^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

18 Eylül 2007

BARIS ADLİ COCUK / SEVGİ SOYSAL






UCURTMAYİ VURMASINLAR
Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve sevginin öyküsüdür anlatılan. Küçük Barış'ın (Ozan Bilen) bu dört duvar arasında ne suçu vardır ki? Oysa esrardan tutuklanan annesi değil midir? Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, her yanı soğuk ve sağır duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını gözlemektedir. İnci Abla’sı (Nur Sürer), Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermemiş midir? (Agah Özgüç'ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından)

Yönetmen
Tunç Başaran

Senaryo Yazarı
Feride Çiçekoğlu

Müzik
Özkan Turgay

Oyuncular / Filmdeki Karakteri
Nur Sürer İnci
Ozan Bilen Barış
Füsun Demirel Fatma
Rozet Hubeş Zeynep
Güzin Özipek
Özlem Savaş
Güzin Özyağcılar
Yasemin Alkaya
Meral Çetinkaya
Hale Akınlı
Ömer Çolakoğlu
Ayben Erman
Nurettin Şen
Sabriye Kaya
Selma Tarcan
Ayla Aslancan
Emel Çeviren
Tanju Tuncel
Gönül Demirkol

Yapımcı
Tunç Başaran
Jale Onanç

Kamera
Erdal Kahraman

Sanat Yönetmeni
Feride Çiçekoğlu

Yapım
Magnum Film

Eser
Feride Çiçekoğlu (Sevgi Soysal "Baris adli cocuk")

Tür
Dram

Özellikler
Renkli 35 mm

Ödülleri
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Erdal Kahraman - En İyi Görüntü Yönetmeni
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Feride Çiçekoğlu - En İyi Senaryo
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - Nur Sürer - En İyi Kadın Oyuncu
26. Antalya Film Şenliği, 1989 - En İyi Film
İstanbul Film Festivali, 1989 - En İyi Türk Filmi
10. Akdeniz Ülkeleri Film Festivali , 1990 - Tunç Başaran - En İyi 2. Film



1976-1.basim



Sevgi Soysal ve Barış Adlı Çocuk
Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adlı hikâyesinde önce koğuşu betimliyor "Koğuşta çıt yok. Sessizlik saati. Bir iki kız ranzalarında uyuyorlar. Çoğunluk okuyor. Her kitabın peşinde en az beş kişi var. Bir an önce bitirmek zorunda herkes kitabını. Selma'yla Nina yavaş sesle konuşuyorlar. Meral, yine sorun olmakta Meral'in karavana dağıtılırken hep öne geçmesi, karavanadan hep et kepçelemeye çalışması."
Arkadaşlarının genel kanısı "Bu, eleştirilmesi gereken bir tavır."Ama arkadaşları Meral'in çocukluğunun büyük sıkıntılarla başladığını, öğretmen okullarının yatakhanelerinde süründüğünü, en ücra yerlerde öğretmenlik yaptığını bilirler. Meral, mesleğini inancı uğruna tehlikeye atmış, ilk ihbar furyasında da tutuklanmıştır.
Selma, "Bencillik içine sinmiş" diyor, "bir sosyalistin böyle davranmasına izin veremeyiz."
Meral'e dışardan hiçbir şey gelmiyor. Ne para, ne bir şey. Çocukluktan beri süregelen açlığını aşması zor. Ama çalışkandır. Meral, hiç yılmadan okur... Cezaevi yönetimine karşı tek kişilik direnmelere kalkar, ama koğuşça karar verilmiş direnişlere karşı çıkar. Bu yüzden Meral'in önerilerini kimse dinlemez olur.
Güler'in radyo faslı "Aliye Akkılıç"la bitiyor. Güler, külhanbeyi tavırları sever; tesbih çeker, radyoyu ağzına kadar açıp "Neşet Ertaş" dinler. Demet, "Polis radyosunu dinler mi bir sosyalist?" diye öfkelenir. "Şafak" davasından tutuklu kızlara bakıp bakıp lahavle çeker. Güler "orducu". Kızıldere'den beri "cepheciler"le de arası iyi. Ama "orduda" da, "cephede" de kızlar az. Koğuşta azınlıkta oluşlar bundan.
Nesrin, koğuş sözcüsü. "Son tutuklama dalgasında Şafakçılar geldi. Şimdi çoğunluk onlarda. Sözcü de onlarda."
Güler, "Bunlar örgüt değil, kokteyl parti, baksana davanın yarısı kız, yarısı oğlan," diye dalga geçiyor "Ulan, şefleri bile tıpış tıpış teslim oldu. İhtilâlcilermiş. Birinizde bile mi silâh yoktu?"

KOĞUŞTAN İNSANLAR...
Güler, silâh sever, silâhtan söz ederken gözleri parlar. Hayranlarıyla konuşurken silâh adları sayar. En üzüldüğü şey de tutuklandığı sırada silâh kullanamamış olmasıdır. Silâh, yiğitliktir, namustur, sonuç olarak sosyalistlikle özdeşleşmiştir Güler'in kafasında.
Güler, Demet'e özellikle bozulur. Demet, sevdiği oğlan yüzünden bulaşmış Şafakçılar'a. Babası fabrikatör, ama en keskinleri o. Nina'ya göre keskinliği yeniliğinden.
Güler, uzlaşmamakta kararlı. Buna en çok Nina üzülür. Ötekiler de ona, "disiplinsiz, bilinç düzeyi düşük ve maceracı" deyip hınçlarını alıyorlar.
Demet, Oya'ya fısıldıyor "Sessizlik saatinde bile okumuyor şu Güler." Oya, dalga geçiyor "Red Kit okuyor ya!"
Nesrin'in sesi sinirini bastırmaya çabaladığını belli ediyor. Tartışmaktan hiç usanmaz. Polis Zafer, bir süredir her koğuşa girdiğinde herkesin hazırola geçmesini istiyor. İkide bir de içeri girdiğinden, dayanılacak bir durum değil bu. Zafer'in polisliği her tutukluluk gününü ikiyle çarptırıyor. Yapmadığı yok. Adam dövmeye kadar. Her gün Zafer'e karşı yeni bir direnme biçimi geliştiriliyor. Sinirler allak bullak. İsyan çıktı çıkacak. "Bir anlamda yılmak olmaz mı bu?" diyor Selma.
"Hayır. Biz o komut vermeden ayağa kalkacağız, onun ilk komutu ister istemez rahat olacak, biz de onu dinlemeyeceğiz. Öyle put gibi duracağız. Buna karşı yapabileceği hiçbir yasal dayanağı yok."
"Yasası mı kaldı, arkadaşlar?"
"Ben bu öneriyi tuttum."
"Kabul edenler! Edilmiştir!"
Kapı tam açılmadan hepsi hazırola geçiyorlar. Ama kapıdaki Zafer değil. "Gerginlik anlamsız bir çamaşır ipi gibi gevşiyor." Şişmanca, anaç yüzlü bir polis kadın bu. Hiç görmedikleri biri. Gülerek bakıyor içeri. En beklenmeyeni, eliyle bir çocuğu tutuyor. Zafer'in içeri girerken tabancasını tuttuğu eliyle. Dört ya da beş yaşlarında, sarışın bir oğlan çocuğunun elini tutuyor. Cin bakışlı bir çocuk.
"Haydaaa!"
Güler'in sesi patlıyor önce. Sonra hazırolunu bozup salına salına havalandırmaya çıkıyor. Ardından herkeste bir gevşeme. Aylardır, tek sıra halinde havalandırmaya çıkmaya, her havalandırma öncesinde hınçlı ve kinli sıraya girmeye öyle alışmışlar ki, bu ansızın karşılaştıkları gevşeklik şaşırtıyor, rahatsız ediyor onları.
Yeni polis bütün bunların farkında değil. Gidip masanın üstünden bir bardak alıyor.
"Bu bardağı kullanabilir miyim? Çocuk susadı da."
Ses çıkmıyor. O da gündelik bir şey yapar gibi, bir ev kadını tavrıyla su veriyor çocuğuna. Arkası koğuşa dönük. Bir elinde çocuk, bir elinde bardak. Bu, cezaevi görevlilerinin hiç yapmadıkları bir şey. Hep koğuştakiler onlara arkadan saldıracakmış gibi davranırlar. Hele Zafer, hayvanat bahçesinde, yırtıcı hayvanların kafesine gitmiş acemi bakıcı gibi davranır. Bir eli tabancasında.
Herkes farkında değişikliğin. Görevlilere duyulan yerleşmiş hıncın gevşemesine razı değil kimse.
Yeni polis, Zafer gibi, herkes havalandırmaya çıktıktan sonra gözcü kulübesine dönüyor; oradaki banka oturup, herhalde daha önce banka bırakmış olduğu yünü eline alıyor.
Kızlar her zaman olduğu gibi ikişer üçer asker adımlarla volta atıyorlar. Görevlilerin her geçişinde hazırola geçmek zorunda bırakılalı, top oynamaktan falan vazgeçtiler.
Kimse yeni polisten tarafa bakmıyor. Böyle hiç beklemedikleri bu durum daha akıl karıştırıcı. Çünkü hep daha kötüye, daha fazla baskıya karşı tavır geliştirmeye alışmışlar. Ansızın gelen bu gevşeme, yanıltıcı olabilir.

ÇOCUKLA OYUN...
Bir süre, bankta, anasının yanında uslu uslu oturan çocuk, kızların asker gibi yürümelerinden etkileniyor. Onlara hayranlıkla bakıyor önce, sonra dayanamayıp kızların peşine takılıyor. Askercilik oynuyor, rap rap! Ama küçük adımları, volta ustası kesilmiş tutuklulara yetişemiyor. Arkalarından yetişmek için koşuyor. Tam o anda hızla arkaya dönen bir kıza çarpıp düşüyor.
"Barış! Oğlum Barış, rahatsız etme ablaları."
Güler, "Anarşistlikten ablalığa düştük," diye sırıtıyor.
Tülay, "Şehir şakiyesi ablaları," diye gırgır geçiyor.
Nina, "Çocuğun adı Barış. Barış adında bir polis çocuğu." diye mırıldanıyor.
Çocuk, yanları sıra yürümeyi sürdürüyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata, sonunda o en erkek tavırlı, hiç kadınsı olmayan Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar.
Volta düzeni allak bullak. Çocukla oynamaya başlıyorlar. Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor. Oya çocuğu kucağına alıp seviyor. Sadece Nesrin, Selma, Demet durmuş, sıkkın sıkkın seyrediyorlar durumu.
Ardından Demet'in o ince, o hep biraz sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!"
"Havalandırmada bir an açmış olan güneş bulutun ardına giriveriyor. Soğuk bir rüzgâr esiyor."
Şişman polis ne yapacağını şaşırmış, örgüsünü suçlu suçlu banka bırakıyor. Kalkıp çocuğunu alıp yeniden yanına oturtuyor. Herkes tedirgin, herkes rahatsız.
Yeni pois kapıyı dışarıdan kapatana kadar kimseden çıt çıkmıyor.
Sonra konuşmalar "Arkadaşlar, bu kadar çabuk gevşenmez!" / "Evet, bazı arkadaşlar çok hatalı davrandılar bugün. Özeleştirilerini yapsınlar!" Son sözü Demet söylüyor.
Nesrin "Bir arada konuşmayın lütfen. Yeni polise nasıl davranılacağı konusunda forum yapalım."
Demet "Evet, yalnız önce polisle laubali olan arkadaşlar kendi eleştirilerini yapsınlar."
Oya "Yapmıyorum. Sonuç olarak sevdiğim, bir çocuktu, küçük bir çocuk," diye patlıyor. "Öğretmenim ben, çocuğun faşisti olur mu?
Güler, "Hem de Barış adında bir bebe faşist!" diye gülüyor.
Tatsız bir sessizlik yayılıyor.
Tam o anda yeniden açılıyor koğuşun kapısı. Kapıda yeni polis. Herkes ranzasına ilişiyor. Şişman polis ortadaki masaya yanaşıyor. Yüzü, gözleri kızarmış, ağlamış gibi. Çıt çıkmıyor. Ağır ağır konuşuyor
"Sizinle konuşmaya geldim. Bana güvenmediğinizi görüyorum. Ama inanın, bu göreve isteyerek gelmiş değilim. Sizlere yardımcı olmak isterdim. Ama havalandırmada anladım ki bunu benden istemiyorsunuz. Zaten geçici olarak gelmiştim. Hemen ayrılıyorum. Az önce amirime istifamı bildirdim. Sizlere vedaya geldim. Üzgünüm."
Sessizlik dayanılmazlaşıyor. Şişman polisin düzgün, açık konuşması daha da akıl karıştırıcı.
Nina dayanamıyor, tam çıkarken bağırıyor polisin ardından "Bakar mısınız?" Kadın dönüyor. Nina konuşuyor "Bizim insan sevmediğimizi, hele çocuk sevmediğimizi sanmayın. Biz insanları sevdiğimiz için buradayız... Ne var ki, üstünüzdeki üniformayla kötü deneylerimiz var. Siz isteseniz de, istemeseniz de bir şeyleri temsil ediyorsunuz. Bizi, halkı ezen bu düzeni, yapılan haksızlıkları. Onun için kusura bakmayın, davranışımız üzmesin sizi."
"Anlıyorum," diyor, adını bile öğrenemedikleri sadece "Barış" adında bir çocuğu olan polis kadın.
Demet "Size inanmıyoruz!" diye bağırıyor.
Kadın kıpkırmızı çıkıyor. Kapanıyor kapı. Tedirginlik elle tutulur gibi.
Güler, "Son kahramanlık alkışa değer." diyor.
Demet Güler'e bakmadan cevaplıyor "Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."
Tülay "Bana kalırsa zevzeklik yapıyorsunuz. Bu kadın iyiye benziyordu. Bu memlekette kimlerin ne nedenle polis olduğunu biliyoruz. Faşizmle mücadele, polise statik bir kötülük olarak bakmak değildir."
Bir başkası "Bu kadın iyiye benziyordu, ondan yararlanabilir, hatta dışarı mektup falan gönderebilirdik." diyor
Nesrin, ortalığı yatıştırmak istiyor "Meseleyi kişiselleştirmeyelim. Bu yeni polisin tavrındaki görevliye nasıl davranılacağı konusunda tartışıp karar versek iyi olacak."
Bir başkası "Karar almamıza gerek yok, kadın gitti."
Yeniden açılıyor kapı. Akşam karavanası. Erler karavanayı taşıyor. Başlarında polis yok. Kadın gerçekten gitmiş demek.
Meral yine en öne geçiyor. Selma, " Hep öne geçmeyelim!" diye bağırıyor. Nina, dürtüyor Selma'yı "Bırak şimdi. Diyorum ki, yine de önemliydi, çocuğun adının Barış olması."

