi sokarlar
ve bir öpücük bırakırlar iğne yerine.
Parmaklar gibi değerli olabilir sözcükler
Ve kaya gibi güvenilirdir sözcükler
kıçınıza sokarsınız onları.
Ama hem papatyalar hem de bereler gibi olabilirler.

Yine de severim sözcükleri.
Tavandan düşen güvercinlerdir sözcükler.
Dizlerimde oturan altı kutsal portakaldır onlar.
Sözcükler ağaçlardır, yaz'ın bacakları,
Ve güneş, ve onun tutkulu yüzü.

Ne var ki sözcükler sıklıkla yanıltır beni.
Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki,
Bir sürü öyküler, betimlemeler, atasözleri, vb.
Ama sözcükler yetersiz kalır,
yanlış olanları gelip öper beni.
Kimi zaman uçarım bir kartal gibi
ama bir çalıkuşunun kanatlarıyla.

Yine de sözcüklere dikkat etmeye
ve kibar olmaya çalışıyorum.
Sözcüklere ve yumurtalara özenle dokunmalı.
Bir kez kırıldılar mı olanaksızdır
Onarılmaları.
Anne SEXTON
Çev.: Tuğrul Asi BALKAR

YAPITLARI
To Bedlam and Part Way Back (Tımarhaneye Giderken ve Dönerken, 1960)
All My Pretty Ones (Bütün Sevdiklerim, 1962)
Live or Die (Yaşa ya da Öl, 1966)
Love Poems (Aşk Şiirleri, 1969)
Transformations (Dönüşümler, 1971)
The Book of Folly (Delilik Kitabı, 1972)
The Death Notebooks (Ölüm Defterleri, 1974)
The Awfull Rowing Toward God (Tanrı'ya Doğru Korkunç Kürek Çekiş, 1975, ö.s.)
45 Mercy Street (Mercy Caddesi 45, 1976, ö.s.)
Words for Dr. Y: Uncollected Poems with Three Stories (Dr Y için Sözcükler: Derlenmemiş Şiirler ve Üç Öykü, 1978, ö.s.)
The Complete Poems (Toplu Şiirler, 1981,ö.s.)
Selected Poems of Anne Sexton (Anne Sexton'dan Seçme Şiirler, 1988, ö.s.)
---
Kilitli Kapılar, çev:Dilek Degerli, 2006 tr'deki tek kitabi

ÖDÜLLERİ
1967 Pulitzer/ Live or Die (Yaşa ya da Öl)

 
Image Hosted by ImageShack.us