arsiv:http://www.zaferekin.net/gallery2/
"...Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi… Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için...Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?..."
“Trafik”
" kentin baskısı kaldı bize
ve ışıkları trafiğin , ya da kazası..
oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık
o insan kalabalığındaki
son gülümsemesiydi annemizin
sonra hangi tarafa geçsek karşıda kaldık! "
Zafer Ekin Karabay
1995-1996 dönemindeki devrimci öğrenci hareketine adadığı “trafik” adlı bu şiir, yitirdiği arkadaşlarına bir ağıttır.
Şair Arkadaşımız Zafer Ekin Karabay'ı Andık
Alphan Akgül KANAT-Sayı 10: Güz 2002
Bu yıl Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına kabul edilen, ancak 13 Eylül 2002 tarihinde yaşamına son veren değerli şair arkadaşımız Zafer Ekin Karabay için 29 Eylül 2002 Pazar günü Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde bir anma toplantısı düzenlendi. Yoğun bir katılımın gözlendiği toplantıya Zafer Ekin'in yakın arkadaşları, Ankaralı edebiyatçılar, bölümümüzün öğrencileri ve öğretim üyeleri katıldı.
Son dönem Türk şiirinin önde gelen genç şairlerinden Zafer Ekin Karabay, 1975 yılında Kayseri'de doğdu. Lise öğrenimini Kayseri Atatürk Ticaret Lisesi'nde tamamlayan Zafer Ekin, 1993 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Bu bölümden 1999 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans programına başladı. Karabay, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiydi. Ölümünden iki gün önce yüksek lisans programından başarıyla mezun olan Karabay'ın Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına girmesi gündeme gelmişti.
Üniversite yaşamı boyunca Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde şiir ve eleştirileri yayımlanan Karabay, 1995 yılında Kar-Ya (Bilimsel ve Kültürel Araştırma ve Yayıncılık Kooperatifi) aracılığıyla çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin de kurucularındandı.
1999 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü kazanan Zafer Ekin, bir dönem "toplumcu gerçekçilik" adı verilen şiir akımından etkilenmiş, ancak bu şiir tarzını incelikli bir üslûpla yeniden değerlendiren usta işi şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmişti.
Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki anma toplantısı, Zafer Ekin'in yaşamının çeşitli dönemlerini yansıtan bir dia gösterisiyle başladı. Eren Aysan'ın açış konuşmasının ardından Zafer Ekin'in tutkuyla sevdiği ünlü rock grubu Pink Floyd'un "Hey You" adlı parçası arkadaşları tarafından gitar ve flüt eşliğinde seslendirildi. Daha sonra kürsüye gelen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Mithat Sancar, Zafer Ekin'in kendisine "gerçek anlamda öğretmenliği yaşatacak kertede meraklı ve başarılı bir öğrenci" olduğunu söyledikten sonra Zafer Ekin'in son şiirinin bir dizesine gönderme yaptı: "Bu çocukların elini bırakmayalım!.." Yakın dostu Bilal Kolbüken'in Zafer Ekin'in biyografisini sunmasının ardından toplantıya mazereti nedeniyle katılamayan Şükrü Erbaş'ın mesajını Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü doktora öğrencilerinden Ali Serdar okudu. Anma toplantısına, şair ve akademisyen Salih Bolat, Zafer Ekin'in "Şubatta Saklambaç" adlı şiir dosyasını ithaf ettiği Hayati Baki, Edebiyat ve Eleştiri dergisinin genel yayın yönetmeni Ahmet Yıldız, psikiyatrist Haldun Soygür, genç şair arkadaşlarından Alphan Akgül ve Zeynep Köylü, üniversite ve yayın hayatından arkadaşları Barbaros Ulutaş, Erdoğan Kul, Fettan Köleli, Gökçen Zorlu, Ozan Taşkın ve Özgür Temiz birer sunuşla katıldılar.
Ölümü Türk edebiyatı için gerçek anlamda bir kayıp olan Zafer Ekin Karabay'ın "Şubatta Saklambaç" adlı şiir dosyası çok yakında Mayıs Yayınları tarafından kitap olarak yayımlanacak.
Alphan Akgül - 29eylul2002
Kara Turna Ekspresi "Ekin'e"
Haydar Ergülen
20/11/2002
Bu şiiri çoook eskiden 'Gencölmek' kitabına yazılan bir şairin yerine yazmıştım. Şimdi "Karşıdan karşıya geçerken/ eli bırakılan çocuklardık" diyen kimse onun da yerine olsun, çünkü "Senin yüzünden/ Çıldır'da okula giden iki ırmak donmuş"tur. (Şeref Bilsel). İki haziran önce, Eskişehir'de, Gül'ün bahçesinde "Ama soğuk ruhumuza kadar inecek ki/ Haziranlar, manolyalı ev; kışa hazırlık!" (Adil İzci) şiirini bilmeden erken, sakin, uzun konuşmuşuz Ekin, seninle.
"Attila Jozsef istasyonunda indim trenden
uzandım hayatın üstüne boylu boyunca
ilk maaşımı almıştım son defa Şirket-i Hayriye'den
deniz ve tren; ikisiyle de şiire giderdim ben
Attila Jozsef istasyonu uzakmış Budapeşte'den
şairim, Pendik'te inecek değildim ya trenden
hem benim bir gözüm karadır, diğeri takma
bu kara kuş da nedir, turna olsa gerektir
müjdeler olsun iki gözüm dedim de
kara gözüm karardı, sevinç ile ışıdı cam gözüm
kaderinde gözü olur mu insanın olurmuş meğer
kader bende bir göz oldu karadan
öyleyse çıkaralım dedik şu hayatı aradan...
... o zamanın parasıyla yirmibeş lira maaşım
yıl yetmişüç daha sigaraya bile başlamamışım
Ankara Birası yok satıyor çünkü yok,
Tünel-Beyoğlu, Pasaj'da bir bira, Arjantin
iyi de bugün arife, boşver, bayramsonu içerim
çoğu dinden imandan çıkarır, azı tevekkülden mi ne
dindar eder adamı şu para denen meretin
hem ilk maaştan kafa çekilmez derler
kaçarmış bereketi, nasıl olsa hayat bir tren
çok istasyon var daha arada iner içerim
yoksa kafa mı yaptı para bende ufaktan
sallandığıma bakılırsa bir gemi olmalı hayat
amaaan şimdi bayram seyran, sonrası faşizm
dedim bana müsaade iyisi mi ben burada ineyim
hem ilk maaşını denizden almış bir şairim
hem Attila Jozsef'i de görürüm dedim, indim
trenden o iniş, baktım ne Budapeşte burası
ne Attila Jozsef var görünürde, belki takma
gözüme denk geldi, göremedim, bu kara kuş da
nedir, turna ekspresi olsa gerektir, "Bağında
üzüm kaldı", daha dün akşam Cem Karaca
yazlık sinemadaydı, turnada gözüm kaldı,
ezildi onsekiz yaşım, kim silecek gözüm yaşın
biz dünyadan gider olduk Haydar Can dedim
bu şiiri yerime yaz, iki gözüm, yoldaşım..."
Yerebatan Sarnıcı'nda 'Toz ve Gölge' var ya da varlığın yokluğu ya da 'Bana bir yokmuş deme, bir varmış de' şiirine gelmeden önce bir gidip bakın hayat nece, ölüm nece? Gönül Nuhoğlu, mekâna fazlasıyla uyumlu bu çok 'karanlık işler'inde siyah bir kasaba olan ölümü ve onun komşu köylerini, kasabalarını keşfediyor, o sonsuz yeraltı şehrinde şimdiden gezdiriyor bizi. Toz ve gölge elbette kasabaya ait şeylerdir, tıpkı bizim de ölüme ait olduğumuz gibi.
"ŞUBATTA SAKLAMBAÇ"
Geçen yazdan önceki yaz: "O Yaz": Hem haziran, hem tren, hem bahçe, hem gül (anne), hem usta (baba), hem Eskişehir. Her şey, şair Seyhan Erözçelik'in günün, gecenin muhtelif saatlerinde telefondan dinlettiği muhtelif şarkılardan birindeki gibidir. Şarkı demek az gelir, şiir demek de öyle, gençlikse yaşamak için iyi bir mevsim olsa da, anlamak için nice sonbaharları, kışları bekleyecektir. "O Yaz"lar çünkü gençken anlaşılmaz, hafiften gazel dökmeye başladığımız güz ve kış yaşlarını bekler, yitip gideni anlamanın da bir lezzeti vardır. Teselli diyelim bu kederin lezzetine. Seyhan'ın dinlettiği hepimizin yitirdiğidir, "O Yaz"ları kim yitirirse yitirsin, Zerrin Özer'in sesiyle, kaybettiklerimizin hiç olmazsa bir parçası geri gelecektir, onun adına da ister keder diyelim, ister yazsama (yurtsamadan mülhem), sanki gençliğimizin, ideallerimizin, duygularımızın o "büyük ve muzaffer mağlubiyeti"ne yakılmış bir ağıt gibi, ne tuhaf, bizi hüzünlendirmek yerine sevindirecektir.
"O Yaz": Çığlık çığlığa bir fısıltıdır.
Geçen yazdan önceki yaz "O Yaz"dı: Bahçenin içinde şiir vardı. Son Yaz'la "geçen çocuk" Zafer Ekin Karabay'la treni beklemiştik, haziran bahçesinde. Ben İstanbul'a dönecektim, o şiire. 2-3 saat konuştuk, en çok şiirden, en çok sinemadan ve hayattan, yani geçmişimiz ve geleceğimizden, siyasetten. Şiir, sinema, siyaset, Eskişehir, Ankara. Gençliğim var gibiydi
karşımda. Yaşlı bir çocuk olarak gençliğim, Zafer'le birlikte bahçemize gelmişti yeniden. "O Yaz"ı atlattık, "Geçen Yaz"ı da atlattık, ve Zafer Ekin Son Yaz'ın trenine bindi, Eskişehir'den, 13 Eylül 2002'de bütün yazlardan kendini uğurladı. Şubatta çıkacaktı kitabı 2 yıl önce, "Şubatta Saklambaç", şubat sayılır ölümden sonra her şiir, her kitap. Çıktı sonunda, ondan önce "geçen çocuk"lardan Nilgün Marmara'nın "Daktiloya Çekilmiş Şiirler"i gibi, İlhami Çiçek'in "Satranç Dersleri" gibi ve Kaan İnce'nin "Gizdüşüm"ü gibi. "Geçen Çocuk" Zafer Ekin Karabay kitabını aramıza bırakıp gitti. Saklambaç var kitabın adında, kitap "sakladığım", "saklandığım" ve "saklı" adlı üç bölümden oluşuyor ve şiirleri okuyunca anlaşılıyor hiçbir şeyi saklamadığı, her şeyi fazlasıyla anlattığı, açıkladığı: "Sonra kırık aynada görüyorum kırılmış/kalbimi ve herkesin kendi gölgesini giyindiği/bir mevsim oluyor güz, oysa üşürken/aynada kırılan sen ve kalbime biriken kar/topu çalınmış çocuk, soyunup gölgesinden/sarmalıdır herkes güzünü, yoksa bütün/aynalar bırakıp gider bir gün yüzünü."