DEVRİMCİ KIZLARIMIZ
Sevgi Soysal, önce, "devrimci kızlarımızın" kişiliklerini sergiliyor Yoksul Meral, bencil Selma, külhanbey tavırları seven, konuşurken silâh adları sayan "orducu" Güler, sessizlik saatinde bile okumayan Güler, tartışmaktan usanmayan Nesrin, sevdiği oğlan yüzünden Şafakçılar'a bulaşan, "Polis çocuğunu sevmeyelim" diyen fabrikatör kızı, en keskinleri, Demet. Ve insanlığı dile getiren çocukla annesi...
Sevgi Soysal, seçtiği kişileri tanıtarak amacına ulaşıyor.
Barış adlı çocuğun ortaya çıkması her şeyi değiştiriyor. Öyle canlı ve sevimli ki kerata sonunda erkek tavırlı Güler dayanamıyor, çocuğun elinden tutuyor, birlikte kaz adım, askercilik oynuyorlar. Ardından Meral'le Oya'nın öğretmenlik damarları kabarıyor, çocuğu kucağına alıp seviyor.
Derken Demet'in ince sivri sesi "Polis çocuğunu sevmeyelim!" Sonra konuşmalar "Faşizmin oyununa gelmeyelim!" Gene Demet "Size inanmıyoruz!" Gene Demet"Faşizmin yeni bir oyunu bu besbelli."
Sevgi Soysal, devrimcilikle ilintisi olmayan hanım kızların prototipini Demet'le somutlaştırıyor ve canına okuyor. İnsan sevgisini saf ve temiz Barış'la somutlaştırıyor.
Barış Adlı Çocuk, Sevgi Soysal'ın en sevdiğim hikâyesi.
Okumuş muydunuz?

(Cumhuriyet Kitap)
---


'Barış Adındaki Çocuk 2' adlı albümü geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan rockçı Barış Bilgili; Sevgi Soysal'ın aynı adlı romanında ve 'Uçurtmayı Vurmasınlar' filmindeki küçük 'Barış'ın kendisi olduğunu söyledi. (30.01.2006)
Genç rockçı, Sevgi Soysal'ın 'Barış Adlı Çocuk' ve Feride Çiçekoğlu'nun 'Uçurtmayı Vurmasınlar' kitaplarına ilham verme öyküsünü anlattı:
'ADIMI ÖĞRENDİ HAPİSTE YAZDI'
* Sevgi Soysal'ın sizi kitabına konu etmesinin nasıl gerçekleştiğini baştan anlatır mısınız? Yıl 1973... O yıllarda siyasi tutukluların bulunduğu hapishanelerde polisler de görev yapıyormuş. Benim annem de polis. Annem Ankara'dan uzak bir yerde görev yapamayacağını küçük çocuğu olduğunu ve kocasının da askerde olduğunu söyleyerek görevden affını istemiş. Bir lojman ayarlanmış ve annem Sevgi Soysal'ın da tutuklu bulunduğu Yıldırım Bölge Siyasi Tutukevi'ndeki görevi kabul etmiş. Annem beni de hapishaneye götürüyormuş. Bir gün avluda oynarken kadınların voltası sırasında biri bana çarpıp beni yere düşürmüş. Kadınlar annemin kendilerine bağıracağını düşünürken, annem 'oğlum Barış gel, kenarda oyna. Teyzelerini rahatsız etme' demiş. O anda Sevgi Soysal adımın Barış olduğunu öğrenip, 'Barış Adlı Çocuk'u yazmaya karar vermiş.
---

17 Eylül 2007

ELELE YURUMEK / ORUC ARUOBA

Free Image Hosting at allyoucanupload.com



Oruc Aruoba "ile" syf:58

kynk:İcliTanrilarKorosu

15 Eylül 2007

YURUMEK / SEVGİ SOYSAL

Yürümek / Sevgi Soysal

Karadeniz, adam boyu dalgalarla erişti Tirebolu 'ya. Eskiden, çok eskiden bir gölmüş Karadeniz. İçinde alabalıklar var mıymış? Böyle adam boyu, ev boyu?
Karadenizliye sorarsanız apartman boyu dalgaları yokmuş o zamanlar. Tatlıymış suyu; belki sazları, miskin ördekleriyle.
Sonra, kocaman, koskocaman bir deprem gelmiş. Gölün çevresindeki haşin dağlar sarsılmış. Görkemli kayalar o duru göle yuvarlana yuvarlana açılmış İstanbul ve Çanakkale boğazları; hani o Ege'nin, Marmara'nın, çocukken "Romalıların ya da Türklerin gölü" diye, ama hep göl diye bellediğimiz Akdeniz'in tuzlu, köpekbalıklı, yakamozlu, trançalı suları karışmış o duru göle.
Tuza alışkın olmayan sazlar kurumuş, kara gölün bütün balıkları, tatlısu balıkları zehirlenmişler; bir ölüm başlamış kara gölde, duru sular ölümü ta ortasına sürmüşler, boğazlardan koşturan dalgaların itici gücüyle.
Ölüm üst üste yığılmış gölün dibine, ortadaki en derin çukura. Ölüler kokuşmuş, zehirli gazlar, bitmek bilmeyen baloncuklarla su yüzüne çıkar olmuş; ta o zamanlardan beri, ölüm gazları su yüzüne çıktıkça patlarmış sular. Karadeniz'in ortasından kıyılara, kasabalarda yaşayan insanlara doğru, dev dalgalarla koşarmış o eski ölüm.
Karadeniz ölümü bilen bir miskinliktedir. Her gün kayalara vuran ölümle kasaba miskinliği çatışır. Başka miskinliklerden, bir ölüm tanışıklığıyla ayrılan bir miskinliktir bu.
(sayfa 25)
*

Karanlıkta, sessizlikte, en ürkütücü düşünceler gibi yaşıyordu yarasalar. Geniş kanatları, tıkız gövdeleriyle. Büyük, anlaşılmaz gerginlikte, zar gibi kanatlarla, gürültülerle karıştılar geceye. Baş parmaklarının uzun tırnaklarıyla tutacak bir şey arayarak gecenin, karanlığın, yalnızlığın içinde.
Geceden yorgun doğan güneşle, arka ayaklarının kıvrık tırnaklarını dala geçirerek, başaşağı uyudular. Güne, doğan güne, uyanan güne sarkıtarak başlarını, uyudular. Geceye, gece böceklerini avlamaya hazırlandılar, belirsiz sesler çıkararak. Bu sesler avlarına çarpıp yankılandı, ses dalgaları yayıldılar geceye, yarasa yakaladı avını. Baharda doğurduğu tek yavruya, tüysüz, uçmayı bilmeyen, karnında taşıdığı yavrusuna, geceyi, kaçmayı, kış uykusuna yatmayı, huzursuz yaz gecelerinde anlamsız uçuşan böcekleri avlamayı öğretti.
(sayfa 77)
*

Som balığı ırmakla ilerledi, ilerledi, denize çok hızlı ya da çok yavaş denilebilecek bir ilerlemeyle, dönüşü olmayan bir ilerlemeyle denize aktı. Mevsimler geçti, bir ırmak akışı gibi, bütün oluşların ardından vardı denize; taşlar, kum taneleri, bir ırmak yatağından aktarılan bütün katkılarla, belki başka balıklar, balık yumurtalarıyla denize vardığı an döndü geriye.
İleriye akan ırmak döner mi geriye? Denize karışmış su geri dönebilir mi? Yalnızca som balığı, bütün bu dönüşü olmayan güçlerden sıyrılarak, bu güçlerden koparak, karşı çıkarak biraz da, döndü geriye. O akışı, yalnız ve yorucu bir yüzmeyle ters yönde izleyerek, alçaklardan yükseklere tırmanarak ırmak yatağına, o büyük akışın başladığı yere, kendi doğduğu ana, çevreye vardı. Bu gereksiz, bu yanlış, başarısız çabayla gelen dayanılmaz yorgunluğun ardından varlığının bir anlamı olabilmesi için bıraktı dölünü ırmağın kaynağına. Kaynaktan yeni som balıkları ırmakla birlikte coştular, ırmakla birlikte o şaşırtıcı bileşime, denize vardılar.
(sayfa 146)
*

Çocukluğunda, büyükannesinin salonunda gördüğü bir resmi hatırladı Elâ; gümüş bir tabakta üç şeftali. Bir yere konmanın, bir yerde durmanın, hareketsizliğin resmi: Natürmort. "Natürmort nedir?" diye sormuştu. Ölü tabiat. "Tabiat ölmez ki" demişti Elâ. Nasıl ölmez? Yağmur yağar, çiçekler açar, kuzular meler, hani ilkbaharda ilkokul kitaplarındaki gibi. Ama basmakalıp bir el, bir tabağa üç şeftali koyarak durdurur bir şeyler.
"Çocukluğunda büyükannesinin salonunda gördüğü bir resmi, durdurduğunu sanır, yan yana resimler asarak aynı yüzleri, aynı cümleleri, aynı alışkanlıkları, başlangıçları ve sonları yan yana, birbirlerini tekrarlayan, ama hiç bir şeye bütünlenmeyen ayrıntılarda durmadan gelişen, oluşan güçlerden korunmak için gülünç bir sığınak yapar, içine girer, bütün sığınak insanları gibi korkar. Ama titrer, dışarıda yıkılan, değişen şeylerin ona varabilecek uzantısından.
Sigara dumanları tavanda birikip resimlere abanıyor, oynamıyor resimler, sadece sesler yükselip alçalıyor; bilinen adlar, bilinen açıklamalarla sıralanıyor, sergi salonunun katı çerçevesi içinde, belirli yerlere asılı. Duran, seyredilmeyen resimlerin dışına çıkmak istiyor, sergiden dışarı çıkmak, adları yüzleri, cümleleri kıpırdatıp kapıya doğru yol açmak.
Temiz hava. Temiz havaya çıkmak için önce soluksuz kalmanın ne gereği var? Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller.
Hava serin, erken kararıyor ortalık.
Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var?
Yan yana asılı duran resimlerin korkutucu düşlerle yüklü can sıkıcı renklerinden başka.
Susmak, tanımak, sevmek.
(sayfa 151-152)
*

Sevgi Soysal, Yürümek, İletişim Yayınları, 2003
---

14 Eylül 2007

SEVGI (YENEN) SOYSAL


"... Kimse kendiliğinden bir şeyi bırakmıyor, kapanmış bir kapının tokmağını bile; öyle eli tokmağa yapışmış, kapının sadece kapanmış olduğunu, açılabileceğini unutmuş, tokmağa yapışmış eller. Hava serin, erken kararıyor ortalık. Yürümek, dönüp bakmamak arkaya..."
... diyor Sevgi Soysal üçüncü kitabı(1970) Yürümek’in son satırlarında.
TRT’nin küçük daktilosu 1970’de bir kitap daha kazandırır literatüre: Yürümek. 1970 yılında TRT Başarı Ödülü’ne, 12 Mart sonrasında ise Türk Ceza Kanunu’nun 426/427. maddelerine muhalefetten yani müstehcenlikten toplatılma cezasına layık görülen Yürümek’te Sevgi Sabuncu “kadınlıkla” hesaplaşmaya devam eder ve yanına bir yeni soru daha ekler: Peki, erkeklik neye benzer? İşte bu toplumsal cinsiyet rollerinin kuruluşunun seyrini Ela ve Memet’de süreriz.

