^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^

05 Mart 2009



BAHAR İSYANCIDIR
Onat KUTLAR

Her yıl yeniden görününce ucu, güzün soluk kentinin, otururlar, iyice kurutulmuş çam tahtalarından günlerce rendeleyerek sağlam, geçmeleri sıkı bir tabut yaparlardı. Geçen mevsimlerin ölçüsünü koymak için. Yanık çimenlerden,akşamın beklendiği saatlerden, ozanların kırık dizelerine bulaşan sıkıntılardan,kireç, kuru yaprak, tüy ve gözyaşından başka bir şey olmayan ölü gövdesini bütün bir yılın. Ağustos'un son sıcaklarından etkilenmesin diye hemen gömerlerdi. Üstünde güz çayırları sararsın ve izi belli olmasın diye.Hiçbir zaman.

Nedense hep başka bir şey olacağını sanırdık.Çünkü yaz, önceden kestirilemeyen fırtınalar, ağır sıcakların öfkesini cızırtıyla söndüren zamansız yağmurlarla tedirgin, sinirli ve huzursuz geçerdi. Ama sonra biterdi hepsi. Bir içdeniz kadar sessiz ve durgun olurdu avlu, ülke ve yeryüzü. Bir süre öylece dururduk. Arkamızda uyuklayan bir göçer kabilesinin ya da deprem sonrasının karanlık çadırları. Önümüzde ufku bir mahkeme duvarı gibi kapatan "gelecek". Duvarın dibinde gittikçe kabaran kül yığınları görürdük. Esinti olmadığı için savrulmayan belli belirsiz bir tabaka.Zaman zaman geleceğin duvarına vurup yanan geçmiş kuşaklardan artakalan kül. Ve daha yenilerden.

Öylece dururduk, kaygılı, sabırsız. Yanmış çırakların yamalı gömleklerini giymiş korkuluklar , cansız kollarıyla bir krater gölünü gösterirlerdi. Orada, boğulmuş köy öğretmenleriyle dolu çırpıntısız, bulanık bir su olurdu. Kimsenin anlamadığı sözcükler duyardık. Kafesin açılmasını bekleyen çok yaşlı bir papağan sesiyle.

Böylece bir yıl daha geçerdi ve biraz daha egemen olurdu güz yasaları. Boyun eğmeyi biraz daha öğrenirdik. Öğrenirdi tenimiz günün renklerine uymayı. Ağzımızı kapadıkça kazandığımızı sezer gibi olurduk. Geleceğin yüksek duvarı önünden, arkasındakileri merak etmeksizin geçmeye alışırdık. Sabahı gazetelerin demir parmaklıkla örülü garip ve dar pencerelerinden karşılamayı öğrenirdik. Günün tanrılarına ekmeğimiz ve ihracat payımız için şükretmeyi. Yaşamın kolayca değişmeyeceğine inanmaya başlardık. Büyüklere sorgulu ve sessiz gözlere bakan çocukları, kadınları, yoksulları görmemeye çalışırdık. Gelen her güzle önümüzdeki duvar biraz daha yükselirdi. Zaman zaman aramızdan birileri çıkardı. Ozan, soytarı , bilge ya da çılgın. Yüreklerindeki ölü ozanın sesini bastıramaz ve "bahar isyancıdır" diye bağırırlardı. "Güz yasalarına boyun eğmeyeceğiz. Aşacağız duvarlarını geleceğin. Biz çok eski ve çok genç bir halkız. Kimse durduramaz, ırmağını zamanın." Üstümüzden uçuşan polen tozlarının ve kurşunların peşine takılır, güz yasalarını aşarlardı. Duvarı geçip geçemediklerini ise hiçbir zaman bilemezdik. Başucumuzda sadece suretleri kalırdı. Keskin bakışlı gözcüler, kül yığınlarının gittikçe arttığını söylerdi.

Bir gün ülkemize garip bir yabancı geldi.