Zafer Ekin Karabay bana gençliğimi bir hatırlattı, bir kaybettirdi. Geçen çocuk, yaşlı çocuk, bu dünyaya ait değiliz hiçbirimiz, ama "mavi" aşk, mavi yazı, mavi şiir için katlanılabilirdi belki. Şimdi senin geç okuduğum "üzüntü" şiirindeki gibiyim: "adı kara"ydı dedemin. Şarap içmezdi/ama anlardı karaüzümün hüznünden/ .../evet, "üzgün şarap olur karaüzümden"/ama üzülme sen." demişsin. Peki öyle istemişsin, üzülmem ben, yalnız kitabını okurken, Seyhan arasın ve telefonda üç kez art arda Zerrin Özer'den "O Yaz"ı dinletsin isterim, Nilgün'ün, İlhami'nin, Kaan'ın, Soysal'ın ve bütün "Geçen Şair"lerin ve elbette senin yaşayacağın o yazlar için. (Şubatta Saklambaç, Zafer Ekin Karabay, Mayıs Yayınları'ndan çıktı. İlk kitabı Zafer'in, Bu dünyaya 27 yıl katlanabilmiş bir şairin ancak fısıldayabildiği bir çığlık, lütfen okuyun, belki duyarsınız.)
Haydar Ergülen
Radikal Gazetesi, 29/01/2003
ZAFER EKİN KARABAY
Aylardan neydi bilmiyorum. Ama soğuktu. Eskişehir hep soğuktur zaten. Emrah, Yusuf ve ben Zafer’e gitmiştik. Neden gitmiştik? Hatırlamıyorum şimdi.
O her zaman olduğu gibi çalışıyordu*. Hatta o gün de muhtemelen çalışmaya devam etmişti. Neyse…
Bize şiir okumuştu. Edebiyattan konuşmamıştık ama. Belki biraz Kayra’dan bahsetmiş olabiliriz. Şimdi hatırlamıyorum. Sonra dışarı çıkmıştık gecenin bir yarısı, içki almak için. Yenikent PTT’ye kadar inmiş, Denis Büfe’den(doğru mu hatırlıyorum acaba?) bira alıp tekrar Zafer’in evine doğru yollanmıştık. Yoldayken, Yenikent Koop.’un karşısındaki parkta duraklamış ve tüm biraları o soğukta, o parkta içmiştik.
Biralar bitince Zafer bize şarkı söylemeye başladı. Sonra hep beraber bağıra bağıra “İşçisin sen işçi kal” diye inletmiştik ortalığı. Hatta polis otosu gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki arabadan inmeye üşendiler bir süre. Sonra biri arabadan inip bize doğru gelmeye başladı. Ben de o polise doğru yürüdüm ve “Bir sorun mu var?” diye seslendim. Polis afallamıştı. Bizimkiler afallamıştı. Ben de o sözleri söyledikten sonra ‘ne yaptın lan salak!’ dedim kendi kendime. Polis kendini toplayıp:”Bir sorun olmasa bu soğukta burada ne işim var lan!” diye azarladı beni. Sonra ikinci polis de araçtan indi ve yanımıza geldiler. “Alkol aldınız mı?” diye sordu genç olan. Biz “hayır” dedik. Telsizden “Alkol almışlar efendim” dedi polis. Biraz bakındılar ama bizimkiler ben salak salak konuşurken şişeleri ortadan kaldırmışlardı, bir şey göremediler. ‘Dağılın lan’ gibi bir “Haydi evinize gidin” lafından sonra Zafer’e doğru yollandık tekrar. Polisler gözden kaybolunca yeniden hep beraber “İşçisin sen işçi kal!” Güzel geceydi…Sabaha karşı Zafer’den evlerimize doğru yürürken Zafer’in şarkı söyleyişinden konuşmuştuk uzun uzun.
Zafer'in hayatımıza girişi Emrah'ın korsan cd işiyle uğraştığı günlere uzanır. Biz de bu sayede tanışmıştık Emrah'la. Biz kafasını şişirmeden önce Emrah yeterince şişirmişti zaten. Bir nevi hayat koçumuzdu. Başımız her ağrıdığında kapısını çalmaya çekinmezdik, o da yardım etmeye...Disiplin kuruluna çıkarken savunmalarımızı yazmış ve hepimize ezberletmişti. Nazım'ınki ne yazık ki işe yaramadı. O uzaklaştırıldı ama Onur, Yusuf ve ben 'pişmanlıklarımızdan' dolayı sadece kınama almıştık:)
Hatta Emrah, Bizon'u çıkarmak için emniyet müdürlüğüne "avukat" sıfatıyla bile götürmüştü Zafer'i. Gittiklerinde çoktan salındığını duymuşlardı.
Emrah'la yaptığımız radyo programının en düzenli dinleyicisi idi Zafer. Her programdan sonra fikrini alırdık, o da genellikle 'Konuşmanıza gerek yok' derdi...
İntihar konusunda da konuşmuştuk. Zafer’in bir gün mutlaka intihar edeceğini biliyorduk. “Geç bile kaldım” derdi o. Jim, Jimmy, Janis 27’de ayrılmışlardı ve biz bunları konuşurken o 27’sini geride bırakmıştı.
Bir gece Zafer’e gitmiştim. Çok canım yanıyordu ve ben de intihara bulaşmak istiyordum. Salakça “Haydi beraber intihar edelim” bile demiştim. “İntihar edeceksen et, beni niye karıştırıyorsun demişti. İntihar bireysel bir eylemdir!” O sözlerden sonra uzun zaman intihar aklıma bile gelmedi. Bir keresinde de yöntemleri üzerinde konuşmuş, en makul olanın Plath’ın yöntemi olduğuna kanaat getirmiştik ama ya biri kurtarmaya gelir de ev havaya uçarsa? İşte bu sorun, bu ihtimal ortadan kaldırılmalıydı…
Zafer Karabay; derler ya hani bir karıncayı bile incitmez diye, aynen öyle bir insandı. Ona daha da yakın olabilmek için hemen onun evinin yanındaki apartmana taşınmıştık. En son da Yusuf ve Nazım’la beraber oturduğumuz o evde gördüm onu. Aylardan ağustostu. Sonra da o eylül geldi.
Haberi kimden aldığımı bilmiyorum. Çünkü o an belleğimde kaybolup gitti. Ankara’ya, anma törenine gittik hep beraber. Bazı konuşmalara kırıldık, bazılarında duygulandık.
İntiharını hepimiz anlayışla karşıladık. Neden yaptığını, yapması gerektiğini biliyorduk çünkü. Gidişinin önünde saygıyla eğildik.
Biz, ‘çocuklara’ çok şey verdi o; görüştüğümüz, bir insan ömründe çok az yer kaplayan o zamanlar boyunca.
Kendi sözleriyle vedası:
"aslında bütün mesele neydi?hani, ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. nilgün marmara’nın 29 yaşında, s. plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden ‘şubatta saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). ama şimdi...
ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. hem zebercet** de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)yerleşik yabancı’ydım her yere metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral’i çok seviyorum.beni affedin."
*:Üniversite yıllarını şöyle özetlerdi: okuldan sonra gece yarısına kadar ders çalışmak, 12-3 arası edebiyat uğraşları(kitap okumak, yazı yazmak vs.), 3-7 arası uyku ve birbirinin peşi sıra devam eden aynı süreç...
**: Anayurt Oteli'ni beraber izlemiştik, Kieslowski'nin Ölüm Üzerine Kısa Bir Film'ini ve daha başka filmleri de. Çok derin bir sinema bilgisi vardı. Muhtemelen yüzsüzlükle ödevlerimi yapmasını istemiş de olabilirim ondan:)
Guray Onok
Ağustos 24, 2006
---
05 Eylül 2007
ZAFER EKİN KARABAY
Gönderen Ey'lûl
ZAFER EKİN KARABAY "Dus Kazasi"
SAKLI
uyurdum,
dokunduğum camlar kırılırdı derinliğinde uykumun.
Nil, gözlerimden geçsin diye
güne kirpiklerim kırılırdı.
Oysa, saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm;
Babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş...
sobelendim, saklandığım saydam düşlerin ardında.
Sunacak başka birşeyim yoktu, bir çocuğun
bayram sabahındaki beklentisini sundum yaşama
Ve tedirginliğini oğlu savaşta bir annenin.
Uzak ezgisini dinleyerek bırakıp gitmelerin.
nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını
yirmidokuzuncu adımında gösteren.
ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden.
sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarıma sordum:
yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
yada nasıl saklamalı yaşamı?
Zafer Ekin Karabay
Zafer Ekin Karabay
(1975kayseri- 13eylul2002Eskisehir)
Son dönem Türk şiirinin genç şairlerinden Zafer Ekin Karabay, 1975 yılında Kayseri'de doğdu. Lise öğrenimini Kayseri Atatürk Ticaret Lisesi'nde tamamlayan Zafer Ekin, 1993 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Bu bölümden 1999 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisans programına başladı. Karabay, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisiydi. Ölümünden iki gün önce yüksek lisans programından başarıyla mezun olan Karabay'ın Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü'nün doktora programına girmesi gündeme gelmişti.
Üniversite yaşamı boyunca Bahçe, Damar, Dize, Edebiyat ve Eleştiri, İnsancıl, Islık, Kavram-Karmaşa, Kül ve Varlık gibi belli başlı edebiyat dergilerinde şiir ve eleştirileri yayımlanan Karabay, 1995 yılında Kar-Ya (Bilimsel ve Kültürel Araştırma ve Yayıncılık Kooperatifi) aracılığıyla çıkarılan Sanat Eylemi adlı derginin de kurucularındandı.
1999 yılında Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülü'nü, 2000 yılında ise Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü'nü kazanan Zafer Ekin, bir dönem "toplumcu gerçekçilik" adı verilen şiir akımından etkilenmiş, ancak bu şiir tarzını incelikli bir üslûpla yeniden değerlendiren usta işi şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmişti.
13 Eylül 2002 günü Eskişehir'de henüz 29 yaşındayken kemeri ile kendini asarak intihar etti.
Eserleri:
Şubatta Saklambaç, Zafer Ekin Karabay (Mayıs Yayınları, Aralık 2002)
Şairin intiharı
Bir süredir masamın üstünde tek sayfa bir mektup duruyor.
"Şuna bir göz at" diye elime tutuşturulmuş bir mektup...
13 Eylül 2002 tarihli... Düzgün bir el yazısıyla yazılmış.
En üstte büyük harflerle "Aslında bütün mesele neydi?" yazıyor:
"Hani, ‘Hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya Nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. Nilgün Marmara’nın 29 yaşında, S. Plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. Ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. Bu yüzden ‘Şubatta Saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. Ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). Ama şimdi..."
İlk okuyuşumda burada durdum. Devam etmeye korktum.
Sonra merakım yendi korkumu...
Okudum:
* * *
"Ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. Hem Zebercet de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (Kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)
Yerleşik Yabancı’ydım her yere Metin Abi... Sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.
Daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?
Tüm arkadaşlarımı ve sevgilim Meral’i çok seviyorum.
Beni affedin."
* * *
Mektubu ileten arkadaştan öğrendim sonrasını...