(...)
Özdemir Nutku. Genç aşık Sevgi Yenen, bu “uysal” üniversite hayatındaki en büyük “asiliği”, bu genç yaşında sevdiğine varabilmek için yapıyor ve evlenmelerine izin vermeyen ailesine ders vermek için bir kutu aspirini mideye indiriyor, ardından da “ya ölürsem” korkusuyla kendini karşı komşuya dar atıyor!
(...)Almanca’dan çeviriler yapmasının yanı sıra şiire yakın düz yazılar ve kısa öyküler de yazmaya başlayan Sevgi Nutku’nun bir yazısı ilk defa bir dergide yayımlanır. Yıl 1961’dir.
Sana söyleyemediklerimi yalnız karıncalara söyleyeceğim, bozkıra, senden benden yalnız.
Susuyoruz bak hep. Söyleyemediklerimizi susuyor, bilmediklerimizi konuşuyoruz.


Ben kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın -ya en boş damlalar gözlerimizde.
Bak tozluyuz biz, çok tozluyuz -ya bozkır, bozkır yolundan kamyonlar geçerken kalkan toz.

Bırakıp bırakıp ırak kentlere gidemeyiz, bu uğraşı ister.
Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır.

Yukarıdaki satırlar Sevgi Nutku’nun bir dergide yayımlanan ilk yazısından, “Ne güzel suçluyduk biz hepimiz”den. Bir dergi denildiyse öyle herhangi bir dergi değil bu dergi. Bu, bizzat Sevgiler’deki tartışmaların sonunda fikri ortaya atılmış ve Hüseyin Cöntürk, Turgut Özakman, Orhan Duru, Metin And, Ali Püsküllüoğlu, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Özdemir İnce, Ece Ayhan gibi “sıkı arkadaşlar”ın çıkardığı Değişim dergisi. Zira zaman değişim zamanı. (...)


Sevgi sıkıntısını kitabında konuşturduğu kadınlarla dillendirir: “Şeylerden şeyler işte -sokaklardaki insanlar görmüyorlar beni. Oysa günlerdir tutkularım perçemlerimde dolaşıyorum.” diye başlar Tutkulu Perçem. Konuşan, bir kadındır, erkeklere kızgın bir kadın: “Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı, oysa tek dolaşıyor onlar -güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım.” Tutkulu Perçem sırf fark edilmek için “bir troleybüs direği, bir yol makinesi, bir kavga” olmayı diler. “O zaman bakacaklardı” der. Ve günün nihayetinde, tutkularını, perçemlerinden çıkarıp mazgaldan aşağı lağım sularına atar.


(...)
Dönemin edebiyat çevreleri ilk görüşte bağırlarına basmazlar Tante Rosa’yı. Kimdir bu kendilerine hiç benzemeyen kadın? Ne denilirse denilsin, edebiyatta yeni bir kadın tipinin ve yeni bir kadın yazarın muştuluyacısıdır Tante Rosa. Yıllar sonra daha “yetkin” yapıtlarını yazdığında bile “haşin” edebiyatçılara yem yapmayacaktır Tante Rosa’yı.
“Sana bir vasiyetim var, Özdemir [İnce].”
“Çüş!”
“Çüş müş yok oğlum. Vasiyet vasiyettir. Şimdi bu hırdavatlar, Yenişehir’de Öğle’yi şunu bunu öne çıkartıp Tante Rosa’nın boynunu vuracaklar. Sen benim ne halt ettiğimi ilk hikâyelerimden bu yana biliyorsun. Tante Rosa’ya sahip çıkın" (...)


kynk:http://www.feminisite.net/news.php?act=details&nid=71

"Anneannemden Başlayıp Bende Biten Bir Çizgi"

“ ...aslında Tante Rosa ne büyükannemin, ne de teyzemin yaşantılarını anlatır. O, büyükannemden başlayıp bende biten bir çizgidir. Küçükten bildiğim bir benzeme korkusudur; okuduğum bir mektup; bir iki soluk fotoğraf; anımsadığım bir şarkı; birkaç damla gözyaşı; kendi deneyimlerimde yeniden yakaladığım gülünçlükler; saçmalardır. Çocukluğumda, kabahat işledikçe onun bunun yaptığı benzetmelere duyduğum unutulmuş öfkedir."

30 Eylül 1936’da İstanbul’da doğuyor Sevgi Soysal, daha doğrusu Sevgi Yenen. Alman asıllı anne Anneliese Rupp- Aliye Yenen, Mithat Yenen’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır. O zamanlar Aliye Yenen’in ismi henüz Anneliese’dir. Sevgi Soysal’ın yazdıklarında Anneliese’in izlerini buluruz. Annesinin ve hatta anneannesinin kadınlık serüveni Soysal’da farklı imgelere kuşanarak zaman zaman yazıya dökülürler.

Anneliese, annesi Rosa ve kızkardeşler... Tüm bunlar Sevgi Soysal’ın kadınlık tarihinde birer mirastırlar. Reddedilen ya da devam ettirilen. Peki bu mirası kendi yaşadıklarıyla inşa eden Anneliese kim?

Anneliese, Mithat Bey’i Almanya’da öğrencilik yıllarında tanır ve ona tutkulu bir aşkla bağlanır. Türkiye’ye yerleşir, Aliye ismini alır. Altı çocuk doğurur ve vefalı bir eş ve anne rolünü üstlenir. Belki de Sevgi Soysal’ın kadın karakterlerinin vazgeçişlerinde, yürüyüp gitmelerinde, kendi kadınlık serüvenlerinin izlerini sürmelerinde bu tarihin mirası bulunabilir.





Hoş geldin Ölüm
Soysal, İlk kitabı Tutkulu Perçem'i 1962'de yayınlamıştı. 1968'de Tante Rosa, 70'de de Yürümek adlı kitapları yayınlandı. 12 Mart ve getirdikleri birçok insanı olduğu gibi Soysal’ı da derinden etkiledi. Bu dönemin izlerini eserlerinden de takip ettik. Yine de şunu söylemek doğru olacaktır: Onun eserlerinde ezme-ezilme ilişkilerini, baskıların yol açtığı hezeyanları görüyor olsak da ne kendisini ne de kahramanlarını gözü yaşlı birer sözcü olarak görmedik. O da birçokları gibi tutukluluk ve sürgün dönemleri geçirdi. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni hapishane’de yazmıştı, Adana’da sürgünlüğünü yaşarken ise Şafak'ı yazdı. Yenişehir'de Bir Öğle Vakti'ni yazdığı mekana yani hapishaneye dair anıları ise Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adı altında 1976’da basıldı. Aynı yıl öykü kitabı Barış Adlı Çocuk da yayınlandı. Ve yine aynı yıl meme kanserine yenildiğinde Hoş geldin Ölüm'ü yazıyordu. Ölümünden sonra, yazıları Bakmak adlı kitapta toplandı.


SEVGİ SOYSAL
(30Eylül1936İstanbul-22Kasım1976İstanbul)

Sevgi Soysal, Son romani Hos Geldin Ölüm'ü tamamlayamadan 22 Kasim 1976'da kanserden yasamini yitirir.


Sevgi Soysal kizi Defne'yi 1973'te, Funda'yi ise 1975'te dogurur.

Ölümünden neredeyse 27 yil sonra Sevgi Soysal'in kitaplarinin yeniden basilmasi sirasinda kitaplarinin editörlügünü kizi Funda yapiyor.
Funda söyle anlatiyor bu süreci:
"Evet ben annemi hiç tanimadim, onu hiç hatirlamiyorum. Ancak onun kitaplarini okuyarak büyüdüm. Her kitabini defalarca okudum. Bu okumalar araciligiyla annemi tanimaya, ondan birseyler ögrenmeye çalistim. Yazar Sevgi Soysal'la anne Sevgi Soysal iç içe geçti bende. Annem yoktu, ama Sevgi Soysal kitaplari vardi. Galiba ben küçükken bir yazari anne edindim. O kitaplardaki her lafi anne ögüdü oldu, öyle baktim. Aci belki, ama hiç yoktan iyi degil mi? Kendi annesizligime isyanim dindi, simdi ona evlatlik yapiyorum."


Yalnızlığa tahammül edemeyen bir kadın
Yalnız kalmayı sevmezdi yazar Sevgi Soysal. Belki de bu yüzden iki kocası da askerdeyken başka erkeklere âşık oldu .
Genç yaşında meme kanseri nedeniyle yaşamını yitiren yazar Sevgi Soysal’ın hareketli yaşamı, Everest Yayınları’nın biyografi dizisinden çıktı.
Erdal Doğan’ın yazdığı "Yaşasaydı Âşık Olurdum" adlı kitapta Sevgi Soysal’ın, ilk kocası Özdemir Nutku’yu, Başar Sabuncu için; ikinci kocası Başar Sabuncu’yu da Mümtaz Soysal için terk ettiği anlatılıyor.

Her askere gidişte...
Kitaba göre, Sevgi Soysal, ailesinin muhalefetine rağmen yazar Özdemir Nutku’yla ilk evliliğini yaptı. Hatta evlenebilmek için iki kutu aspirin içerek intihara bile kalkıştı. Bir çocukları oldu. Ancak Nutku askerdeyken kendisinden yedi yaş küçük Başar Sabuncu’ya âşık oldu ve ilişkileri kocası askerdeyken başladı. Bir gün, izin alarak eve gelen Nutku, Sabuncu’nun özel eşyalarını ve aşk mektuplarını bulunca, boşandılar. Soysal, Başar Sabuncu’yla evlendi. Ve Sabuncu’nun askerlik zamanı geldi. Bu kez Sabuncu askerdeyken Mümtaz Soysal’ı tanıdı Sevgi. Kocası askerdeyken başladı ilişkileri. Sabuncu’dan boşandı ve Mümtaz Soysal’la evlendi.

Gizlice kürtaj oldu
Sevgi, yakında ikinci kocası olacak olan, ancak henüz evlenmediği Başar Sabuncu’dan hamileydi. Sabuncu’ya haber vermeden yasadışı yollardan bu işi yapan bir doktora gitti ve kürtaj oldu. Kürtaj sırasında yanında Sevim Özakman vardı.

Ve Mümtaz Soysal...
Başar Sabuncu, Sevgi’nin oğlunu kendi oğlu gibi sevmişti. Ancak askere gittiğinde Sevgi’nin yalnızlığa tahammülsüzlüğü, aynı sonu getirdi. Bir röportaj yapmak için tanıştığı Anayasa Profesörü Soysal, Sevgi’yi çok etkilemişti. Karısının Mümtaz Soysal’la ilişkisini öğrenen Başar Sabuncu evden ayrılarak Sultan Otel’e yerleşti.

Örsan Öymen’in bileği güçlü çıktı
Başar Sabuncu’nun otel borçları birikmişti. Örsan Öymen, arkadaşının borçlarını kapamak için otelcinin irikıyım oğlunu bilek güreşine davet etti. Yenerse borçlar silinecekti. İki kez kazandı, ancak borçlar silinmedi.

Mümtaz Soysal için oğlunu gönderdi
Mümtaz Soysal, Sevgi’nin oğlu Korkut’la, Başar Sabuncu’nun gösterdiği uyumu yakalayamayınca çocuk, babası Özdemir Nutku’nun yanına gönderildi. Oradan da babaanne ve dedesine... Annesinden de ayrı kalan Korkut, otistik bir çocuktu. Bir süre sonra hastalığı kronik şizofreniye dönüştü.


Erdal Doğan "Yaşasaydı Âşık Olurdum" -2003



---

(...)
'Sevgi Soysal'dan öğrenecek çok şey var'
TOMRİS UYAR
Sevgi Soysal'ın en önemli özelliği, kişisel yapısı ile dünyaya bakışını hiç zorlanmadan kaynaştıran bir biçem kullanması; kendisi kadar ele avuca sığmaz, hınzır, akışkan bir biçem. O kadarına ki öykülerini, romanlarını ince ince örmek için katlandığı sıkı denetim hemen açığa çıkmaz; ancak yapıtı bitirdikten sonra geriye doğru baktığınızda çözersiniz gizli ilmikleri. Sanırım onun yapıtlarını güncel kılan hep ustalıkla kurulmuş bir arka plana yerleştirilmeleridir.