Bir keşiş, bir gezgin ya da bir derviş.

Yaşı belirsizdi.

Ve üstünde bilinmeyen bir zamana ait giysiler.

Kireç badanalı konuk evimizde, sırtını pencerenin


güz ışığına yaslayarak oturdu ve su içti.

Gözleri tuhaf bir ışıkla parlıyordu.

İki zamanlı ölü dillerden biriyle konuşuyordu.

-Ölü dillerin gelecek zamanı yoktur.-

Güçlükle anladık, "Size bir sır vermeye geldim," dedi.


Kulak kesildik. "Boşuna uğraştınız

bunca zaman, duvarı aşabilmek için.

Ben aşmadan gittim oraya. Eski yollardan ve

çok uzun sürdü. Daracık geçitlerden, uçsuz bucaksız

vadilerden, su yollarının karanlıklarından

geçtim. Sonunda ulaştım duvarın arkasına.

Gördüklerimi sizler de bilesiniz istedim..."

Durdu. Bir yudum su daha içti. Ve sözcüklerin

üstüne basa basa şunları söyledi: "Orada

da bir halk var. Tıpkı sizin gibi. Ve hepsi

dönmüş, sizin aşmaya çalıştığınız duvara

bakıyorlar. Aşıp sizin tarafınıza geçmek için..."

Yabancının sözlerini bir yargıç kararını

dinler gibi sessiz dinledik. Sanki yüreğimizde

gittikçe uzaklaşan nal sesleri duyuyorduk ya

da konuştuğumuz dilin can çekiştiğini. Geleceğimiz

diye umutla baktığımız yerdeki insanların

geleceği bizdik. Korkunç bir şeydi

bu. Bilincimizin tarlalarına ölü kuş tüyleri döküldü,

kadınlar gözyaşlarını tutamadılar. Uzun

ve şaşkın bir sessizlik oldu.

Neden sonra aramızdan biri konuştu. Gösterişsiz,

herhangi biri. "Bak yabancı" dedi,

"şaşırttın bizi. Umutlarımız için ön yüzü sırlı

bir ayna sundun. Geriye işleyen bir saat. Ters

çevrilmiş bir eldiven kaynağına akan bir

ırmak. Oysa biz basit insanlarız. Ve ölümlü.

Yaşamayı ve baharı bu yüzden severiz.

Doğan her şeye inanırız. Çocuklara, güneşe,

bize düşler sunan ayışığına. Sevdiğimiz kadının

boynunu okşamak isteriz ve çocuklarımızın.

Günü kızarmış bir ekmek gibi tazeyken

bölüşürüz ve akşamın kızıl tüyleriyle

gelip sabahın yumurtaları üstüne yumuşacık

oturmasını severiz. Şarap, acılarla da mayalanmış

olsa sarhoş eder bizi. Ve çocuklarımıza

ekilmiş toprak kadar gerçek bir gelecek

bırakmak isteriz. Senin dilinde bulunmayan

o sınırsız düşü. Bizi şaşırttın.

Ama sana inanmıyoruz."

O tuhaf gezgin bu sözler üstüne çekip gitmedi.

Bir kuşku tohumu gibi kaldı aramızda.

Kimse sevmiyor onu. Ama tıpkı güz yasaları

gibi ağır ağır alıştık varlığına. Dağılan eski

bir kitabın sayfaları gibi orda burda görülmesini

yadırgamıyoruz. Kapıyı çaldığında belirsiz

bir zamanda, bir bardak su verenler bile

bulunuyor.

Ve işte yine e y l ü l. Geleceğin duvarı önünde

duruyorum, kaygılı, sabırsız. Üstümden küçük

kuşku tohumları karışmış altın renkli polenler

uçuşuyor. Bir türlü bastıramıyorum yüreğimdeki


ozanın sesini: ''Bahar isyancıdır..."






KYNK:MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ .
CİLT: XIX SAYI: 175 . syf;40-41






_

 
Image Hosted by ImageShack.us