"Şair - yazar - akademisyen Zafer Ekin Karabay o mektubu yazdığı gün, Eskişehir’de intihar etti."
Neden peki?
"Aslında bütün mesele neydi?"
"Şiir hem yitiş, hem kurtuluştur" diyen bir şair, niye 29’unda kemerine asar kendini?..
"Yaşamdan daha büyük olma isteği mi? 30 yaş kırgınlığı mı?
Mağrur bir an mı?"
Hayır!
Mesele (Mayakovski’den Kaan İnce’ye, Van Gogh’dan Nilgün Marmara’ya, Jack London’dan, Hemingway’e kadar) bütün sanatçıların, vicdan sahiplerinin, hayatı sevenlerin meselesi:
Ozanın, başkalarının acısı pahasına elde edilen mutluluğu kabullenememesi...
Alaattin Topçu’nun deyişiyle "hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğini", "N’apalım, dünya böyle" diye geçiştirememesi...
Sokaktaki tevekkülle baş edememesi... Sokaktakilerden olmayıp, onları dönüştürmeye de gücünün yetmemesi...
Ve "kendiyle barışıp" haksızlığa alışarak yok olmaktansa, intihar ederek var olmayı tercih etmesi...
Nilgün Marmara da "Ey, iki adımlık yerküre/ senin bütün arka bahçelerini gördüm ben" deyip gitmedi mi?
* * *
"Son mektup"un üzerinde bir not var:
"Bunu Kül’de yayınlarsanız sevinirim" deyip muzipçe soruyor:
"Nasıl sevineceksem?"
Sonra da bu talepteki tutunma çabasına dikkat çekiyor, parantez içinde:
"Bu da hâlâ yaşamak istediğimi mi gösteriyor nedir?"
Son kitabını göremeden ölmüş bir ozanın son mektubunu yayımlatma isteği... Vahşeti yüreğinde hisseden "yabancı"nın dayanılmaz bozgunu...
"Kaçış değil onlarınki, reddediş", biliyorum.
Ama yine de "Bu reddiyenin başka yolları olmalı" diyorum.
Bunca haksızlığı ve bizim onca haksızlığa alışmışlığımızı böyle yumruk gibi yüzümüze vurmadan, canına kıymadan...
Bizi şiirsiz, şairsiz koymadan...
Hayatla başa çıkmanın ozanca bir yolu olmalı...
Çünkü Karabay’ın dediği gibi;
"Yolculuğa çıkmışlar için hem limansa şiir, hem de gemi..."
O gemiyi en son şair terk etmeli...
Can Dundar
5.10.2002
Bir düş kazası
Yağmurdan sokağa çıkamıyor bahar. "Cemreleri tanklar ezmiş" diyorlar.
Havada, toprakta, suda, harpte ölmüş bebelerin ayazı...
Ekranda bozgun artığı ordular; elimde hanidir aynı kitap var.
* * *
"Saklambaç oynayan bir çocuktu
büyüttüğüm; babasının dudaklarına
sıkışmış ve unutulmuş...
sobelendim, saklandığım saydam düşlerin
ardında. sunacak başka şeyim yoktu,
bir çocuğun bayram sabahındaki
beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini
oğlu savaşta bir annenin. Uzak ezgisini
dinleyerek bırakıp gitmelerin..."
* * *
Zafer Ekin Karabay bu mısraları yazdığında 28 yaşındaydı.
Hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğine dayanamadı.
Son bir şiir yazdı.
Ve büyük sırrını onun dizelerine sakladı:
* * *
"Nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu
adımında gösteren. Ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım
yerden. Sonra kendime dönüp dinledim:
yeniden acılarımı ve sordum:
yaşamın neresine saklanmalı ozan,
ya da nasıl saklamalı yaşamı?
* * *
"Gün'e akan Nil", Nilgün'dü aslında: Nilgün Marmara - "Hayatın neresinden dönülse kârdır" deyip 29'unda intihar etmişti.
Şimdi "yirmi dokuzuncu adımında" sıra Zafer'deydi.
"Daha ne kadar dayanabilirdi ki, herkesin, bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama..."
Hayatta ne saklayacak bir şey, ne de saklanacak bir yer kalmıştı.
Ölüme sığınmaya karar verdi.
Önce kitabı "Şubatta Saklambaç" yayımlanacak ve o, 29. yaşının 29 Şubat'ında vedalaşacaktı hayatla...
"Kitabına bir yığın sırla birlikte, intihar edeceği tarihi de gizlemişti".
Şubatta (bu) saklambaç bitecekti.
* * *
Lakin yetişmedi kitap...
29. yaş, kapıya dayandı.
Artık bekleyecek gücü kalmamıştı.
"O kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz" diye yazdı son mektubunda...
"Beni affedin" dedi. Mektubunun Kül'de yayımlanmasını istedi.
Ve geçen eylül Eskişehir'de intihar etti.
Henüz 29'una basmamıştı.
* * *
Kül, Ekim 2002'de bastı mektubu.
Kapakta Karabay'ın mahzun bir fotoğrafı vardı.
Altında iki yitik mısra:
"Oysa biz hep bir düş kazasında
yitirdik arkadaşlarımızı...
karşıdan karşıya geçerken
eli bırakılan çocuklardık".
* * *
Zafer'in "Görmeden Ölmesem" dediği kitap, ölümünden 3 ay sonra, yayımlandı. (Mayıs yayınları, Ankara. Aralık, 2002)
"Şubatta Saklambaç"ı şubatta okudum, ama üzerine yazı yazamadım.
O ara bombalar düştü cemrelerin ardı sıra...
Havada, toprakta, suda, karşıdan karşıya geçerken eli bırakılmış çocukların ayazı...
29'unda bir şair, ilk kitabını göremeden öldü bir düş kazasında...
Belki de ondan; hanidir yağmurun iki eli, baharın yakasında...
Can Dundar
20.04.2004
---
Gönderen Ey'lûl
UMAY UMAY/ Ruya Duvarlari
Üç vakte kadar günesin ay isigiyla güpegündüz oynastigi sehre adim atiyorsun.Kayalarin sekillendirdigi,rüzgarin dile getirdigi o kutsal yamaçta duruyorsun.Elinde dilek agaçlarindan kumas parçalari sallaniyor.Bosluga bakiyorsun.Önünde bir deniz gibi uzanan toprak kivriliyor.Toprak inceliyor.Toprak sertlesiyor.Çocuklugundan beri rüyalarini delip geçen,uyandiginda yani basindan ayrilmayan bu gizemli ve solgun hüzne bir isim bulacaksin.Hikayen bir sehre gidememek degil,bir sehirden dönememek olacak."
Umay Umay(Rüya Duvarlari-sayfa 13)
Gönderen Ey'lûl
04 Eylül 2007
UMAY UMAY
UMAY UMAY
i'm still glazed
prescriptioned unfaithfulness
foam of the days
About Umay Umay
Arkadasinin ölümünün arkasindan "SEN GiTTiKTEN SONRA" çekmeye basladigi fotograflari... http://www.myspace.com/umayumayphotography
Gönderen Ey'lûl
“Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” NILGUN MARMARA
Emine Gürbüz
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm... Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye."
1958’de İstanbul’da doğdu Nilgün Marmara. Kendini büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Ortaokul, lise derken geçen zamanın acıyı içine sindirmek istercesine ağır ağır ilerliyor oluşu boğmaya başlamıştı belki onu. Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için yaptığı bitirme tezi ona kırgınlıklarından kurtulmak için yol gösterici oldu. Başka seçenek var mı diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
Bitirme tezinde intiharı seçen ünlü şâir Sylvia Plath’ı inceliyordu. Şiirlerini, yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. Şiirler yazıyordu Nilgün Marmara, intihar kokan şiirler yazıyor “yaşama karşı ölüm” diyordu. Çeşitli dergilerde yayınlıyordu şiirlerini ‘Beyaz’, ‘Deniz Atı’… Sylvia Plath’ın şâirliğiyle intiharını ayrı tutmadığı ve bir bütün olarak incelediği tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”ni tamamladığında Nilgün Marmara için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin yalnızlığı ve var oluş sorunları üzerine olan bakış açısı onu fazlasıyla etkilemişti.
“Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun olmak İçin Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez – Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”
Şiirlerinde bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu. Süregelen şiir geleneğinin dışında kendine has üslubuyla yaşamı, ölümü irdeliyordu. Çok sevdiği şâirin yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti Nilgün Marmara… 13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?
Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?
Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
(Düşü Ne Biliyorum)
Kendinden sonra gelen edebi oluşuma izlerini bıraktı. Lale Müldür, küçük iskender, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi şâirleri derinden etkiledi. Özellikle, Ece Ayhan… Ece Ayhan için ayrı bir dünyaydı Nilgün Marmara. Onu tanıyan bütün şâirler için özeldi. Cemal Süreya’nın Zelda’sıydı. İlhan Berk’in Büyük Nilgün’ü, ama Ece Ayhan’ın intiharından sorumlu tutulduğu sıra arkadaşı olarak betimlediği sevgili Nilgün’üydü. Bugün bile A’dan Z’ye Ece Ayhan hazırlandığında neden intihara teşvik suçu yazılmamış diye haykırılan Nilgün’ü… Cezmi Ersöz bu olaya bakışını ve Ece Ayhan’ın suçlamalara tepkisini şu şekilde anlatıyor:
Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece
benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan,
şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o...
Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip
büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı
okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda
vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu
çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi.
Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece
Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir
gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti.
Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o
narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu
intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu
suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde;
'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği
içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar
etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan
arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri
yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve
arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından
aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama
sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana
yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor...
Buket Uzuner’in yazdığı günümüzün önemli eserlerinden biri olan “İki Yeşil Su Samuru” bana hep Nilgün Marmara’nın etkisinde yazılmış gibi gelmiştir. Belki kahramanının Nil olarak anılması, belki Nilgün Marmara’dan alıntılar yapılmış olması, belki de intiharı konu alıyor olmasıdır böyle düşünmeme sebep olan. Çocukluğumda okuduğum bu kitapta yer alan şu satırları hiç unutmadım:
“Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!”
Ve hiç unutamadığım bir şiiri de vardı “İki Yeşil Su Samuru”nda, bu şiir Nilgün Marmara’dan okuduğum ilk şiirdi:
Unutuş bir kaynak olmalı
Yeni’yi her an’a yaymak için
Ben sana olmalıyım
Bana ben bir kaynak
Görüyorum geç, kıyım çok yakın!
Biliyorum artık mut uzaklığını
Sen yüzümü götürmüyorsun
Kendi gözünü bile!
Gerçek bilirsin, diyoruz
Düz, eğri, çapraz ya da değirmi
Güzeldir açığa çıkışı yüreğin,
Sen bil ki, ben seveyim. ”
Sonuç olarak düşerken şiirini ve etkisini yanında götürmedi Nilgün Marmara. Bugün şimdi yazılmış gibi sıcak şiiri önümde ve gölgesi olacaktır benliğimde… birçoklarının benliğinde. Tezinde yer alan “Sanatsal Yaratımla İntihar Arasındaki Bağıntı: Sylvia Plath, Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratıyor?” bölümüne cevap arıyordu Nilgün Marmara. Sıkışmak ağırına gidiyordu onun, özgür olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya...