Sevgi Soysal'ın bireyini yaşadığı toplumdan ayrı düşünemeyiz. Toplum bireyin yürümesini engelliyorsa birey de toplumun tartışılmaz diye önüne sürdüğü kalıpları alaşağı etmekten geri kalmayacaktır. Kendi içine kapanıp yakınmayan, sırasında kendisine de gülen, savaşmayı yaşamak için bir ön koşul sayan Sevgi Soysal'dan öğrenecek çok şey var okur ve yazar olarak.


‘Eteklerin ne güzel uçuşurdu Sevgi!..’
OYA BAYDAR
1970 kışı, 1971 baharıydı. Ankara günlerimizdi. Ülkelerin, şehirlerin, insanların geçici olduğu; heyecanların, umutların, aşkın ve devrimin kalıcı olduğu gençlik günlerimiz.

Sen yeni başlayan, alev alev bir aşkın; ben bitirmeye çalıştığım saplantılı bir tutkunun çekimine kapılmış, yaklaştığına inandığımız devrimden çaldığımız özel yaşamlarımızdan neredeyse utanarak, çok yönlü, çok katmanlı, gece kurt, gündüz insan yaşamlarımızı sürdürmeye çalışıyorduk.

Ben Üniversite'deki iki dersin, sen TRT'deki iki programın arasında, gevşemek için pek de uygun sayılmayan bir zamanda, öğle vakti buluşur, ikinci sınıf bir otelin, o çok kasvetli ama bize pek hoş gelen barında, kahve ve ahududu likörü içerdik. Şimdi de, seni hatırlamak için kahve ve ahududu likörü içiyorum bazen, ama o eski tadı bulamıyorum bir türlü.

Sen daha çok aşktan, ben devrimden söz ederdik. O günlerin modasına uygun muydu, değil miydi hatırlamıyorum; ama iri kalçalarını pervasızca sergileyen, beline oturmuş uçuk renkli - belki de pembeydi - bol eteklerini hatırlıyorum. Ne kadar kadındın Sevgi, ne güzel kadındın!.. Kadınlığını bir özür, bir eksiklik, hatta bir meydan okuma gibi değil bir tanrıça doğallığı ile dolu dolu yaşayan...

Ne edebiyat, ne sosyalizm, ne devrim; seninle duygulardan ve aşktan konuşurduk. Çünkü sen, duyguları ve aşkı, tıpkı kadınlığın gibi, tüm doğallığı ile hilesiz, sansürsüz, doludizgin yaşardın.

12 Mart'ın uğursuz günleriydi. Tam da sana yakışan biçimde, "Gece yasağını ihlal" gibi anlamsız bir nedenle, aslında o günlerde evlendiğin, sevdiğin adamı yıpratmak için atmışlardı seni de içeri. Gülüyordun, tadını çıkarıyordun, "Ah, yine aşk uğruna yandım" diyordun. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu'nun gencecik tutsak öğretmen kızlarının şaşkın bakışları arasında, senin için özel olarak hazırladığım bol kolonyalı oraletlerimizi keyifle içerken yine aşktan, duygulardan, tutkulardan konuştuk. O gün bugün seni hep öyle hatırlarım: Ranzanın üstüne bağdaş kurmuş, yüzü o içten yansıyan ışıkla aydınlanmış, riyasız, yapmacıksız, âşık ve kadın. Hep olduğun gibi.


‘Sevgi iyi bir anneydi’
Kızkardeşi Mine Kazmaoğlu Sevgi Soysal'ı anlattı.
"... Güçlüydü, ama bir o kadar da kırılgan ve hassastı Sevgi Ablam. İnişli çıkışlı bir yapısı vardı. Günbatımları ona hiç yaramaz, morali bozulur, efkârlanırdı... Ancak tahammül sınırı zorlandığında, üstüne üstüne gelen durumlar karşısında patlayıp, en çok kendini yıpratan tepkiler verirdi kimi zaman. Sokakta nara atan gençlere, sinirlerinin bozuk olduğu bir anda balkona çıkıp avaz avaz bağırdığını bilirim örneğin...

... Biraz da bahtsız bir kadındı doğrusu. İlk eşi Özdemir Nutku, hiç ona uygun değildi. Bitmeye mahkûm bir evlilikti o. Ama öyle sanıldığı kadar da kolay olmadı bitirmesi, çünkü Özdemir ancak Sevgi ona bir ev bulup, döşedikten sonra gitti benim bildiğim. İkinci eşi Başar Sabuncu çok ince, zarif ama zor bir adam. İnsanı uğraştıran, manen yük olan türden. Mümtaz Soysal da zordu ama Sevgi'ye daha denkti belki... Başar'dan ayrılırken de çok gelgitler yaşadı Sevgi. Zor bir karardı; hani kolunu kesip atar gibi. Bir bedel ödedi hep... Başkalarından çok kendisine acı verdi en çok. Kanseri de başka türlü izah edemeyiz...

... Erdal Doğan'ın kitabında Korkut konusu çok doğru yansıtılmamış. Korkut'u hep 'karşı taraf'tan, 'bırakılanlar'dan dinlemiş çünkü. Başar, tamam, çok iyi bir baba oluyor, ama o melek de Sevgi ilgisiz bir anne filan değil. Başar evde çalışıyor, dolayısıyla Korkut'la daha çok birlikte. Ayrıca, çocuk bir otistik sempatik olabilir; çok güzel bir oyuncak hatta. Korkut, onun her dediğini yapıyor: Yani burada karşılıklı bir şey var; Korkut'un da ona sunduğu bir şey. Korkut o yıllarda görece daha kolay bir çocuk. Mümtaz'ın karşılaştığı ise ergenliğe girmiş bir oğlan. Kitapta bu yok. Asıl vurgulamak istediğim asla kötü bir anne değildi Sevgi Ablam.


‘İnsanın sesi, annesine dair konuşamıyor’
FUNDA SOYSAL
“Bir yazarı anne edindim,” demişim Radikal kitap ekine. Doğru, büyürken yaptım öyle bir şey gerçekten. Ama olmayan anneler var edilemiyor kolay kolay, yazar bile olsalar. Kitaptan okunmuyor sevgi. Yeni yeni fark ediyorum, anne edineceğim derken, kendimi parçalamışım bunca yıl; yakaladığım Sevgi Soysallıklarımı sevip, onun gibi olamayışlarıma yanarak. Bakmayın siz benim Sevgi Soysal’ın yazarlığı üzerine ciddi yazılar yazmış olmama. Beğenmiyorum ben onları. İnsanın sesi, annesine dair konuşamıyor. Onlar, bir büyüme habercisi. Bu yapay annelikten çıkarmak istemem Sevgi Soysal’ı. Solmayacak parlaklıkta olduğunu fark ettim; ondan olmak, yetiyor artık bana. Sevgi Soysal’dan bıkmak kolay değil; ama kızlar, annelerinden bıkınca büyür asıl. Yeniden yayımlayarak, harcamanız pahasına da olsa, onu size bıraktım. O benim annem; size kolay, bana zor.(...)

http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/030306/portre.html

ESERLERİ ;

ROMAN:
Yürümek (1970)
Yenişehir'de Bir Öğle Vakti (1973)
Şafak (1975)
Hoş Geldin Ölüm (1980, ölümünden sonra)
Bütün Eserleri (8 cilt, 1986)

ÖYKÜ:
Tutkulu Perçem (1962)
Tante Rosa (1968)
Barış Adlı Çocuk (1976)

ANI:
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)

DENEME:
Bakmak (1977)

ÖDÜLLERİ:

1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü - Yürümek
1974 Orhan Kemal Roman Armağanı - Yenişehir'de Bir Öğle Vakti
---


JOURNAL / NILGUN MARMARA



JOURNAL

Kayalıklarda teşhirci dalgalar çarpar başlarına...

Kendi içindeki düşüncesini köpükle kıran, ufalayan su,
insanların yüzlerine yükseltiyor iyilikçi beşiğini!
Bir elma ağıyor göğe, birden. Kırmızı yüzeyi, yuvarlaklığı,
gün ışığında, deniz tuzunda öylesine kışkırtıcı!
Dönmeye başlıyor insanlar arasında.
Kendi gizilgücüyle zıplayan elmayı yakalamaya,
birbirlerine ulaştırmaya çabalıyorlar.
Su üzerinde, yalnız başları, boyunları ve kolları görünen
insanlar ve çığlıklar içre, elma dansını sürüyor,
kimsenin eline geçmemeye devinerek.
Karşı karşıya olanlardan biri, elmayı atıyor diğerine,
onun yanıbaşına düşüyor. Bu kez bir başkası,
zayıf parmaklarıyla, suyun içinde yakalamayı başaran,
bir başkasına fırlatıyor. Tutmaya çalışanın ellerinden
kurtulan ve kendini yeniden dalgalara bırakan elmanın utku!
Ona ulaşmak için köpüğün içinde savaş sürüyor; kavranıp
yükseltiliyor kırmızı gülle, sunuluyor boşluğa...
Kaçıyor elma, düşüyor yanlarına, yörelerine,
avuçlar kapanmıyor üzerine, kapanamıyor; kayıyor ellerden,
gözlerin üzerinden; yönsüz hedefini kendi saptıyor ve
sonsuzca uzatıyor çift katlı devinimini, denizin
ve insanın...

Nilgün Marmara
Eylül, 1984

---

13 Eylül 2007

Free Image Hosting at allyoucanupload.com

NILGUN'e MEKTUP/ LALE MULDUR

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~


Nilgun'M. & Lale'M.

altin pano. kuru beyaz guller.
altin yapraklar. lacivert sunger tac.
yanmis kagitlar. karmelites therese.


Sonsuz bir arayis icinde oradan oraya atiyordun kendini. 1930'larin Almanyasi'nda yasiyor gibiydin. Gunumuzun Yahudileri Turkler...

Bizim aramizdan ayrildigin gunden beri ortaligi saran bogucu nem... Kimse yasamiyor burada simdi. O korkunc gunden beri (belki bir sonun baslangici) hava giderek curudu....

(...)
David Cooper(11) diyor ki; "Sıkıcı bir insan olmak, aile insani olmaktir." Bu senin yasadigin gunlerde boyleydi. Simdi 'aile insani' diye bir sey kalmadi.Bunu goremeyenler bizi 'gerici' diye sucluyorlar. "Dusunus ayrigindan dolayi asagilama, oteden beri bizde kullanilan asinmis bir silahtir ki; onursuz bir kalit olarak , ayni turden kalem sahipleri arasinda kusaktan kusaga gecer."(12)Psikanaliz de kalabalik bir odanin bosalisiymis; iki kisi kalincaya dek. Psikanalizden nefret ediyorum; butun mahkemelerden oldugu gibi. Pink Floyd'un 'Biz ve Onlar' sarkisinda soyledikleri gibi:

"kara, kara , kara ve mavi , mavi , mavi
ve kimbilir neyin ne
ne oldugunu...
ve kimin kim..."


(...)
"Kirilgan yapi tehlikeye acik"
Cunku tek ve yildizkopumdur onlarin yazgisi yeryuzunde "(14)

..Bazen delice ozluyorum seni... Giderek artan bir aci..."Burada olsaydi" diyorum...
Cagirsam hemen gelirdi... Bir yerlerde cay icerdik. Elsa Triolet'den, Sami Baydar'in resimlerinden , Necat Cavus'un siirlerinden soz ederdik. Levent Yilmaz'i , Atilgan Bayar'i tanimadin sen, tanisan hemen ilgilenirdin. Cunku sen guzel olani yok etmek degil ortaya cikarmak isteyenlerdendin. Kitabini okuyunca cok sarsildim. Ne muthis bir poetika'n var.Kitabin butununu okuyunca ortaya cikiyor. "Ses bilmeyen icin ne kadar uzak" (15)
'An'lari guzellestirirdin sen.Rafadan yumurtalara hint baharatlari eklerdin. kalabalik toplantilarda bir slav dusesi havasi yaratirdin. Abuk sabuk fakat tuhaf bir bicimde cekici Bulgarca sarkilar soylerdin. Simdi boyle kac kisi kaldi? İste bu diyorum asil yitirilen bu."Yitirdigimiz sen degilsin; tum bir dunya"

Herkesin " Tanrim ne soguk" diye haykirmaya basladigi su an;

"Istakozlar bagisliyoruz
simdi size hepimiz
Ölümümüzün acisi degerken bize
Dirimiz yakiyor kendini,
cevrenizde lamalar,
alpakalar dansederken.
İste! Dudaginizdan sizan incecik kan
utkusu onlarin."(16)

"Bir Kusluk Vakti Delisi, bu umarsiz sarkiyi soyleyen.
Uzaklarda savunuyor erisilmezligini.."(17)

Bir kusluk vakti Nilgun Marmara bu umarsiz sarkiyi soylerken biz;

"Sen ve ben
Ve deniz
Melali anlamayan nesle
Asinâ degiliz." (18)
---
_______________________________________________
11) Cooper, G. David ( 1931- 1986) Guney Afrika kokenli
Anti-psikiyatri hareketi oncusu
12) Ahmet Hasim'in 'Piyale'kitabi onsozunden
14/15) Nilgun Marmara "Daktiloya Cekilmis Siirler"
16) Nilgun Maramara'nin belki son siirinden "Karmelites Therese" siirinden kolaj
17) Enis Batur, "Iblise Gore İncil , altikirkbes yay.2000
18) Ahmet Hasim, "Göl Saatleri"

Anne, Ben Barbar miyim?(34-35-36)
Lale Muldur 2006 , L&M

11 Eylül 2007

LALE MULDUR // 5'den 7'ye NILGUN





Nilgun'e...