(Cam Kelepçeye Evet)
Nilgün Marmara’nın ölümünden sonra şiirleri “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988) ve “Metinler” (1990) , günlüğü; “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993) ve tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” (2006) olarak yayınlandı.
Şârin “Kırmızı Kahverengi Defter”deki biyografisi sadece “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” cümlesiyle ifade edilmiş olmasına rağmen hakkında çok şey yazıldı, bunlardan bir kaçına yer vermek istiyorum:
Ece Ayhan Nilgün Marmara Üstüne Sekiz Soru İki Görüş
1. Nilgün Marmara, "korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği kavranamaz çiçekli yolların, sürekli kuşkucu yolcusu" mudur sizce? Nereye, nasıl ve kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu?
2. Nilgün Marmara'da, yaşamla ölüm arasındaki o yerin, o noktanın bakışımı, günle gece arasındaki, diyalogla monolog arasındaki o yer, o nokta mıdır?
3. Nilgün Marmara'nın şiirinde, dış dünyayla bir ilk karşılaşma, tanışma heyecanı ve bir o kadar da yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?
4. Tekrarın getirdiği sonluluk ile oluşumunu tamamlamayan an'lardan oluşan (oluşamayan) sonsuzluk arasındaki çekişmenin Nilgün Marmara'nın şiirinde bir karşılığı var mı?
5. Nilgün Marmara'nın şiirinin dinamiğini oluşturan ruh durumu (ya da ruh durumları) ile yazı arasındaki ilişki sizce nedir?
6. Nilgün Marmara'nın özel hayatına, şiirle olan ilişkisine dair anılar ya da birtakım diyaloglar hatırlıyor musunuz?
7. Nilgün Marmara'nın şiirinde, Türk ve Dünya şiiriyle-şairleriyle birtakım etkileşimler sezdiniz mi?
8. Şair-şiir ve "intihar duygusu" üçgeni içinde sizin için ilk elde beliren çağrışımlar neler olabilir?
Bütün soruları birleştiriyorum. Karşılıkları da öyle olacaktır:
(Her anlamıyla, evet) Güzelim Nilgün Marmara’nın, geçici bir heves de olsa, tele oğlanların yakınına düşmesi herhalde hiç hoş bir şey değildir. Ama çok şükür, 128 Nilgün Marmara bizim gönlümüz gerçekliğinde orada, o mezarlıkta yatmıyor!
Ve Ege denizlerinin derin yerlerle sığ yerler arasındaki tuhaf bir mavilikte olan gözleriyle Nilgün Marmara, yıllar öncesinin Miss Lou’su gibi: “Bana lütfen çiçek göndermeyin” diyor “Benim kendi çiçeklerim var!”
Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki, Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil şairlerden biridir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi, kendi kuşağı rahatça onun adıyla anılabilir.
Nilgün Marmara'nın şiirleri, yabancı etki aranıyorsa, en çok Dylan Thomas çizgisi vardır denebilir. Anglo-Sakson şiiri! (‘Milkwood’un Dylan Thomas’ta ne anlama geldiğini bulursanız, bir ipucu yakalamış olursunuz.)
Nilgün Marmara'nın Kızıltoprak'ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini 6. kattan aşağı bırakması üzerine ben ne söyleyebilirim ki. Kağan Önal, Perihan Marmara ve arkadaşları Gülseli inal, Mustafa Irgat, Emel Şahinkaya, Seyhan Erozçelik, Cezmi Ersöz, Ahmet Soysal., konuşabilirler bakın.
Cihat Burak, pahasının sonucu için, kaç kez sormuştur bana “Ama niye?”
Cemal Süreya hiçbir şey sormamıştı.
Nejat Bayramoğlu ise “Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız” demişti.
işte ancak bunları, bunları diyorum. Bu kadar…
Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara
Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum. Hatta kendisine “aldırma Nilgün Marmara!” bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda. Öyle güzel ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların, yine işin özünü filan bilmeden, küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor! Başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. Sivil şairlerden ünlü İlhan Berk, Nilgün Marmara’ya Bodrum’dan Kızıltoprak’a yazdığında hep “büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara’yı edebiyat arastasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil şairlerden gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara’ya, Amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı olan “Zelda” derdi. Cemal Süreya’nın 1991’de yayımlanan “999. gün: üstü kalsın” günceler kitabında da Nilgün Marmara, zaman zaman, “Zelda” diye anılır. Amerikan caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu... Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairin yampiri ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara, sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa, 13 Şubat 1958’de İstanbul’da, Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim 1987’de yine İstanbul’da, Kızıltoprak’ta öldü. O kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji’nde okuyuşu, Boğaziçi üniversitesi İngiliz filolojisi’ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği tezinin, intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı mıdır bilemeyiz? Hani denizin, özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet, işte Nilgün Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız. Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte, “marjinal” de denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. Ve gittiği Libya’da da (tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya’dan sonra uçtuğu Avusturya’da, Alpler’de doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya, gerek Türk şiiri açısından. Hayatının son yıllarında; İlhan Berk’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cihat Burak’ı, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreya’yı kişisel olarak tanımıştı. Şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep konuşurdu. Yeni şairlerden Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Günseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen, Mustafa Irgat... arkadaşlarıydı. Kendisini, özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli oluyordu. Ölümünden sonra, Sylvia Plath’dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce ‘Beyaz’ ve ‘Şiir Atı’ dergilerinde birkaç şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” 1988’de ve “Metinler” adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990'da şiir atı yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık gençler, kendine âşık uzamış yeni panco’lar bile Nilgün Marmara’yı erişilemez bir “Mit”,unutulmaz bir simge ya da (Türkçe söylersek) bir “söylence” olarak çılgınca ve gerçekten de seviyorlar.
Yılmaz Odabaşı – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” Diyen Marmara’nın Nilgün’ü
Şair intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin, “Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir... Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz, yapmamıştır da... Nilgün Marmara'yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum. “Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır: “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun... Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara... Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır. İntihar, hayatı yâdsıma halinin en son durağıdır; yâdsıma limitini tüketmiştir çekip giden... Kimileri “hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler... Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir... Düşünülürse, herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür... Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilir mi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında... Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz... Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten... Ece Ayhan, “Nasıl ki İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi” diyor... İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse, öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum: “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yâdsıma” ya somut bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten... Çünkü düş oldukça peşi sıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha minimum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor... İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan... Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan... Eski okumalarımdan anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına intiharla son veriyordu... Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır... Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar... Hayat ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat... Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır... Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor... Neyi biliyorsan o vardır zaten... Pavese der ki: “Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hak edilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış, yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan... Herkesin acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi diliyle sorar acısını... Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! Göt laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler?” Nilgün Marmara’nın bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım; hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün fotoğrafları... Bir de, ölümünden önce Mine Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim... Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim... 1987’de onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında yitirmiş yaşamını... Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir... Gündelik hayatın sığ sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı...” A. Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de bırakmış... Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz...
Ece Temelkuran – Küçük Satırlar
Kendisini tanımayanlardandır, Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan, yok kabul edenlerden, görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil, küçük su taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine, bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi, hep çocukluk yaşayanlardandı.
Az zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının çekilmezliğinden korksa da, en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en çok kendisinden çeker, hayatta. Gölgemiz dışımızdan, kendimiz içimizden takip ederler bizi. Üzerler, gülümsetirler, kırarlar, küfrettirirler, beğenemezler kolay kolay, ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.
Kendisini bilmeyi bilmek, insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek, bilinmezlikle denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı, akılsızlığı akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl, akılı akılsız yapmakta. Trajedinin komediye, ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan sınırda tutulmakta, ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir, ipten sarkmak hastalık. Kendimize, kendi ellerimizle yapılan bu işkence, kendimizi bilmenin bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize karanlığa gömmesiyle bitmekte.
İnkâr etmek, göz göre göre bitirilmek saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkâr etmek sonuçsuz kalmak, yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak bitkin düşmek, ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.
Kalp Yiyen
Çölde
Bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi
Çömelmiş oturuyor
Yüreğini ellerinde tutuyor
Yiyordu.
Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
“Acı, acı”, diye karşılık verdi;
“Ama seviyorum
Çünkü acı
Ve benim kalbim” (H. Crane)
Tombul ve sıkış tepiş egolar arasında ya da botokslu benlikler kenarında bazen boğuluyorsan eğer, üstüne yığılıyorsa o gürbüz “Ben! Ben! İlle de ve özetle ben!”ler... Bu dünyanın tek yangın merdiveni şiirdir. Çünkü şair kişi, “Ben hiç kimseyim!” (Emily Dickinson) deyip üzerinden insan ağırlığını alabilendir.
“Ben sadece atan bir kalbim” (Proust) deyip tül gibi hafif, geçip yanından sadece ürpertebilendir. “Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” (Turgut Uyar) deyip aniden, senin o yaldızlı, staras taşlı, süslemeli, oymalı, kakmalı egonun altındaki kilimi çekip seni tepetaklak yere serebilendir.
Bütün bunları yapabilmesinin tek nedeni “acı bir kalbi” olması ve şair kişinin durmadan kendi kalbini yemesi, tükendikçe kusup kalbini yeniden yemesidir.
Nilgün Marmara, “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun olmak için gereken koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş bir tez”... Şair Nilgün Marmara’nın tıpkı kendisi gibi intihar etmiş, tıpkı kendisi gibi güzel bir kadın şair olan Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi üzerine 1985’te yazdığı tezin başında böyle diyor. Tez, Everest Yayınları'ndan kitap olarak çıktı geçen günlerde. Marmara, kendi intiharından iki yıl önce, kendi çizdiği kaderin “analizini” yaparken akademik olarak, ne yapıyordu acaba?
Nilgün Marmara da kendi kalbini yiyen kadınlardan biriydi. Dayanamayıp burada kalmanın yüküne, gidiverdi. Hep öyle düşünürüm intihar etmiş şair kadınlarla ilgili:
Muhtemelen aramızdan gidiverenler, kalplerini yemekte yeterince usta değildiler. Zira acı çekmenin de bir erbaplığı vardır. Öyle kana kana içersen kendini, zehirlenirsin kendinden. Profesyonel bağımlılar gibi ince ayarını yapmalısın bu işin. Erken yaşta gitmemek, bu yeryüzünden doğmuş olmanın intikamını yeterince alabilmek için yaşamalısın oysa.
Can Yücel gibi sunturlu bir küfür savurabilmek için lameli egolara ve balon ben'lere bu dünyada yeterince uzun süre kalmalısın. Bunları düşündüm Marmara'nın tezini okurken. Sonra açtım Birhan'ın "Cinayet Kışı+İki Mektup" kitabını "Saf Sabır" şiirini okudum, kış biterken:
sardunyalarla konuşarak çoğalttım
aramızdaki ayrılığı
sayarak çoğalttığım günleri tamamladım
kirpiklerimin arasına çektiğim tülde
yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor
oysa kimse yokmuş dışarda
içim dışıma vuruyor
sardunyalara su vermekle unutamadığımız
şeymiş aşk:
alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,
sağ yanımda unuttun keder.
Şairler neden yerler kendi kalplerini? Acı olduğu için. Çünkü bir de kendi kalpleri değil mi?
Başkalarının kalplerini yiyemeyenler, ne kadar ittirse de dünya, kimsenin canını yakmayanlar, yakamayanlar, bu dünyada hepimizin en fazlası sadece bir kalp atışı olduğunu bilenler, bu dünyadan en çok bir ürperme olarak geçip gitmek isterler...
Cemal Süreya
“Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi.
Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.”
NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER
Beklemek
taşıl kaygısı kaotik özlem
neydi beklediğimiz ve gelecek olan
salt acı
sonsuz yeşil sonsuz gelişkin bir orman
içinde göllerini nehirlerini çağlayanlarını
gök kuşaklarını yitirdiğimiz kara sözcük
yokluğun dayattığı doğurgan sözcük: acı
bir deniz kızının uçma tutkusu
belleğin unutuş çılgınlıklarında
bilinmeyen organizmalar dönüştürürken
bedenlerimizi duygularımızı ben'imizi
çürüyorduk... kaçış yoktu... çıkış da...
yeşil maytap patlatan sahte mesihin sözleri
yalandı acımasızdı efendilerin belirlediği
ölçtüğü biçtiği yaşattığı kendimiz
umarsız öte benler nesneler
ağlayın
ağlayın ve kanayın
yok olduğunuz irin zamanında
Gökkuşağından Darağacı
Şimdi'nin bedeni yok,
Yontuyor geçmiş bilgisiyle
gelecek belki olur diye taşı,
taşını kokluyor
yontu dağılıyor...
Şimdi'si yitik
bundan boyuyor
boyuyor evine aldığı
ağacın üzerine tüneyip
duvarını, tavanını, geçmişi
ve geleceği ve her yanını;
dal kırılıyor...
Şimdi'si yitik
diziyor diziyor notalarını,
göğe ışık üzerine boncuklarını,
ucuza getiriyor varlığını
sonsuzun sessizliğiyle
sonlunun gürültüsü arasında,
O bitirince kıyısında gezindiği
yol çöküyor...
Şimdi'si yitik
bundan yazıyor
yazıyor enine boyuna
içini ve dışını ve yeri
ve göğü ve suyu,
bindiği kadırga
o inince batıyor
Manolya
O zaman da aynı karanlık
aynı yarasaydı,
Manolya delirmezden önce.
Büyükannemizin kocaman bakla bir evi,
Uzun pencereleri vardı, sedirinde
ölü doğmuş fareler pembeliği.
Okurduk leziz balgamlı gazetelerini
büyükbabamızın,
Okşarken ve korkarken erkek anamızdan,
Babamız bir gılman, pir şefkat,
Acımızın cümbüşünde sarsak bir kukla,
O yokuşta onursuz müezzin kuşları,
Sabaha karşılar, akşama karşılar hep,
Dizleri topunun diplerimiz olmuştu,
Uzun uzadıya bir fener alayı...
Karanlık aynı, yarasa ayna,
bu eller bu yüz'den yıkandıktan,
Manolya delirdikten sonra.
Mezar
tükenirdi monolog
kaçarken içine düştüğüm kara toplum
big bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyeni
saçlarında titreyen iblisler karartırken güneşi
üst üste gömülürken
saydam yaşamlar
bir yankı duyulurdu hiç'likten
bütün yalnızlıklarınızın ilenci
korusun çoğulluklarınızı
cinnet koyun erdemin adını
maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
hepiniz mezarısınız kendinizin...
Kan Atlası
Emel’e
“Ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım.”
Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde...
Karada, hançer suratlı abinin rüzgârında
uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
sızdıran hayret taşında.
Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim,
bir damla süt yerine bu ağu kim?"
ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
-boy atmış da salgıları,
cücelmiş sezgileri-
bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...
Ey, yüzleri
bir babakuş gölgesine
çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri marş!
Gönderen Ey'lûl
SOYSAL EKINCI / 4eylul
En çok umuttu bize yakışan
Ama hüznü ve umutsuzluğu
yaşamamak elde mi?
Ağustos 1992 / Soysal Ekinci
İkinci kitabın “Biri Yitik İki Ülke”yi aldığımda, İzmir serin bir sonbahar gününü yaşıyordu. Daha kitabını okumaya fırsat bulamadan, intiharını gazetelerden okuyunca derin bir sızı hissettim. Senin, kalorifer borusuna bir ip asarak yaşamına son verdiğini yazıyordu gazeteler. Geride, bir dilim peynir, üç beş tane zeytin ve bir not bırakmıştın. Sevgili Soysal, notunda demişsin ki “bir insanın mutluluğu için bin insanı üzdüm, bağışlayın beni”. Sen bizi bağışla sevgili soysal.
Tam 6 yıl cezaevlerinde yattın, bir gün dahi yılgınlığa düşmedin. Hep gelecek güzel günlere olan inancın diri kaldı. Yazında bunu açıkça belirtmiştin;
“Geleceğim” demiştin ilk şiirimde, geliyorum sözümü tuttum işte.
Nisan başında ordayım, yani ilkyazın kardelenleriyle birlikte.
Sen de karanfil ve gül tohumlarını şimdiden aşıla toprağa;
tutsak yoldaşlarımıza götürürüz bayramlarda.
Elini çabuk tut, kendini vuslata iyi hazırla;
kararmasın kardelenin ak umudu...
Sevgili Soysal, dışarı hayal ettiğin gibi değildi. İnsanlar bir yerlere savrulmuş, ümitsizlik ortalığı kasıp kavurmuş, sevgi bitmiş ve sen Don Kişot misali yel değirmenlerine karşı.
Tutsaklığın sonrası, nasıl zorluklarla karşılaştığını biliyorum, bunu bilişim beni daha da yaralıyor. İçeride mücadele ettiğin insanların, dışarıda duyarsızlıkları ve en önemlisi canın kadar sevdiğin kadının seni terk etmesi... İşte gördün dışarıda yeni dünya düzenli bir mevsim var. Savaşlar da, aşklar da böyle şimdi. Ah dostum, değer miydi böylesine sevmek?
Artık bildiğin aşklar “roman tadında” kaldı.
Sevgili Soysal Ekinci, her şeyi böyle zamansız bırakıp da gitmek ile neyi çözdün bilmiyorum, ama bir tercihti bu, anlıyorum.
Belki de kirlenmek istemedin, inandığın sözcüklerine ihanet etmek istemedin, sıradanlaşmak veya aç kalmak arasında ki tercih seni yordu. Yaşadığın hayal kırıklıkları, örselenmişlik ve daha bir çok şey, bilmiyorum ama anlamaya çalışıyorum.
Şimdi dizelerin kirlenmek istemeyen güzel insanların dilinde, azız belki. Bir gün çoğalırız umuduyla, karanfil ve gül tohumları aşılıyoruz toprağa…
Hoşça kal Soysal Ekinci.
06.09.1994
Dogan Durgun
Gönderen Ey'lûl
03 Eylül 2007
SOYSAL EKINCI
"..kendisini, boyundan da kısa bir dala asarken, hem soysal ekinci hem de de isa suretiyle ali, aramızda yine, uzak bir dilmunlu.. " Mehmet Çetin mart’07, a’dam
"...Şimdi, Kürt anaları yapıyor bunu; başlarına ideolojinin dikenli tacı geçirilmiş çocuklarının ölümünü kutsuyorlar, ve yalnızca ölümünü, onlara öyle öğretildi ki, çocuklarının yaşamaları bazen ihanetle eşdeğerdir. “İstemem son ölümüm olsun bu” demişti Soysal Ekinci, “yaşamak bir ihanet sayılıyorsa eğer!”
Göğsü ölümcül süngü darbesiyle yaralanmış anasına şöyle yakarıyordu Soysal:
“Xwînê bimale ku bimijim!” Kanı sil ki emeyim! Kınını yakan alevden kılıçlardan biri de oydu, Beyoğlu’nda bir bekar evinde asmadan önce kendini..."Arman Şen
"..Eylül döneminde ve cezaevlerinde bulundukları sıralarda şiirlerini kaleme alan ya da kitapları yayınlanan şairlerin sayısı az değildir: Emirhan Oğuz, Emir Ali Yağan, Ersin Ergün, Fadıl Öztürk, Halil İbrahim Özcan, Mehmet Çetin gibi şairler kısmen şiir serüveninde yolculuklarını sürdürdüler. Bazıları şiirlerini kendi yorumlayarak (Aydın Öztürk gibi) yola devam etti. Bazı şairler ise 12 Eylül’den doğan sekter ırkçı ve gerici ortam içersinde yokedildiler: Behçet Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok…
"Soysal Ekinci” gibi şairler ise gördükleri ağır işkencelerin üzerlerinde bıraktığı etkiler yüzünden aramızdan ayrıldı..."Tamer UYSAL
"..Soysal Ekinci ile ölümünden dört-beş yıl önce tanışmıştım. Her zaman içine kapanıktı. Cezaevinden çıktıktan sonra, bir tepki olarak “susma” kararı almıştı.Hiçbir yerde konumlanamamıştı. O dönemde, Taksim’de oturan belli insanlar nedense hep intihardan söz ederler, solcu şairler, intiharın edebiyatını yaparlardı. İntihar edene saygı duy, ama edebiyatını yapma.”
“Almanya’dan döndükten sonra intihar haberini televizyonda izledim. Ölümünden sonra birdenbire pek çok insan “Soysal’ın yakın arkadaşı” oluverdi! Gazetelere demeçler verdiler. Oysa yakın arkadaş filan değildiler, hatta Soysal’ın özellikle arkadaş olarak görmediği kişilerdi. İntihar edebiyatının yanı sıra başka bir edebiyata başlamışlardı: Ölümler üzerinde kendini kurma... Soysal’ın çaresiz kalması beni üzmüştü. Çalıştığı yerden parasını alamadığını yazmam insanları kızdırdı. Öyle ya,solda ne olursa olsun, bir şey söylenmeyecek, ölen öldüğüyle kalacak ve devrimciler arasında “büyük devrimciydi” diye konuşulacak. Soysal intihar etmeden önce yazdığı Çağrı adlı kitabındaki bir şiirinde şöyle diyor: Aydınlar ahh en yakınındakine bile uzak duran aydınlar!... / Her devinime anlaşılmaz bir homurtuyla karşı çıkan aydınlar / elektronik çağın oyduğu çağdaş mağaralarda / Ağzından köpükler akıtarak sahte bir esrime gösterisiyle / Çıkar dilenen şeyhler gibi, aydınlığı zikreyleyip karanlıkta yaşayanlar.” HACER YILDIRIM-2005
İLK- KISSA
Kırkına kadar ne aşk ne ölüm umrundadır insanın
Her şey hayvani bir intikam duygusuyla harcanır
Düşüncenin ince denizinden güneşe serilmemiş bedenler
Durmadan kendine sıcak bir yatak aranır
Kırkından sonra bütün ibadetler US'lu bir dost içindir
Her anı başka bir pişmanlıkla yaşanır
Ki soysuzlar aklanırken kamuda soylular karalanır
Soysal EKİNCİ
(1954Kars- 4eylul1994Ist.) Soysal EKİNCİ
1954 yılında Kars'ta doğdu, 4 Eylül 1994 tarihinde İstanbul'da yaşamına son verdi. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu'nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen Okulu'nu ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Bölümü'nü bitirdi.