"She was once twice three times a Lady"L.M

Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz .

P:Pelerinleri vardi.Trenckot giymedi.Fevkalade gunesli havalarda sokaga cikmadi.
S:Soyluydu. Hircindi. Guzel ve ozgurdu. İster istemez ve bile isteye rahatsiz etti;kahkahalari, safkan atlari ve uzlasmazliklariyla.
G:'Grande Dame' familyasindandi.Beyaz eldivenler, kabarik tafta etekler, opera durbunleri, kucuk gizli pusulalar akla getirirdi.
Y: Yogun yasamak ,geceleri uzatmak.Gece yasamina, konyaga , aryalara yakisirdi.
Z: Bir kadehi tutar, ansizin kirardi .Zelda'ydi..
B:Blues. Betty Blue. Jony Mitchell.
M:Mayerling'di... Medici'ydi... Magdelen'di...
Ona cam parcalarindan bir elbise giydirdik
T:Tehlikeli oyunlar tutkunu bir kadin,siyah rugan terliklerini birakip uzaklasiyor taraclarda...
X:İsaretlere inanirdi.Cunku baslangicta 'Soz' vardi.
' LogoCentric ' bir labirentte kaybolduguna inaniyorum.

İsaretlerin tehlikeli cekiciligine kapilmak mi?
Gorunmez ve imkansiz bir yas mi?
Derin bir anlamsizlik travmasindan kaynaklanan bir yorum cildirisi mi?
Yasmadan daha buyuk olma istegi mi?
Otuz-yas kirginligi mi?
Siyaha gecis mi?
Soyut bir satranc mi?
Bilinmeyen bir denklem mi?
Yaniltici bir vektor mu?
Siddete karsi siddet mi?
Magrur bir an mi?...

"She was once twice three times a Lady"

ANTRAKT

---
syf:32-33 "Anne, ben barbar miyim?"




Anne Ben Barbar mıyım?

Lale Müldür, işaretlerin anlamını yitirdiği, göstergelerin içinin boşaldığı, neredeyse artık konuşmanın bile anlamsızlaştığı, karşılıklı iletişimin, -aşırı iletişimden olsa gerek- devrelerinin koptuğu bir dünyada konuşmaktadır. Sadece Müldür mü? Ancak Müldür'ün farkı, onun böyle bir dünyada konuştuğunun farkında olmasıdır. Onu bir çok şairden ayırıp "has" bir şair olma mertebesine yükselten de bu farkındalığıdır.

Lale Müldür "gizli" bir dilin de peşindedir. Bu dil, doğrudan olması dolayısıyla ilkel, barbar dildir. Karmaşanın içinde ilkeldir. Bu dil, saydam ve geçirgen olacak ve ne ise o olarak gösterecektir dünyayı: Ara renkler de belirginleşecek, kendini öne çıkaracak, melankolik duyarlık yaşam alanı bulacak, görünür olacaktır. Böyle bir dünyanın kodlarını araştırmak, onları deşifre etmek Müldür'ün tutkularından biridir ayrıca.

İlk bakışta kolay kolay içine girilemeyen Lale Müldür dünyasını tanımak, onun ferahlatıcı havasını solumak için "Anne ben barbar mıyım? çok yararlı olacaktır okuyucuya.
Osman Çakmakçı
---



TROPİKA:
Lale Müldür’ün Poetik Sözlüğü
(*)

Ahmet Güntan: Camlı bir köşkte, kendini kalbinden vuran şair (38).
Geometrik bir zekâ, bir mimar bakışı belki, olağanüstü yapı dizeleri. Nietzsche’ye göre; mimar ne Dionizyak’tır, ne Apollonisyen. Artistik dışavurum arayan, dağları yerinden oynatan ‘Güçlü İrade’yi temsil eder. Gurur, ağırlık ve yerçekimine karşı zafer ve güç sistemi kendini bir yapıda görünür kılar. En yüksek güç ve güvence duygusu, ifadesini ‘görkemli stil’de bulur. Kendini ispata çalışmaya bir güç, hoşa gitmeye çalışmaktan hoşlanmayan, kendi içinde dinlenen, yasalar arasında bir yasa: görkemli bir stil’le kendinden konuşan şey…İşte budur (39).

Ahmet Güntan’ın Şiiri: Durumların şiiri. Stituasyonist şiir; karşı-durumların şiiri (39).
Sentaktik süslerden arınmış somut şiir, yapı blokları gibi; net, bütün, kendinde… Kristal bir ytong gibi. Yetkin bir daire ya da elips gibi. Bir şeyler çıkarıp bir şeyler ekleyemezsiniz. Somut ve dışbükey bir şiir. Yalnızca içerdiği gizem içbükey. Ve gizemi kendine eşit, çünkü monoton yapı blokları üzerine nasıl gizemli şiir kurulur? Şiir çıkarılacak hiçbir şeyin kalmadığı bir durumdan nasıl şiir çıkarılır? Bunun kimyasal formülleri dışarıda mıdır, içeride mi? Bu biraz 21. yüzyıl şiiri. Gelecek olan zarif metropollerin şiiri. Ölmekte olan doğa üzerine bir eleji…. O kalıtımsal şair hastalığı; romantizm üzerine alaycı ve dokunaklı bildiri… Bir zamanlar varolan, şimdi yitirilen ve yalnızca şiir alanında da olsa bir şekilde yaşamayı sürdürmesi gereken şeyler üzerine büyüteç (39).

Antimadde-Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Bayağı Sözcük: A) Bayağı sözcük yoktur. B) Bayağı olarak nitelendirilen sözcüklerin de şiirsellik kazanmasını şiirin ultra momentum’u olarak görüyorum. C) Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Ben Başkasıdır: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Foucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlara değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Bireysellik: Edebiyat her zaman bireyseldi. (55).

Bir Şiirin Oluşumu: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Bugünkü Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Dünya Çapında Şiir: Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiir mevcuttur ve halen de yazılıyor (28).

Hatırlamak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Hedef Yoktur Şiirde: Hedef diye bir şey yok. Bir şiir yazayım da şunlar şunlar olsun diye yola çıkılmaz. Her şey çok spontan bir biçimde olup biter. Sonra o metin nereye gider o ayrı mesele (63).

İki Binli Yıllarda Şiir: Tam bir şey söylemek mümkün değil. Her şey çok iyi olacakmışçasına götürmek lazım. Başka yol yok… Başka yol yok; çalışmaktan başka. Bir de bildiğim kadarıyla ileride Batı’da yaratıcı işlerden ve operatör doktorlardan başka meslek kalmayacağı çünkü bilgisayarlar hepsini yapabiliyor. Üstelik çok kısa bir zaman içinde diyorlar (65).

Kalıcı Olanın Yerleştirilmesi: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Kıraç Dünya-Şiir: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde (39).

Kıvanç Olarak Şiir: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Kritik Günler ve Şiir: Kritik günler yaşıyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye ya kitap yakılan Pakistan boyutunda kalacaktır ya da nesli tükenmeye yüz tutan güzel ve haklı insanlar ortadan kaldırılmazlarsa –yani bu insanlar her şeye ve kendilerine rağmen direnmeyi ve ayakta kalmayı sürdürebilirse- Türkiye’den bir Doğu-Batı sentezi çıkacaktır. Bugün Türkiye’de dünya çapında bir şiie mevcuttur ve halen de yazılıyor. Bütün yıpratma ve yok etme mekanizmalarına rağmen şairler ortadan kaldırılamıyor ve Türkiye’deki genç şiir de, eski şiir de kutupsal önem taşıyor. Şiir krizde değildir ama hayatımız krizde! Ne kadar az mutlu insan var… (28)

Kriz: Kriz geri kalmaktan doğar. İleri gitmekten kriz doğduğu görülmemiştir (64).

Kuşak: Ben bu kuşak olayını anlamıyorum. Bilmiyorum da. Benim bildiğim bir kuşak vardı. O da “68 kuşağı”ydı. Onları biraz tanımış olmakla gurur duyuyorum o kadar. Bu kuşaklar arası hoşgörüsüzlüğü de anlamıyorum ben. Benim için dünyada iyi ve hoş insanlar avr; ama yetmiş ama yirmi yaşında olsun.(..) Hele şairlerin yaşı kuşağı olamaz eğer bir şairse.(..) Otoriter yapı kırılmıştır ve daha da kırılacaktır.(..) Kimsenin peşinden ‘tanrı’ diye gidilemez. Zaten artık Leonardoların sonu tükenmiştir. Bilgi çok gelişmiştir çünkü.(61).

Lale Müldür: Kendimi tanımlamaktan hoşlanmıyorum. En fazla, sürekli yapmak istediğini yapan biri olarak tanımlayabilirim. (..) İstediğim bir şeyi elde edemiyorsam ilkin kendimi sorgularım.Belki de biraz şanslıyımdır. Ama şans olayına da pek inanmıyorum. Şöyle: her an hep olması gereken oluyor. (..) Niçin yazmaya başladığımı bilmiyorum. Ne zaman başladığım da önemli değil. Ama şöyle bir duygu; kitabıma bakınca “Bu benim” diyorum. Belki de tam olarak kendim olabildiğim tek yer…(..) Ben şiire hiçbir amaç gütmeksizin çok saf bir şekilde başladım. Öyle de götürdüğümü sanıyorum. Ama bu benim saf biri olduğum anlamına gelmez(70).
Çok az insan kendisini seviyor. Çok az insan kendisine bakıyor. Tıpkı bir çiçeğe bakar gibi. Ben 24 saat boyunca içinde yaşadığım mekânı neresi olursa olsun kendimin kılmaya çalışıyorum. Örneğin akşamüstü bir tören gibi çay içerim. Eşlik eden olsun olmasın. En sevdiğim zaman sabah ilk kalktığım ve gece yatmadan önceki zaman dilimidir. Çünkü gerçekten bana ait. Kendimle ve kafamın içinde yaşamaktan korkmuyorum (71).


Modern Zamanlarda Şiir: Şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var. Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).

Murathan Mungan: Murathan Mungan (..) medya olayını iyi kullanmıştır(..) Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

“Mutsuz Bilinç”-Şair: Tanrıların kaçışı, kutsallığın da ortadan kalkmasını getirmez(..). Yine de büyük çoğunluk, büyük şüphecilerden daha kolay baş edebilir bu dekadans duyguyla. Dasein’daki bu yırtılışın, parçalanışın bilincine “mutsuz bilinç” adını veriyor Hegel. İşte artık kimselerin dinlemediği şair, bütün yıkılmışlığına rağmen herkesin sesi olarak, böyle bir noktada, öyle acil bir noktada duruyor (52).

Nesnesiz Dil-Şiir: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. Hölderlin ve Mallarme şirin özü üzerine yazmışlardı. Düşüncelerin üstüne düşünmüşler, şiir üzerine yazmışlardı. Bugün artık sözler imledikleri şeylerle bağlarını koparmışlardır. Dolayısıyla herhangi bir konu üzerine yazmak yani bir amaç, bir nesne uğruna yazmak bana komik görünüyor. Nesnesiz bir dil ya da metnin verdiği keyif ancak bu kadar (51).

Nilgün Marmara: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. İç içe geçmiş bu süreçlerin, birbiri ardından kaydettiği gözle görülmez sarsıntılarda, bu sarsıntıların umarsız bir noktasında Nilgün Marmara’yla karşılaşıyoruz (32).

Poetique: Bana en yakın gelen Hölderlin’in görüşü. Şiirsel (Poetique) Grekçe, ‘bir şey yapmak, üretmek’ anlamına geliyor. Bir kökü de, ‘göstermek, bir şeyi görünür kılmak’ anlamında. Şiirleştirmek, işaret kiplerini görünür kılmaktır, Hölderlin’in kullandığı anlamda. (51).