Siyasal kimliğinden ötürü 1979-1981 yılları arasında gözaltında kaldı.
1983 - tekrar gözaltı
1983-1989 yılları arasında İstanbul'daki cezaevlerinde tutuklu kaldı.
1989 yılında Çağrı adlı kitabı toplatıldı ve hakkında iki ayrı dava açıldı.
Şiirleri cezaevi günlerinde çeşitli dergilerde yayımlandı. 1991 yılında "susma" kararı aldı. Toplumsal yurt ve dünya tarihini, bireyi yoksaymadan sorgulayan, dilin olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu debisi yoğun şiirler yazdı.
YAPITLARI
Biri Yitik İki Ülke (Ekim 1989, Belge Yayınları),
Çağrı (Kasım 1990, Alan Yayıncılık),
Yıkıntılar Altında (Ekim 1991, Alan Yayıncılık)
Toplu Şiirler (1995, tüm şiirleri, ölümünden sonra)
CAGRI
Çagri"Döndügümde seni buldum" diyor Soysal Ekinci. "Eris yüregimin orta yerine" diyor. "Iyice gir / Ordadir sorgucu cellatlardan saklanmis / Ne varsa sana dair."Döndügü yerin neresi oldugunu animsamakta zorluk çekenler için "Döndügümde" sözü yanilsamalara yol açabilir.Ama ne ülkesinden ne de sözünden döndügü var sairin. Sözlerine tüm yüregiyle asiliyor. "Berde Daye, / Çok zaman oldu seni / Onurlu ölümlerin bedel toplayicilarina teslim edeli, / Çok zaman oldu Yitik Ülke'yi aramanin yollarina düseli.""Ey gökyüzü / Ey gün batimini gölgeleyen ala bulutun / Yaman günesin önündeki huzursuzlugu / Ey Ararat, ey dört mevsim bilmez kar / Ey Süphan, ey serin rüzgar / Ey Nemrut, ey deli bahar / Orta Dogunun Orta Yerinde "Özgürlük isteyen bir halk var!"(Arka Kapak)
ÇAĞRI
Düşüncenin sarsılmaz yeraltı kayası
Doğru tavrın çekinmeden sırtını dayadığı
Sevmektir kendinden öte
kendin için, özverinin anlamı
duyduğumuz her çığlık bize yönelmiş bir çağrı demektir.
Ve bu çağrıya doğru
YİTİK ÜLKE’yi aramanın yollarında
sesli düşünmektir şair...
I
YİTİK ÜLKE dedim şiirimde adına
YİTİK ÜLKE demişti şairler
işgal altında kanayan bütün topraklara
Yeni kanunlar çıkarıldı senin için
adının yazılması yasaklandı
Hepsi birbirinden geri
hepsi de küf-pas içinde birer cunta genelgesi
Şimdi
SONSUZLUK ÜLKESİ’NDE diye başlar söylencesine
senin tarafını tutan, senden yana haber veren aydınlar
daha nice güzel şiirler yazacak bu ülkenin şairleri sana
ucuz tütünler sararak geceleri çıkıp kentlerin varoşlarında
tutsaklığına sığınarak şiirin uzun ve yoksul kışlarda
-en zifiri karanlığı bile mecbur ederler
düşlerindeki aydınlığı yaşamaya
-kızılçıraların isli alevlerinde ezberlenmiş
sıcak türküler okunur gülümsemelerinde-
Ve kuşdilinde kekelerden
Cahil-aydın/ büyük-küçük bütün burjuvalar
Yangın yerlerine boşalan uzun sağanaklar gibi
KÜRDİSTAN KÜRDİSTAN diye diye önce onlar çözdüler
Dillerini
Şiirlerine sarıp en güzel düşlerini YİTİK ÜLKE’ye göçtüler
ve uykusuz gözlerinden çiğ tanesi döktüler geceden önce
rüyaları işgal devriyelerince basılan ergen kızların
uçuklamış memelerinde
Ve işgal askerleri
ispirtonun renk verdiği yüzleri
yuvalarından fırlamış kanlı katil gözleri
ve haki
ve yeşil
ve irinli özleriyle
Kürdistan’ın yarasını oydular
Kabukverdi soydular
kabukverdi soydular
kabukverdi kurumadan soydular
Artık ne kuruyabilir
ne de kabuk verir
kızıla kesmiştir de et ve kemik içinden
Oluk oluk akmaktadır yaralar
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ne kadar çok gençoğul vuruldu sende
Adlarıyla kimlikleri birbirine karıştı
-hiçbir dağa konduramam, hiçbir suda arayamam eşgallerini-
Hiçbirinin yeri dolmuyor yüreğimde
Kuşak dedimse gökkuşağı değil öyle
Sen bakarsın, o görünmeden boyverip süzülür
Dile kolay, bir çocuk çeyrek asırda ancak büyür
Bütün dağlar düzlensin istiyorum şimdi
Kesilsin kafaları bütün başıboş suların
Ve özgürlük rüzgarıyla gelen devrim dalgalarından öte
Kanatları bütün fırtınaların
-Nasılsa kıracaklar ökseye gelmemiş yanlarını da
göçebeliğimin-
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Ey bütün çağlara eşkıya barındırmış dağlar
Ey gökyüzü YİTİK ÜLKE’nin
Bunca ölümü nasıl kaldırır tanrıların
Bütün yıldızların dilsiz mi senin
Ve bulutların ölüdenizler gibi durgun
Günboyu ateşler içinde bir yanın, bir yanın suskun
Sonun başlangıcını bildiren ilkkurşun daha dün atıldı
Her gün yeni bir KIZILDERE yaşanır
Her gün NURHAK gibi bir dağ ateşler içinde kalır
Bir hayvansı kavga bu Doğu’nun çöl sıcağında
Sermayenin yılansı ağzından çıkıyor bütün buyruklar
Savunmanın imkanı yok bu ormanda kendini tek başına
Ağızların ölüm kanunlarıyla gelir çıngıraklı kuyruklar
Katiller eğlendirmez gece-gündüz hiç durmayan sazların
Ne yazık,
Yeşil aygırların en ucuz vaadlerine kendini satar kızların
-işgal bayrakları çekilerek ilan edilen düğünlerin
hüzünlü halaylarında
mor koyun ve ter kokan KÜRT keçelerinin yumuşaklığında
yağ ve baharatın buharlaştığı çıldırtan saçkavurmalarında
sonra
korkak ve buyurgan emirler eşliğinde dolup boşalan
malak ciğerli adamların itaatkar saldırganlığında
yürekleri ihanetle çarpan ağaların atsırtı zamparalığında
YİTİK ÜLKE
Ey YİTİK ÜLKE
Öldürümün sesidir işte bu sendeki, ihanetin sesidir
Ki savaşı duyan herkesi bir yana çağırır
Ve onu
Ne ırmak, ne bulut, ne güneş, ne de rüzgar kurtarır
-Cahildir halkın, korkaktır
ve üstünde yüzlerce insani kusur
ve talancıların ayak izlerinde adı okunan
bir Osmanlı Sipahisi kadar vahşi ve cesur
ne tam bir ümmeti muhammet’tir, ne de asrını yaşayan bir
ulus
umutsuzluğun resmini yüzlerinde bulursunuz
mutsuzluğun resmini yüzlerinde-
ÖZEL TİM yaldızlarını kuşanıp dağlara çıkan
İnsan avcılarını gördükçe
Gözümdeki bütün renkleri kan alır
-Kana susamış aslan kesildiler
yüreğimden akan kanları toplayıp alınlarına sürerler
oysa ETYEMEZDİ çoğu şehirde
bir kuş için gökyüzümün
kanı akar düşünceye-
insan avcıları
ey insan avcıları
haydi çalın
haydi çalın
çalın artık ellerinizdeki savaşın boynuzborularını
ey yüreklerini ciğerleriyle üfleyen bando mızıkacıları
ey saçları sıfırnumara şişkarınlı soldatlar
parlasın havada kıçlarınızdan sarkan aybaltalar
çalın da
görünsün kemerlerinizden sarkan kanlı kesik kulaklar
ve sonra
patlasın başınızda
direnişin kahreden LULULU’ları karşısında canagelen
ölüme tanık sunaklar
bir kadın Yitik Ülkede
savaş döküntüsü bir cemsenin arkasına
bağlanmış saçlarından
canvermek üzeredir
Kandır bu
İçindeki bu kavganın mahşerinde kurulacak bir divana
Akan
Ölmeden önce tırnaklarıyla kendi göğsüne çizmektedir
Çentiklerini
Kandır bu
Kaynar kızıl boyalardan çıkarılan halı iplikleri gibi süzülen
Kandır bu
Bir zamanlar eldeğmemiş güzeylerde koşarken
Kalçalarını döven kuzgini saçlarından dökülen
Bir çocuk/koşuyor paytak adımlarla
Onbeş aydır büyüyen arsız açlığını bir memeye bağlayan
Ağlıyor
KANI SİL DE EMEYİM
KANI SİL DE EMEYİM diyor
XUNE BI MALE BIMIJIM
XUNE BI MALE BIMIJIM
Analar ki bütün acılarımızın önünde sadece ağlayandı
Ve en haklı kavgalarımızda bile bizi hep arkamızdan vurandı
Ey yeryüzünün gelmiş-geçmiş bütün tanrıları
Gelin de çözün şimdi bu ananın kulaklarımıza üflediği fısıltıları
Kuremen Xetire de
Seni emzirecek yüzlerce meme var, yüreğim paramparça
Paramparça topraklarım ve kül yığınıdır dağlarım
Kızgın lavlar gibi akmaktadır uçurumları doldurmaya
Göğüslerin paramparça ve rahim yok yerinde
Rahmim kıyılmış kanlı et parçaları gibi ...
(...)
Soysal Ekinci
diger siirleri:http://www.siirgen.org/siir/s/soysal_ekinci/index.html
---
Gönderen Ey'lûl
SUNU/ NILGUN MARMARA
Gönderen Ey'lûl
02 Eylül 2007
NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ / Cihan Oğuz
NİLGÜN MARMARA’DA İÇE DÖNÜK ŞİDDETİN DİLİ
Aslında, kriminolojinin de intihara bakışı bundan farklı değil: Bir “suç” ve “fail” ilişkisinin bütünlediği sıradan bir olgu!... Edebiyat ve sanatta olsun, felsefî platformda olsun, intihar üzerine öyle çok ve benzeri kuram ortaya konuldu ki, bu “vazgeçilmez” konu kaynağı giderek 'çekiciliğini' yitirdi. Pratikte ise ne yazık ki hâlâ geçerliliği mevcut...
Nilgün Marmara. Bu isim de adliyenin günlük vaka bültenlerinde mutlaka okundu. Ertesi günü gazetelerin ufak tefek köşelerinde, gizlenmekten ayrı bir tad alır gibi, dokunaksız, yalın biçimde yazıldı. Adli vaka bültenlerinde şairlere 'imtiyaz' tanınmadığı için de, zina, hırsızlık gibi “suç çeşitleri” arasında yer aldı.
Nilgün Marmara, intiharı henüz soğumamış bir şair. Bu, intiharın sıcak bir olay olduğu imajını yaratmak için söylenmiyor tabii; Nilgün, şiddetini kendisine yönelteli daha iki yıl bile olmadı, yalnızca bunu vurgulamak istiyorum. Nilgün'ün intiharının neden ve sonuçları da, en azından bugün için, kapsamı genişletilerek irdelenecek denli tarihsel boyutta değil. Şiirlerinde oldukça yoğun biçimde yer alan kimi ipuçlarının değerlendirmesini ise “edebiyat savcılarına” bırakmak, en doğrusu.
Nilgün Marmara 'nın “Daktiloya Çekilmiş Şiirler”indeki izlekten yola çıkarak, intiharı yeniden sorgulamak, bu yazının tek konusunu oluşturuyor.
Niçin?/Sorgulamak?...
Bu iki 'ayrı' gibi görünen soruya verilebilecek pek çok yanıttan yalnızca biri bizi ilgilendiriyor: İntihardaki fetişçi boyutu aşabilmek ve onu daha özgür bir yaşamın yaratılabilmesi konusunda tehdit aracı olarak kullanabilmek için.
Tam da bu noktada, yeni bir tartışma konusu açmanın gerekliliğine inanıyorum. Evet, intiharı modern çağ keşfetmedi. Ama sorgulayabilir. Tersinden alalım; intihar, daha adil bir dünya yaratması için insanın kendisini tehdit etmesi olarak düşünülemez mi? 'Modern çağ'ın orta sınıf ahlakına mensup psikologları gibi, “aman insanlar çok yaşayın, yaşamak çok güzeldir” öğütleri vermek istemiyorum elbette. Buna hakkım ve haddim yok. Ama, bu ikisinin ortasında geçerli olabilecek bir nokta var. Bu keşfedilmeli.
İntiharın fetişçi boyutu ise, Nilgün'ün şiirlerinde en yoğunlaşmış biçimiyle yer alıyor:
“Bu sonsuz yeryüzü satırında
Kararması gözlerin, dönüşü başın
'Al, geri ver ve yok et kendini'
der
Kısa, kesik hecelerle” (s. 115)
“Böyle düşüş görmemiştim ölgün ve kırık çakılmış kalmıştım/gelecek zamanlı düşler çatıyordum kapladığım şuncacık yerde;/ bu ölçümsüz gökyüzünde...” (s. 20)
“Göz mü yanlış rengiyle?
Kışlar mı yaşam aralığı kadına?
Kutlandık ezgisi böyle uzak,
Yalnızlık, yalnızlık bitimsiz.
Gece; ipek dokusu çözüldüğünde
Ellerim; eksik cennetim benim” (s. 136)
Anlamlandıramadığım bir konu daha var: Adli vakalarda, sanığın ölümü sonucu davaların düştüğü malum: peki, eleştirideki adillik ölçütleri niçin adlilik anlayışıyla doğru orantılı olsun?... Nilgün'ün şiiri, yabancılaşan bir dünyadaki yalnız bireyin kimliğidir. Bu öyle bir kimliktir ki, bazen etik düzey cılız bir müdahale biçiminde belirir: "Çünkü denizin de düzeni vardır,/yaşayanı içinde dönüştürür.” (s. 17)
İşte bunu sorgulamak, yaşayanı içinde dönüştürebilen denizin yasalarını kırmak için hiçbir şey yapmaz Nilgün. Yalnızca, nedeni kendisinden menkul bir edilgenlikle, yeni kanallar arar:
“İstemiyorum yıldızcığım
dışında tek bir varlığın
Kavramasını bilincimi ve yüzümü, elleriyle
Yıldız güzel yıldız
Gereksiniyorum kollarını
doğmazdan önceden
ve ölüm sonrasızlığında” (s. 24)
Nilgün'ün 1977-1987 yılları arasında yazdığı hemen bütün şiirlerinde ölüm izleği yer alır. Sanki ölüm, ardındaki bütün haksızlıkları duyurmak için seçilen bir imgedir:
“Ölüm buraya kadar
Bulunur sonunda bir renk
neler yakalıyor geçmişten.
Bu benim arı bakışımın toplandığı yoksul çocukluk mavisi
Yükü; ancak duyumun belirsizliğinde kendilerini açığa çıkaran
dalgın ve tuhaf vücutlar...” (s. 75)
İntiharı seçenlere haksızlık etmek istemiyorum: Çünkü, önünde sonunda ölüm, bilinçli olarak kurgulansa bile, sabahları uyanmak kadar doğal bir olgu. En azından, felsefenin birkaç yüzyıllık tükenmez nesnesi! Burada, hepimizin sorgulaması gereken küçük bir ayrıntı bulunuyor. Eğer duyarlılık, ayrıntıları yakalayabilme yeteneğiyse, İntiharı da bu boyutlarda tartışmak durumundayız.
Eğer intihar, yaşamdaki türlü haksızlık ve yazıklanmaları kınama biçimiyse, bunu niçin tek başımıza gerçekleştiriyoruz? O tuhaf tadı bencilce duyabilmenin arayışı, sakın bizatihi kendimizin de varolduğunu kanıtlama çabası olmasın? Ne kadar güzel bir seçenek: İşte ben varım, çünkü ölüm var... Dinlerin intiharı yasaklamasını bu yüzden anlayamıyorum: İntihar, insanı kendi benliğine, özüne, haydi biraz da ukalâlık edelim, “ruhuna” götürüyor!
Her aydın ve şairin yolu, fiili olmasa bile, çünkü kendini yok etmek sanıldığı kadar kolay değil, intihar kanallarından geçiyor. Yine, hemen her aydın ve şair, bu kanalın frekansına mutlaka tutuluyor. İşte bu kanala “parazit” olmak gerek. Çünkü yüzyıllardır aynı senaryo yazılmakta: Bunalımlı bir dünya, giderek yozlaşan insanlar, çaresizlikler, umutsuz aşklar vb. Ama, tüm bunlar, aynı zamanda yaşama zorunluluğumuzun da gerekçeleri değil mi? Nilgün, şunları açıkça yazabiliyor:
“Nedir bu kovmaya çalıştınız tüm kıvrımları arasından/beynin densiz aralarla saatten çıkan bir kuş deşen kuytuları/diken gözlerini bilince anın ana düşmanlığı o ağulu gerçek
-ÖLÜM/SEVİ-“ (s. 19)
Açık bir kopuş var Nilgün'ün şiirlerinde. Somut olan her şey, bu kopuşun gerekçesi. Bu görüş, ya da etik diyelim, şiirlerindeki dil düzeyi ve ayrıntıları yakalayabilme yeteneğine rağmen, Nilgün'ün marazîlik çıkmazından kurtulmasına yetmiyor:
“Kayalıklarda oyulmuş gömütler
kızın hayatını eğik kılmış bir kez.
geçmiş yığılmış da örümcek ağının ardına
Ağzının içi bir yığın taş, çim, acı
Su; ölene kadar!” (s. 120)
Tekrar ölüm/sevi çelişkisine gelmek istiyorum. Gözlemlediğim kadarıyla, aydın intiharlarında çoğu kez, yaşandığı ileri sürülen dünyasal bunalımın asıl potansiyeli aşk olgusunda kendini açığa çıkarıyor. Niçin aşk? Bütün çelişkiler, duygular ve bunalımlar bu atom çekirdeğinde yoğunlaştırıldığı için! Bu noktada, marazî duyarlığın can damarını görebiliyoruz: fetişizm! İnsanlar, aşamadıkları her engelin nedenine fetişizmin bu doruk noktasını atfediyorlar. Aşk, bir anlamda, çaresizliğin son can simidi. Nilgün'de de bu böyle: “Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk, kanadında” (s. 22)
Nilgün'ün çaresizliğini anlamak, ne yazık ki savunduklarını benimsemeye yetmiyor. Ertelenmesi olanaksız bir kopuşu duyuruyor Nilgün: "Bir şey kalmaz/genlerin uçucu dilbilgisinden başkaca/ve hiçliğin kutsal komşuluğunda yaşarız” (s. 148)
Nilgün'ün şiirlerinde dikkati çeken bir nokta da dil sorunu. Bunları söylemek ne derece yararlı olur, bilemiyorum. Ama, şiir bazında bir dil devriminin yolu, sözlüklerle yarışmak olmamalı. Nilgün'de bu var. Eğer kullandığı dil ve üslubun “gelecekteki” duyarlı insanlara bir mesaj taşıdığı savı geçerliyse, bizim önemsizliğimizin hangi noktada başladığını merak ediyorum doğrusu. Bir diğeri de, elit bir dil kullanımının gerekçeleri arasında, eskimemek kaygısının bulunup bulunmadığı sorunu. Eğer ortada bir “güvensizlik” söz konusu ise, bu durumun yaratım sürecindeki dürüstlük payını sorgulamak da yerinde olacaktır. Ne yani, NiIgün gelecekteki insanların sahip olacağı duyarlılığı yansıtan dil ve üslubun izlerini fal bakarak mı saptadı? Yoksa, modernist şairler bizim henüz farkına varamadığımız yeni bir canlı türü mü keşfettiler? Bu soruların yanıtı yok.
Nilgün, kitabını şu dizelerle bitiriyor: “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!...” (s. 175) Burada sözü edilen nesne ölüm ise, henüz hiçkimsenin, hiçbir deneyle ölümün güzelliğini kanıtlamadığını hatırlatacağım. Nilgün'ün “çekici” gibi görünen dizeleri, gerçekte idealizmin vurgularını açığa çıkarıyor!
Son bir nokta! Şimdi Nilgün yok. Nilgün, "yaşama biçimi” olarak seçtiği intihar düşüncesinin üstesinden gelebilme olanağını yakalayalı epey oldu. Bu nedenle de, tartıştığımız konularda itiraz edebilme özgürlüğünü yitirmiş görünüyor. Tam bu noktada, Necdet Şen'in "Hızlı Gazeteci”nin “Bacı” adlı dizisindeki en güzel sözü geliyor aklıma:
"... Yaşama sevincini yitirme. Yoksa zorbalar hedefine ulaşmış olur.”
Cihan Oğuz
(Edebiyat Dostları, Mart-Nisan 1989, Sayı: 23-24)
http://www.cihanoguz.com/
Gönderen Ey'lûl
PLATH SİİRİNDE ERİL ETKİ
PLATH ŞİİRİNDE ERİL ETKİ
“Başparmağımdan kesildim, köküm toprakta kaldı.”
1932 yılında Massachusetts’te doğan Alman asıllı kadın şair Sylvia Plath, eğitimini Massachusetts ve İngiltere’de tamamlar. Şiirlerinde bolca sanrısal ve şiddet içerikli imgeler kullanan şaire, son yüzyılın gerek eserleri ve gerekse de yaşamı ele alındığında en çarpıcı isimlerinden birisidir.
Plath’ın bütün bir yaşamını özetleyen cümlelere Sırça Fanus adlı otobiyografik romanında rastlarız: “Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim? O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür”. Bu cümle Plath’daki Kaos Teorisi’nin özeti gibidir.
Plath şiirinin en dominant unsurları baba ve koca imgesidir. Mumaileyh ikonlar Plath şiirinde rahatsız edici bir biçimde defalarca işlenir.