Poetik Süreç: Poetik’(..); sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Seksenli Yıllar: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).


Sembolik Düzen ve Poetik: Sembolik düzene, sosyale karşı koymak için travmatik bir süreç gerekiyor: hiçbir belirten, hiçbir öteki, hiçbir ayna ve hiçbir ‘Anne’nin doyuramadığı ölüm içgüdüsüne tanıklık eden. ‘Poetik’ ise; sembolik’e karşı koyan ama onu saran bir süreç. Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).

Sözcükler İçeriklerinden Boşaltılmıştır: A)Bütün dillerdeki bütün sözcükler içeriklerinden boşaltılmıştır. Aynı şekilde susmanın da bir anlamı yok çünkü onun da içi boş. B). Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şair: Kireçli harcını havanında ya da geçmiş yaşantılarının laboratuarında karıştıran şair, zamanımızın Dr. Morison’udur(..). Çünkü şimdi, bu modern zamanlarda, şiirsel bir şey bulmak için kötücül bir dehaya ihtiyaç var.Ve yüreğe, antik savaşçıların paha biçilmez yüreğe ihtiyaç var, şiirin bakir ormanlarına girebilmek için ki; karanlığın yüreğidir orası (40).
Sahici bir şiirsel kafa, bazı durumlarda çok tehlikeli olabilir –bu yüzden şairler dinlerden ve devletlerden kovuldu. Onlarda istenmeyen öğe kısaca güçleriydi diğer güç mekanizmalarını rahatsız edebilirlikleriydi. Evet, nazikçe girmeyin o hayırlı geceye. Tam sizi vurduğu yerde, kendi ölümcül yaranızı görebilirsiniz çünkü…(40).
Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).
Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).
Evet, bütün şairler kehanet dili ile konuşur, yıldırım hızıyla hakikate inerler (66).
Şair, seçen bir kişidir, bir öznedir (74).

Şair Olma İhtirası: (..) En sessiz en alçak tonlu şiirler bile dipte derin ihtirası simgeler. Şair olma ihtirasıdır bu; yaratıcı olma, iz bırakma, sonsuza kalma… İnsanların talim ettikleri çoğu zavallılıktan daha yüce bir ihtirastır belki, ama son noktada o da trajiktir (64).

Şairlerin Önüne Çıkan Soru: (..)Rimbaud sorunsalı açımlar ve şöyle der: “Bir şair olduğumu çıkardım. Bu hiç de benim suçum değil. Çünkü ben başkasıdır… Şair uzun, müthiş ve hesaplanmış duyu karmaşaları yoluyla kendini bir vizyonere eşler. Dile getirilmez işkence… Hasta adam olur, bir suçlu, bir lanetli ve yüce bir bilge olur; bilinmeze giriş yapar.” Ne ki sonuçta Faucault’nun dediği gibi dünya kendi değerini onlarla ölçer. İmdi şairlerin önüne çıkan soru şu: “Bütün bunlarta değer mi? Değmez bana kalırsa fakat ne müthiş bir onur! (63).

Şiir: Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).
Şiir entelektüel anlamda vahşi bir yol, yırtıcı bir kimlik…(74).

“Şiir Atı Harketi”: 80’li yıllarda önemli bir şiir hareketi oldu: Şiir Atı Hareketi”. Birçok açıdan önemli ve oksijen getirici bir kareket olmasına karşın, 80’ler zamanına senkron bir biçimde cool kalmasını bilmiştir. Çünkü şimdi kim ortaya çıkıp “Her şeyi biz biliyoruz, siz hepiniz yanlışsınız” diyebiliyor? Doğru bildiğimiz bir çok şeyin yıkıldığını görmedik mi? (62).

Şiir Geleneklerine Mesafeli Olmak: Peşinde olduğum her şey herhangi bir şiir geleneğinin içinde yer almak değil zaten. Temel yasaları, dünyadaki kodları araştırıyorum ben. Dünya şifre ile yazılan yazı ise; bütünündeki ve detaylarındaki kodun çözülmesi için şiir, yollardan ancak birini gösterir (52).

Şiir Praksisi-Kaynaklar: Şiir praksisi, bir yokluğun, özlemi duyulan bir yok-nesnenin aranışından, ölümden ve dilden kaynaklanır. (32).
Şiir praksisi erotik bir etkinliktir. Arzular ve itkiler, şairi ‘tuhaf olana’ yani ‘öteki dil’e iter (53).

Şiir-Giz: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan birçok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiir ve Şair: İçinde yaşadığımız kıraç dünya çok az şiir alanı bıraktı. Ama bu kıraç dünya bile bir serapa, bir ütopyaya hatta yaşanılası güzel bir yere dönüşebilir, bir şairin her şeye kadir ellerinde. Hiçbir şey o ellerden kaçamıyor gibi –en azından temkinli bir tartma olmaksızın. Her şey mükemmel bir suç gibi planlanıyor seçilmiş kurbanın yüreğine inmek için ki; bu kurban, kimi zaman yitik bir sevgilidir, düşsel bir okurdur ya da şairin kendisidir, kurban ve cellat olarak…Bu mükemmel suçun uzamı ilkin şairin, insan yaşamında sonra onun insan-ötesi aklında belirir, şiirin o belirsiz av alanına kuyruklu bir yıldız gibi düşmek için. Ve yürek, yalnız bir avcıdır orada…(39).

Şiir Yazmak: Şiirin süregelmesi, gizin saklanmasına bağlı. Bütün şairler unutturulan bir gizi hatırlamak için yazar. Gizi hatırladıkları zaman ne olur? Galiba çok daha ciddi başka bir gerçekliğe kayıyorlar. Evet, Türkiye’de biz mazlumlara unutturulan bir çok şeyler var, ama artık hatırlamaya başlıyoruz (59).

Şiiri Bırakmak: Şiiri bırakmak bana hiçbir şeye mal olmaz, kafamı dinlemekten başka. Biraz hikmet olsun diye yapıyorum biraz da hayatta yapabildiğim en iyi şey olduğu için. Daha enteresan bir şey bulduğum anda bırakabilirim onu, ama geriye dönüp baktığımda muhakkak ki büyük kıvancım olarak şiirim kalır (63).

Şiiri Sürdürmedeki Zorluklar: Ben ve başka birçok arkadaşım şiiri neden sürdürdüğümüzü kendimize ve birbirimize hergün yeniden soruyoruz. Şiir yazmayı sürdürsek bile basmanın pek bir anlamı kalmamış gibi. Bu işten maddi çıkar zaten beklemiyoruz. Şairlik bir tür keşişliktir, bunu her şair daha işe başladığında bilir. Denebilir ki; şiirin getirdiği ün de bir çıkardır ama günümüz Türkiye’sinde sanatçılara çok pahalıya patlıyor. Burada kendi alanında olumlu bir şeyler yapmaya çalışan insanlara ün, kirli bir eldiven gibi giydiriliyor. Dewnilebilir ki; bir sanatçının başarı oranını, hakkında yapılan dedikodu oranından çıkarmak mümkündür. Hele hele taviz vermek istemeyen bir kişiye bu, ruhsal sağlığı da tehlikeye düşüyor demektir. Çünkü inanılmayacak derecede bir düşmanlık ve şiddet politikasıyla karşılaşabilir (27).

Şiirin İlle De Yazılması Gerekmez: Çok çeşitli biçimlerde gelebiliyor şiir. Kimi zaman üzerinde on yıl düşündüğünüz bir konunun çözümlenmesi olarak ortaya çıkıyor. Kimi zaman da bir fizik formülünü gördüğümde “Bu bir şiir” diyebiliyorum. Önemli olan neyin benim dünyama ait olduğu. Ben sürekli kafamın içinde yaşayan biriyim. Bu anlamda bana teğet geçen şeyleri her an bu bir şiir olabilir ya da olamaz diye tasniflerim. Yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir mekanizma var. Böylelikle şiir sonsuz sınıflandırma işlemlerinden sonra ortaya çıkıyor. Birleştirici olan tek şey üslup galiba. Ama şiir yaşanan ve ifade edilemeyen bir şey. Şiirin ille de yazılması gerekmiyor (72).

Şiirsellik: Şiirsellik, evet, maalesef, gebermiştir. Ama geberten kim? Esas soru budur (58).

Şiirselleştirmek: “Dasein”a expose olan şair kendi psişik deneylerinden çok, tam tersine aşırı dışsallıkta aşırı güçlü bir Varlık’ın, Tanrı’nın fırtınalarına açıktır. Gök gürültüsü ve yıldırım tanrılarının diliyse; şair bu dille bağ etmeye çalışan, insanların Dasein’ında ona bir yer bulmaya çalışan kişidir. Bu anlamda şiirselleştirmek tanrıların işaretlerini algılamak, sonra onları aktarmaya çalışmaktır. İşaret etmekse yerini belli etmekten çok, veda eden iki insanın yaptığı gibi uzakları yakın kılmaktır. Şiir kalıcı olanın yerleştirilmesidir. Gündelik hayat bu bağlamda gerçek-dışıdır. İşaretleri bir yapı ustası gibi biçimlendiren şairler kimse farkına varmadan, kalıcı olanı dilin içine yerleştirirler. Günümüzde saf kalan belki de tek uğraş (51).

Tüketim Toplumunun Antimaddesi Şiir: Hem öylesine yanımızdaki zaman, bir süre sonra yağmur her şeyi silecek ve ancak o zaman şiiri dinlemek mümkün olacak. Şimdilik siyanür kokluyor ve kokain kelimelerle konuşuyoruz. Sürükleniyor ve resmi dünyanın dışında dansetmesini öğreniyoruz. Sevecenlik martıkemiği maskesini uzatıyor ve tüketim toplumunun antimaddesi şiir, beliriyor karanlık bir ışıkta (27).

Türk Punk Şiiri: Birçok yorumun aksine Murathan Mungan gerçek Türk Punk şiirini yazmıştır (64).

Vatansız Şiir: Evet vatansız bir şiir yazıyorum ben. Şiirin ne zaman vatanı oldu ki? Ama vatan meselesi biliyorsunuz şimdi tek faktöre indirildi: dil. Türkçe yazdığıma göre bir Türk şairiyim. Elbette başka ne olacağım ki, her halde İngiliz diye geçirmeyecekler. Ben de Cumhuriyet’in garip çocuklarındanım (63).

Voyager 2: “Voyager 2”, yıldızlararası uzamda bir şeyler araştıran ve bir şeyler ulaştırmaya çalışan bir şey. Voyager 2’nin içinde çeşitli dillerden esenlik bildirileri, insanlık kültürünün şöyle bir toparlanması olan şeyler var. Dışında bir kadının ve bir erkeğin insan olarak silueti çizilmiş. İçinde Beatles’ın çaldığı düşünülürse, çok genel anlamda da olsa, o hepimizin miras olan insanlık kültürüne ait olmaktan bir hoşnutluk duymamak imkansız gibi bir şey. Bütün yalnızlığımıza rağmen…(72).

Yaratıcılık: Kimlikleri kırdığınızda ilk ortaya çıkan şey bir kaos ve bir yığın sorun oluyor. Yaratıcılık belki burada başlıyor. Bu kaosun içinde kaybolmamayı öğrenirseniz eğer, kendinize yağmur yağdırabilirsiniz. Hayat bu kadar basit aslında. Şu anı yaşamak (71).

Yüreği Olan Şiir Yazar: Yüreği olmayan şiir yazabilir mi? Hele hele günümüzde beş kuruş getirmeyen böyle bir uğraşa yarım saatini yatırmaz. Ama yürek katılaşabilir, hırs ortaya çıkabilir. O zaman bütün hırslarda olduğu gibi merhamet duygusu gider. Bu her mesleğin önünde açılan bir risktir (64).

——
(*)- Bu sözlükçe Anne, Ben Barbar Mıyım?, Lale Müldür, L&M Yayınları, 1.baskı: Eylül 2006 kitabından alıntılanarak hazırlanmıştır.
(**) Parantez içerisinde belirtilen rakamlar, Anne, Ben Barbar Mıyım? adlı kitabın sayfa numaralarını belirtir.

kynk:ARALIK Edebiyat
---

Bomonti,Bebek,Cennet Bahcesi NILGUN'le..

“Il mio amarcord”
Seyhan Erözçelik
--------------------------------------------------------------------
Kahveye ilk ne zaman gittiğimi çok net hatırlıyorum…
Bartın’dan “kolej” sınavına gidiyordum. Babamla birlikte. Zonguldak’a. Otomobili bekliyoruz. Babam yirmi çay içmişti,
hiç unutmam.