Plath Şiirinde Baba Otto’nun Etkileri: Babasını kaybettiği 20 yaşına kadarki süreçte babası ile sorunlar yaşayan Plath bu menfi etkileri 1963 yılındaki intiharına dek taşır. Bu çekişme Plath’ı manik depresif, şizofren, içine kapanık, öfkeli, bezgin ve intihara meyyal bir hale getirir. Sylvia Plath babası ile olan bu ilişkisini henüz o yıllarda sıcak olan Nasyonal Sosyalizm ve III. Reich rejimi ile özdeşleştirir. “Babacığım” şiirinde babasını acımasız, kan dökücü, insanlıktan uzak SS subaylarıyla özdeşleştiren şaire, kendisini de masumiyeti sembolize eden toplama kampına kapatılmış Yahudi bir kıza benzetir:[1]
“Dikenli tellere takıldı kaldı
ich, ich, ich, ich
Güçlükle konuşurdum
Her Alman’ı sen sanrdım
Hele o yüz kızartıcı dilin”
Plath’ın babasına duyduğu öfkenin boyutları oldukça korkutucudur. Bu öfke yer yer karşılanılması zor bir intikam duygusuna dönüşür. Bu duygunun baskınlığı Plath’in şiirlerinde cinayet işleme isteği formunda açığa çıkar:
“Babacığım öldürmek zorundayım seni...
Ben zaman bulamadan ölüverdin...”
Yaşamı boyunca babasına karşı beslediği öfke, Sylvia’nın intiharından önce yazdığı ve geniş yankılar uyandıran Babacığım şiirinin son dizelerinde artık önü alınamaz bir hale gelir:
“Baba, baba , seni piç
Artık seninle işim tamamen bitti.”
Plath Şiirinde Koca Ted’in Etkileri: Plath hayatı boyunca tatmin edilemeyen babasının kızı psikolojisini (Kül Kedisi Psikolojisi) karşısına çıkan bütün erkeklerde arar. İngiltere Cambridge’de okurken bir baloda tanıştığı İngiliz kraliyet nişanına sahip şair Ted Hughes ile evlenir ve bu evlilikten iki çocuğu olur. Ancak Plath’in aradığı dinginlik bir türlü gelip onu bulmaz. Plath’ın evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini, diğer bütün kadınlarda olduğu gibi evliliği mutfaktan mürekkep bir saltanat haline getirir. Şair intiharını da kendisine biçilen bu ülkede gerçekleştirir. Denilebilir ki şairin üstünde şiir kokusundan daha çok baharat kokusu vardır.
Plath’ın dikkat çekecek kadar güzel bir kadın olmaması, güzellik konusundaki komplekslerinin kocası Ted üzerinde bir baskı oluşturmasına neden olmuş ve Plath, kocasının yanındaki bütün kadınları potansiyel birer rakip olarak algılamıştır. Bu korkunun izinden giden kadın, ev sahibi ile kocasının ilişkisini öğrenir ve bu bilgi Plath’ın ruhsal bunalımları artmasına yol açar. Kendisini bir hapis hayatında yaşıyor olarak betimlediği Sırça Fanus’ta kocasının bu sadakatsizliğine değindiği bölümler kocası tarafından sansüre uğrar ve kitaptan çıkartılır. Bu noktadan sonra Plath yalnız bir kadındır ve ölüm arzusunu şiirlerinde yoğun olarak işler. Şiddet Plath şiirinin ana imgesi olmuştur. Plath kocasının da bulunduğu evini canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetir:
“Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.”
İçinden çıkılamaz bir yola doğru günbegün sürüklenen Sylvia bu çöküşünden kocasını sorumlu tutar ve onu bir şiirinde kanını içen vampire benzetir:
“The wampire who said he was you
And drunk my blood for a year
Seven years if you want to know.”
Sylvia Plath hakkında inceleme yazısı yazan bütün isimlerin de ortak paydası Plath’ın intiharından kocası Ted Hughes’ı sorumlu tutmalarıdır. Başka bir şiirinde ise Ted Hughes’i korumasız bir gemiye ya da koruması gereken bir gemiye saldırıda bulunan II. Dünya Savaşı Japon intihar uçaklarına benzetir:
“O ince
Kağıtsı duygu
Sabotajcı,
Kamikaze adam.”
Evlilikten aradığını bulamayan şaire, bu beraberliği yapay, dayanılması zor, karşılıksız ve sadakatsiz bir süreç olarak niteler Aday şiirinde. Evlenmeyi düşünenlere yahut evlenmiş olanlara karşı bir öğüt niteliği taşır şiir:
“Çay getirecek ,
Baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak
Bir el.
Evlenir misin
Garantisi var.”
Yaşamına eklenen bu yeni ve boyutları oldukça büyük düş kırıklığı Plath’ın ruhsal durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirir. Şaire gittikçe kendisini ölüme yakın hissetmeye başlar. Bu yakınlık şaire ile ölüm arasında paranormal bir dostluk kurulmasına neden olur. Artık Plath için ölmek bir sanattır ve kendi ifadesiyle bu sanatı icra etmek adına girişimlerde bulunur. “Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi, Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor, Bu konuda iddialıyım sanırım.” Jell Barr (Sırça Fanus)’da intihar girişimlerinden bahseden Plath, deyim yerindeyse bu deneyimlerle övünür: “Yine yaptım, on yılda bir beceririm bunu ben.” Üçüncü on yılda ise bu yaptığı şeyi becermekle kalmayacak, başaracaktır da. Şaire bir intihar girişiminden sonra hayatını kurtaran doktorları Nazilere benzetir ve onlarla dalga geçer:
“İşte böyle Herr doktor, Herr düşman
Beni siz yarattınız
Ben sizin kıymetli eşyanız
Eriyip çığlığa dönüşen.”
Sylvia aldatılan her kadının yapması gereken şeyi yapar ve Ted Hughes’e boşanma davası açar. Mahkeme sürecinde edebiyat çevresindeki arkadaşları iki tarafı da bu kararlarından çevirmek için arabuluculuk yaparlar. Bunun yanında Ted Hughes çocuklarının annesinden defalarca özür diler, ancak her bağışlama yeni bir aldatma ile sonuçlanır. Hughes Sylvia’dan vazgeçemediği kadar, Londra edebiyat çevrelerinde kendine hayranlık besleyen kadınlardan da vazgeçemez. Bir süre sonra karı-koca ayrı evlerde yaşamaya başlarlar. Bu arada Sylvia Plath’ın şiirlerini okuyan bir basım evi sahibi bu şiirleri basar ve Plath’ın şiirleri İngiltere’de olumlu karşılıklar bulur. Ancak bu bile Sylvia’yı sonun başlangıcından kurtaramaz. İki çocuğunu yataklarına yatırır, gazdan etkilenmesinler diye pencerelerini açar, üzerlerini açık bir nokta kalmayacak şekilde örter, kızı Freida’nın başucuna bir bardak süt bırakır ve kafasını mutfaktaki gaz fırınına sokarak intihar eder. Öldüğünde boşanma davası henüz noktalanmadığı için mezar taşına Sylvia Hughes yazılır. Takip eden yıllar boyunca mezar taşındaki Hughes soyadı Plath hayranlarınca defalarca tahrip edilir.
Plath’ın intiharını takip eden 30 yıl boyunca Ted karısı hakkında tek kelime etmeyen Ted Hughes Sylvia’dan sonra iki kere daha evlenir ve 1998 yılında kanserden ölür. Ölümünden birkaç yıl önce Sylvia için “Doğum Günü Mektupları”nı yazan Hughes arkasında büyük bir servet bıraktı.
Plath Şiirinde Diğer Erkekler’in Etkisi: Babası ve kocası ile yaşadığı kötü deneyimler sonucu Plath bütün erkeklerden nefret etmeye başlar. Bu nefret Hıristiyanlık’ta insanlığın günahları için kendini feda eden İsa’ya kadar taşar:
“Şu kutsal herifler
ya balıklar, balıklar
İsa! Buz kalıpları.”
Plath edebi anlamda sergilediği bütün performansının merkezine şu ya da bu şekilde menfi bir erkek imajı oturtur. Bu bazen babası, bazen kocası, bazen de savaş çıkartan, kötülük yapan diğer erkeklerdir.
Yönetmen Christine Jeffs, Plath’ın hayatını sinemaya aktardığı otobiyografik bir deneme olan Sylvia’da, Plath’ın şair Ted Hughes ile tanışmasından intiharına kadar olan süreci yüzeysel, kadın bakış açısıyla ve Plath’ın cephesinden ele alır. Gywneth Paltrow ve Daniel Craig’in başrollerini paylaştığı film Jell Barr’ın görsel bir versiyonu gibidir. Filmde Plath alabildiğine masum, Hughes olabildiğince vefasız gösterilir. Filme getirilen eleştirilerin önemli bir bölümü Paltrow’un Plath’ı temsil edemediği, hatta taban tabana zıt olduğu önermelerinde birleşir. Bizce film feminist duyguları tatmin etmeye yönelik ve oldukça yanlı olduğu için başarılı olmamıştır. Filmde Sylvia’nın intihar sekansı kadraj dışı bırakılır.
Plath Şiirinde İntihar Kavramı: Sylvia Plath için intihar bazen yaşamakla eş anlamlı bir olgu haline bürünür. Lady Lazarus adlı şiiri Ahdi Cedit’de geçen İsa’nın Lazarus adında daha önceden ölmüş birini diriltmesine göndermedir. Plath, deneyip de başaramadığı intiharları Lady Lazarus adlı şiirinde bu hikaye ile ilişkilendirir. Bazen da intihar bir kaçış yoludur. Başarısızlığa yahut kendinden daha iyi olan birine karşı tahammülsüz olan kadın şair, bir şiirinin başarısız bulunup elenmesinden sonra, yaşadığı bu düş kırıklığını intihar ederek aşmayı denemiştir. Plath’ın eserlerinde genelde yaşadığı çıkmazların betimlemeleri vardır. “Ölmek istemiyorum” diyen şairenin, sürekli ölmek için çabalaması “ölüm” imajını iki farklı anlama oturtmasından kaynaklanmaktadır. Ölmek istemez, çünkü ölmek unutulmak demektir. Ölmek ister, çünkü ölerek yaşamak daha albenilidir.
Sylvia Plath’ın intihara bu denli yakın durması ve bütün bir hayatı ele alınınca oldukça dramatik bir anlam ifade etmesi, “Sylvia Plath Etkisi” adı altında bir kavramı ortaya çıkarmıştır. Kavram özetle, özgün üretimle deliliği bağdaştırmaya yöneliktir. Plath intiharı ondan sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir. Türk yazınında Nilgün Marmara intiharı Plath’la ilişkilendirilir.
Hüseyin Cahid DOĞAN
---




PLATH'in Kabri;
Hughes soyadi yazilmasi , actigi bosanma davasinin, vefatindan once sonuclanmadigindandir.
..ve Plath severlerin oldukca tepkisini cekmistir..

---
Gönderen Ey'lûl
NILGUN'e / - TUTUNAMADIM - GOKHAN KIRDAR - [Video]
http://www.youtube.com/watch?v=sm0Rbhba61w
Melek Nilgun Marmara ruhuna..
ey'lul
---
Gönderen Ey'lûl