Bomonti
Sonuçta, yirmi değil, binlerce çay içtiğim yerdeydim. Erguvanlarla sarılmış, fıstık çamlarıyla donanmış bahçesi —Çamlık derdik, hâlâ deriz— olan Kadıköy Maarif Koleji’nde ve Bomonti’deydim artık. Moda’daki Bomonti. Evden uzakta, Bartın’ın erik ağaçlarından uzakta. Oradaki king partilerimizi unutamam. Okulun duvarlarından atlayıp oraya gider ve king oynardık. (Briçi hiç sevmemişimdir.)
Kimlerle?
Elbette okul arkadaşlarım. Sınıf arkadaşlarım, yatakhane arkadaşlarım...
Merak etmeyin, konuya gelicem.
Sonra, Bahariye’nin karanlık olduğu günlerde, her sokakta çatışma yaşandığı, belki de sokakların özellikle karartıldığı zamanlar var. “Ceyran” yok. İnsanın insana kırdırıldığı zamanlar...
Kaç kişi öldü bilmiyorum.
Bomonti’de, hem arkadaşlarım, hem de yeniyetme edebiyat meraklıları, buluşmaya başladık. Serdar Koçak —ki okuldan arkadaşım, sınıf arkadaşım, çocukluk arkadaşım—, Cezmi Ersöz, Bomonti’de buluşur, laklak ederdik. Kudret Yahyaoğlu —askeri öğrenciydi—, Orhan Kâhyaoğlu, Zeki Coşkun da gelir, giderdi. Unuttuklarım, bağışlasın.
Şimdi Köhne’ye geliyoruz. (Köhne bugün yok artık. Kalamış’ın önü doldurulduğunda gitti, kayboldu.) Köhne’nin önünde çok güzel Marmara dalgaları, gelir giderdi.
Serdar Koçak’la da çok buluştuk. Sabahın köründe, o zamanlar âşık olduğum kızla da çok buluştum. (Okuldan kaçarak.) Ve elbette ki arkadaşlarımız. Cankiler, troçkistler, ve başkaları... Oradan Nazlı’ya, Kızıltoprak’taki bir meyhane-birâne karışımı bir yer, oraya giderdik. Köhne’ye diğer gelenler, gidenler, yanlış hatırlamıyorsam, Orhan Alkaya, Orhan Koçak, Orhan Suda, yine Cezmi, Meltem Ahıska, Ufuk Ahıska, Aydemir Güler, Dumrul Sabuncuoğlu, Müfit Şabooğlu, Naz Çavuşoğlu, Vecdi Çıracıoğlu, Sadık Türksavaş, Gürsel Göncü... Say say, bitmez.
Ayrıca muhtarlıkta yasak kitaplar okurduk.
Kimlerle? Bilenler, kendilerini bilir.

Hisar Kahve
Neyse ki okul bitti, ben Boğaziçi’ne kapağı attım. Şimdi yeni bir kahve vardı: Ali Baba. (Asıl adı Hisar Aile Çay Bahçesi’dir, ama kimse öyle isimlendirmedi. Oranın ismi ya Ali Baba’ydı, ya da Hisar Kahve... Ya da kısaca Hisar... Şunu da hatırlarım: Alibaba’ya ben hep Ali Bey, dedim, o da bana hep Seyhan Bey, dedi. Ben yeniyetme bir delikanlıyken.)
Hisar Kahve deyince, her şey bitmiyor. Bütün yirmili yaşlarım orada geçti ner’deyse. İşe girdikten sonra da gittim. Hepimiz için bir mıknatıs gibiydi. Hisar’dan sonra, kıyıya geçiyorduk. Hepimiz, daha gençken, bunak marksistlerdik. (12 Eylül sarsıntısı belki de...)
Oraya gidip gelenleri saymaya gerek yok. Herkes zaten biliyordur. Bugün hepsi farklı yerlerdeler. Kimi müzisyen, kimi edebiyatçı, kimi ressam, kimi heykeltıraş, kimi film yönetmeni, kimi gazeteci, kimi reklamcı, kimi fotoğrafçı, kimi şarkıcı, kimi tiyatrocu, kimi eleştirmen... Şunu söylemek isterim, Vural Bahadır Bayrıl’la orada tanışmıştık, birçok arkadaşım gibi. Yine Vecdi, yine Orhan Alkaya, Rafet Ekiz (nur içinde yatsın), yine Sadık, Kıprıslı Derviş Zaim, Mahir Öztaş, Haşim Çatış, davulcu Selim Selçuk, bascı (kontr!) Mahmut Yalay, Kemal Gökhan Gürses, Nilgün Marmara, Halil Köksel, Mehmet Açar, Cemal Uzunoğlu, Ümit Ünal, ve çoğumuz. Gelenler, gidenler... Enis Batur’la da bir sefer buluşmuştuk. Bir daha gitti mi, bilemem. (Buluşmak dedim gerçi, ama orada buluşulmazdı, bulunulurdu.)
Bir gün Memet İkbal’le, ders arasında, öğlene doğru indik, bira ısmarladık, Boğaz’a bakıyoruz, Ali Bey biraları getirirken, şöyle dedi bize: “Çocuklar, asıl problem, Doğa’yla Batı arasında.” Gülmekten yere düştük tabii.
“Arıza” kelimesi, Türkçenin dağarcığına anlam değiştirerek orada katılmıştır.
Ha unutmadan, aynı dönem...

Bebek Kahve…
İlk defa, ortaokulda gitmiştim. Sonra, Boğaziçi’ndeyken orası da Hisar Kahve gibi mekânımız olmuştu. Bugünkü gibi tiki değildi. Abdullah Bey ve Şükrü Bey işletirdi. (İkisine de Allah rahmet eylesin.) Pahalı değildi. Hilmi Yavuz’un cumartesi derslerinden sonra, hep beraber oraya iner —inerdik evet, çünkü yürüyerek, Boğaziçi’nin ana kapısına giden kıvrımlı yollarını geçerek, kıyıyı arşınlayarak—, kahvede yerimizi alırdık. Yoldaki ders sonrası sohbetlerimizi anlatmaya gerek yok herhalde. Kahvedeki sohbetleri de... Emre Aköz, Sami Baydar, Turgay Özen, Ahmet Soysal, Haşmet Babaoğlu, Perihan Mağden, Gökhan Özgün, Ali Erdemci, Fulya Erdemci, Haşim Çatış, Necmi Zekâ, Memet İkbal, Raşit Çavaş, Orhan Çörek, Murat Seçkin, Nuray Mert, Cem Taylan, yine Nilgün... Yahu, herkes gelirdi. Bu arkadaşlarım, hatırladıklarım. Bahçesine kardan adam bile yapmıştık, bir kış günü... Boğaziçi’nden yuvarlaya yuvarlaya, bir çığ gibi indirdiğimiz kar toplarıyla... (Üniversitenin kantinleri de var bu arada: Orta Kantin ve Sosyete Kantini. Gelen, giden, artık tahmin edin, yine aşağı yukarı aynı insanlar. Boğaziçili olmayanlar dahil...)
Bu arada Ortaköy Kahvelerini de anmadan olmaz. Saydığım insanlara birçok insan daha ekleyin. küçük İskender ve Ali Met’i de ekleyin. (İkisiyle de orada tanıştım çünkü.)
Madem Boğaz hattından gidiyoruz, Beşiktaş’taki kısa ömürlü Cello’yu da unutmamak lâzım. Oranın “bodrum”unda bir çocuk oyunu çalışıyorduk. Ben, Gökhan Gürses, Burçak Gürün... Oyunu ben yazıyordum. Yazdıkça prova yapıyorduk. Oyun bitmedi...
Boğaziçi’nden sonra çılgınca bir fikirle, İstanbul Üniversitesi’ne, Edebiyat Fakültesi’ne girdim. Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü...
Artık yeni bir kahvem(iz) vardı:

Çorlulu Alipaşa Medresesi
İstanbul’un en iyi nargile kahvelerinden biridir. Şiir Atı orada doğdu. Benim ilk kitabım Yeis ile Tabanca da... Necat Çavuş, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, Mehmet Ocaktan gibi arkadaşlarımla, orada tanıştım. Metin Celâl, Adnan Özer, Tuğrul Tanyol, Orhan Kâhyaoğlu, Cengiz Öndersever, hep oradaydık. Çıkardığımız birçok kitabın tohumu orada atıldı. Bazen, Gösteri dergisine uğrardık, Doğan Hızlan ve Hâmi Çağdaş’ı görmek için. Tabii ki, şiir vermek için de... Medrese, çok güzeldir, garsonları orada yaşlanırlar. Sizi, yıllar geçse bile, artık oradan ayağınızı kesseniz bile, şıp! diye tanırlar. Mehmet Müfit’i unutamam. Şiir yazarken, antika da satmaya çalışırdı. Buradan, Çınaraltı’na gitmemek olmaz. Başka dergiler de orada tezgâhtaydı. Üç Çiçek gibi, Poetika gibi. Hepimiz, beraberdik. O güzel yılları unutamam. Tuğrul’un vermek istemediği çay paralarını da unutamam. Aramızda en çok, o çay içerdi de... Hüseyin Avni Dede de orada, koca bir çınarın altında sakallarıyla, bir çınar gibi dururdu. Hâlâ duruyor. Eski para satar, ıvır zıvır satar, yüzük satar, tam bir çerçi gibi.
Ev değişti, semt değişti. Meyhanelere girmek istemiyorum. Ama artık Taksim’deyiz.

Cennet Bahçesi
Cennet Bahçesi’ne, yine çocukken gitmiştim. Yayımlamadığım bir şiir, orası hakkındadır. Yıllar sonra, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Ahmet Soysal, Emel Şahinkaya Günsür, Mehmet Günsür, Turgay Özen, Orhan Çörek ve başkaları, orada toplaştığımızı hatırlarım.
Bazen Serdar Koçak’la buluşurduk. Artık Cennet yok.
Şimdi anladım ki bu yazının biteceği yok. Mısır Apartımanı’nın ikinci katındaki İktisatçılar Lokali, Hayal Kahvesi, Bilsak, Kaktüs, Yakup 2, Refik, Arif’in Yeri, Park Cafe, Cumhuriyet Lokantası, Ece Bar, Beşiktaş’taki Sokak Bar, Kuzguncuk’taki Çınaraltı Kahvesi...
Peki, Nahit Hanım’ın evindeki güzelim cuma akşamları, bir kahve yazısına girer mi? Girmez belki ama misafirleri sayabilirim. Mustafa Irgat, Ece Ayhan, Edip Cansever, Cemal Süreya, küçük İskender, Gürdal Duyar, Tomris Uyar, Arif Damar, Canan Hanım (Can Yücel’in ikiz kardeşi), Nilgün Marmara, Emel Şahinkaya, aktörler, müzisyenler ve daha nicesi… Kimler kimler, geldi geçti. Nahit Hanım’ın “moderatörlüğünde” çok keyifli cuma akşamları yaşardık. Ben yirmili yaşlarımı sürüyordum ve cuma akşamları o yaştaki bir insan için eğlenme zamanıdır değil mi? Oysa ben hep, Nahit Hanım’ın evindeki sohbetleri tercih ettim.
Unuttuğum mekânlar ve insanlar beni bağışlasın. Saydığım isimlerin karesini alın.
Gezmeyi seviyorduk galiba. Hepimiz. Şimdi birbirini gören az. Ya da evlere misafirliğe gitmeyi daha çok seviyoruz.

Kitap-lik 90 -sayi 91 Subat2006
---

10 Eylül 2007

WOMAN & MY BIRD AND I / N.M.

[UNTITLED][başlıksız],Kırmızı-Kahverengi Defter (1993 / ed. Gülseli İnal).
Istanbul: Telos Yayıncılık, p. 35.
Author: Nilgün Marmara
Translator(s): Suat Karantay

Woman
Scorched by the winds
Turning a cold shoulder to the despondent dog
Woman writing poetry, taking her own life
Female passenger in the craft of Eros
Woman in bloom
Woman in motion
Woman in the garden
Woman at a table in the nightclub
Woman at the window
Woman pluralized
Woman cradling childhood in her lap
Light as a seagull’s feather
Like a desert lily
Business-minded woman
Arising from the foam
At the break of dawn
Tired of Prostitution


MY BIRD AND I“Kuşum ve Ben,” Kırmızı-Kahverengi Defter (1993—edited by Gülseli İnal).
Istanbul: Telos Yayınları, p. 73.
Author: Nilgün Marmara

My bird and I are fast asleep
reflected in a mirror, our cage our bed
our visages reflecting that of one another
we sleep beneath the eternally falling snow
my bird and I.
A crimson ribbon binds us—my mate and I
indelibly together.
Destitution would delight in its severance.

In our mirror there’s naught beyond this bond...
This crimson tie between us—my mate my bird and I...


kynk:http://www.turkish-lit.boun.edu.tr/poetry.asp?CharSet=Turkish&ID=1714
---

BEDEN / NILGUN MARMARA



BEDEN

Onun bedeni bir tımarhane
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!

Onun bedeni bir kule
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlatarak indirir aşağı!

Onun bedeni bir küre
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpıtmaz,
Zamana saygılı ve acıyan...

Mayis,86
Daktiloya Cekilmis SİİRLER
---

09 Eylül 2007

YASAYAN NILGUN MARMARA' LM '

LALE MULDUR


"..Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında "O"nu cennette gördüğünü söyledi. L.M."



Haller Leyla
Sadık Yalsızuçanlar

‘Benim sigaramdan al, süperlayt ama’ demişti, bişey anlamamıştım. Gittim pahalı bir sigara aldım. Görünce, ‘hayır’ dedi, ‘bu benim sigaram değil!’ ‘Hangisi senin peki?’ ‘Ayol L&M işte Lale Müldür…ama yaşlandım artık, süper laytlaştım.’ Antakya’dayız. Kadim bir kentte. Kaç yıl oldu? Üç sanırım. ‘Uzak Fırtına’yı çekiyoruz, Lale Müldür belgeseli. Lale Müldür’ün belgeselini çekmeye karar verdiğimde henüz Heidegger’in İnşa Etmek, Oturmak yazısını henüz görmemiştim. Heidegger şöyle diyordu : ‘Yeryüzünde olmak, "Göğün altında olmak" demektir. Bunların her ikisi beraber "Tanrısal olanların önünde kalmak" demektir ve bir "insanların birbirlerine ait olma" durumunu içerirler
Gökyüzü, Güneşin arabasını sürdüğü yoldur, bir evreden diğerine geçen Ay'ın yoludur, Yıldızların gezinen ışıltıları, Mevsimler ve değişimleridir, Günün ışığı ve kararması, Gecenin karanlığı ve aydınlanmasıdır, Havanın yumuşaklığı ve sertliği, Bulutların göçü ve mavileyen Esirin derinliğidir. Gökyüzü dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler, insanlardır. Onlara Ölümlü denir, çünkü ölebilirler. Ölmek, ölümü ölüm olarak ölebilmek demektir. Sadece insan ölür; yani Yeryüzünde, Göğün altında ve Tanrısal olanların önünde kaldığı sürece o sürekli ölür. Ölümlüler dediğimizde, diğer üçünü de düşünürüz zaten, ama Dört'ün sadeliğini hiç dikkate almayız. Ölümlüler oturduklarında, bu Dörtlü içindedirler. Ama oturmanın temel niteliği korumaktır. Ölümlüler, Dörtlü'yü kendi özünde korudukları tarzda otururlar. Bundan ötürü oturan koruma dörtkatlıdır. Ölümlüler Yeryüzünü kurtardıklarında kelimeyi Lessing'in de bildiği eski anlamında kullanırsak otururlar. Kurtarma sadece bir şeyi bir tehlikeden sakınmak değildir, kurtarmak aslında, bir şeyi kendi özünde özgür bırakmaktır. Yeryüzünü kurtarmak, onu sömürmekten ve sonuna dek kullanmaktan ibaret değildir. Yeryüzünü kurtarmak, onun efendisi olmak ve onu boyunduruk altına almak değildir, böyle bir şey onun yıkımına yol açacak son adım olacaktır.’ Lale Müldür’ü aslında tanıyordum. Uzak Fırtına’sına aşinaydım. O da görkemli kaybedenlerdendi. Cohen’i aşk derecesinde sevmesi bundandı. Aynı topraktandı onunla. Lale Müldür Cohen’le akrabadır, Bob Dylan’le, Ece Ayhan’ın gençlik ateşiyle, Meryem el-Basriyya ile…ki Rabiatü’l-Adeviyye’nin müridesidir, bir zikr seasında aşktan ölüvermiştir. Bunun şiirini de Lale yazmıştır Buhurumeryem’de. Adana’da havalimanında karşıladık onu. Minübüse aldık. Antakya’ya, kadim bir kentin sırlarına doğru yola çıktık. La Luna’yı, Elois’in acısını yazan bu kadındı işte. İçin için yanan bir volkan, bir epope görüntüsü, kumru olamayacak bir eş, aşkın imkansızlığını Edip Cansever’den daha güzel anlatan bir şair, kendine kıyan ama ölmeyen bir Nilgün Marmara, bir cennet kaçkını, bir cehennem düşü, bir araf seçkini, Lale Müldür işte…Bu o. Başında siyah, saçaklı bir takke, simsiyah, topuklarına dek uzayan bir giysi, sarı saçlı, deniz gözlü, bakınca insanın gözbebeğine oradan kalbine bakan bir derviş, bir çılgın, bir meczup.
Wittgenstein haklıdır, ‘insan filozoflardan daha çılgın olmalı ki çözebilsin onların sorunlarını…’ Lale böylesi bir çılgın işte. En çok şoförümüzle ilgilendi. Koyu bir muhabbete başladı. Şoför ağbimiz Yozgatlı, delikanlı, Lale’ye ilkin abla, sonra yenge daha sonra hanımefendi derken Lale hanım ve kente vardığımızda Lale deyiverdi. Arada şen kahkahalar. Derin suskunluklar. Lale Müldür’ün dediği gibi, ‘sonuçta her güzel söz/doğanın yanında hafif kalıyor’, sessizlik en iyisi. Öğretmen evine yerleştik. Gece çekim planları yaptık, saat üçe dek sohbet ettik. Uyuduk uyandık. Yaşamın ucuna doğru yolculuk başladı. Kahvaltı salonu yaşlı, idealist Cumhuriyet öğretmenleriyle dolu. Çoğu kadın. Lale hemen fena halde sıkılmaya başladı tabi. Yüksek sesle ve rahatsız ederek konuştu, yer yer tahrik etti onları…Bir kez daha gördüm, şair, bir çocuğun hayretiyle bakıyor yaşama, dünyaya. Neyse Katolik kilisesine vardık. Alman bir rahibe. Gitar çalıyor. Muhafazakarların aksine, Yunus Emre ilahileri söyletiyor barış ayinlerinde. Kuran’dan da okutuyor birkaç ayet, İncil’den sonra, sonra Claudel’den bile birkaç dize, hatta Cat Stevens’tan bir şarkı. Bu ‘diyalog’ sorununa akılalmaz komplo teorileriyle yaklaşan ve dünyanın en ‘büyük’ meseleleriyle üzerine vazife olmaksızın ilgilenen gereksiz stratejist vei analistler bir anda Müldür’ün bu dolaysız tutumuyla anlamsızlaşıverdi gözümde. Lale, ‘İsa sarışın, mavi gözlüydü’ diye başladı. Rahibe itiraz etti, ‘esmerdi, sizin kitabınızda böyle yazıyor’ dedi. Lale, ‘ben onu gördüm’ deyince rahibenin gözleri açıldı. Lale sakin, ‘vizyon olarak canım’ diye ekleyince biraz rahatladı. ‘Sarışındı, dalgalıydı saçları, erkek güzeliydi…’ Dokunaklı bir suskunluktan sonra, ‘biliyorsunuz’ dedi, ‘hakkında en az bilgi olan peygamberdir o. Hatta yaşamadığına ilişkin tezler de var.’ Rahibe, ‘sizin kitabınız onun yaşadığını söylüyor’ deyince, Lale, ‘evet’ dedi, ‘biz onun yaşadığına inanıyoruz.’ Böyle uzayıp gitti. Buhurumeryem’den şiirler okudu, çekimler üç gün olaysız sürdü. Şoför ağbimizle Müldür’ün derin sohbeti nihayet, St. Simon manastırından dönerken Samandağ’da, Samandağ kıraathanesinin önünde, hafif çiseleyen yağmur altında, iskemlelerde gerçekleşti. Samandağlı bir vatandaşla sohbet ediyor gibi konuşacaklardı. Kamerayı kurduk, ışıkları yaptık. Hayli uğraştık, güzelim bir çerçeve ayarladık, başlayın diye komut verdim. Lale başladı, ‘Samandağ’dayız¸güneyde yani, bir dostumuzla birlikteyiz, yağmur yağıyor, gök gürlüyor, gök gürlemesi bana Tanrı’nın dili gibi gelir, ne dersiniz, ben korkarım, ürperirim?’ Şoför ağbimiz, ‘evet, gök gürlemesi beni de zaman zaman ürpertir.’ ‘Güzel…ben, güneye gelince daha çok fark ettim bunu, Baudelaire’nin spleen’ini yani, ruh sıkıntısı, yaşama hastalığı da diyorlar, sizin de ruhunuzda zaman zaman bir sıkıntı olur mu?’ Şoför ağbimiz, ‘evet’ dedi, ‘bazı ortamlarda insanın canını sıkan şeyler olmuyor değil.’ ‘Hayır hayır ben ondan söz etmiyorum, ben insanın nedensiz ruh sıkıntısından bahsediyorum…’ Şoför ağbimiz anlaşılan yaşama hastalığından habersiz.
Kem küm etti. Ve İonesco’yu, Beckett’i, Oğut Atay’ı aratan bir monolog başladı, sürüp gitti.
O gün, St. Piere’de, ilk hristiyan kilisesinde, o güzelim mağarada, ‘şiirin bazısı kuşkusuz hikmettir’ hadisinin yorumunu yaptı Lale. Muhteşem bir konuşmaydı. Kırk Hadis şerhi yazabilir diye düşündüm. En absürt anımız ise, son günün akşamı gerçekleşti. Meğer yirmiüç nisanmış ve öğretmen evinde bir balo veriliyormuş. Çekimden döndük. Öğretmenevinin kapısında kentin tüm erkanı orada, sıralanmış, gelen konukları karşılıyorlar. Minübüs durdu. Lale, rahibeleri andıran inanılmaz tuhaf giysisiyle, dağılmış sarı saçlarıyla, elinde sigara protokole doğru ilerledi. Geriden izlemeyi tercih ettim. Ama dondum kaldım, sonra Lale’nin ağır ağır gidip protokoldeki herkesle tokalaşıp sonra dönüp bana bakarak gülmesiyle birlikte yere yattım. Odaya çıktığımızda hala gülüyordu. ‘Baloya gidiyorum, gelir misin?’ diye aradı telefonla, ‘yorgunum’ dedim ama kahkahaya boğulduk der demez. Kaçırır mı, döndüğünde hemen aradı, odasına gittim, saatler süren ilginç bir sohbet. Söz dönüp dolaşıp Nilgün Marmara’ya geldi. Rüyasında onu cennette gördüğünü söyledi. Aşık Mahzuni’nin dizesi dilime düştü : ‘Allah bilir kimin nasıl olduğun’ Sonra Saatler Geyikleri kovaladı ve Lale yapacağını yaptı bize :
‘Ormanda bir kuş hızla dönüyordu/aşık olduğumuz zaman/yürek denen ormanda/ya da orman boşluğunda/bir kuş anormal bir hızla döner/ve kaçmamız gerektiğini söyler bize/çünkü herşey çok fazladır/kendi etrafında nefes kesici bir biçimde/dönen bir kuş kendini ve etrafındakileri/yaralar; tehlikedir onun adı/bunun için aşkı hiç kimse/insanın kendi arkadaşları bile/istemez/kumrular sakindir bir tek/ben kumru değilim/sen de/bunun için birbirimize yaklaşamayız.’ Bununla da kalmadı, yine kendi adında bir yayınevinden L&M’den, Radikal iki’de yazdıklarını kitaplaştırdı, adını da, ‘Haller Leyla’ yaptı. Kitabın kapağı mor. Neşenin ve hüznün rengi. İki zıt duygunun. Neşe, bast; hüzün kabz halini simgeler. Ama biliyorum ki Lale Müldür’ün bir de ne hüzün ne de neşenin olmadığı bir yeri var. Lale Müldür’ün Leyla halleri anlatmakla bitmez. İyi ki de bitmez. İyi ki var. İyi ki yazıyor, bize qutb’un öyküsünü, gayb gözünden anlatıyor. Dünyanın bir köprü olduğunu anlamak istiyorsanız şairlere kulak verin. Şairlere ve Heidegger’e : ‘Peki, ölümlüler, kendi özünün tamlığında oturmayı gerçekleştirmek için üzerlerine düşeni, kendi başlarına yerine getirmekten başka bu çağrıya nasıl karşılık verebilirler? Oturmadan hareketle inşa ettiklerinde ve oturma üzerine düşündüklerinde bunu başaracaklardır.’

kynk: yaprakdergi.com/2006.05.15
---

 
Image Hosted by ImageShack.us