published 1998
new ed.2001
kitabin Ted Hughes imzali onsozunde, guncenin tum gunluklerin ucte birini olusturdugunu yaziyor. "59 yilinin sonundan, ölümünden üc gun onceye kadar kayitlar iceren iki defter daha vardi. Sonuncusunu ben imha ettim cunku cocuklarinin okumasini istemedim(o gunlerde unutmanin, yasamaya devam edebilmek icin gerekli oldugunu dusunuyordum). Ötekisi kayboldu."
Kasım 1998
Odasında Bir Başına...
Bir insanın güncelerini okumaya değer kılacak en önemli özellik, onun içinin derinliğidir. Dümdüz yaşamış, hayatla ve kendisiyle hiçbir alıp veremediği olmamış, yoğun duyguların kıyısından geçmemiş insanların, diğerlerine söyleyebilecekleri farklı, alışılmışın dışında sözleri olabilir mi? Tam da bu nedenle işte, Sylvia Plath'ın Günceler'i, zorlu bir okuma serüveni.
Sylvia Plath 1932'de başlayan ve 1963'de sona eren kısacık bir yaşam. Yaşamının belli dönemlerini zaten Günceler'inde okuyacaksınız, Günceler'de bulunmayan önemli noktaları ise, Plath hakkında daha tamamlayıcı bilgiler verebilmek amacıyla kısaca özetlemek yararlı olabilir.
Başarılı ve zeki bir öğrencidir. Smith Koleji'nde burslu okur, okulun onur öğrencisidir, sonra Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne, İngiltere'ye gider. Smith Koleji'nde üçüncü sınıfı bitirdikten sonra, 1953 yılında, ciddi bir intihar girişiminde bulunur. Onu ancak iki gün sonra bulabilirler ve özel bir klinikte tedavi altına alınır. Tedavi, bir yıllık uzun bir terapi dönemini ve elektroşokları da içerir. Bu klinikteki psikiyatrı ile güvene dayalı bir ilişki kurabilen Plath, terapiye olumlu cevap vererek, bir yıllık aradan sonra okuluna ve başarılarına geri döner. Bu dönemini The Bell Jar (Sırça Fanus) kitabında anlatacaktır. Ted Hughes ile 1956'da evlenirler. 1960'da kızı Freida, 1962 başında oğlu Nicholas doğar, ama bu arada Ted ile evlilikleri bozulmaya başlar. Ted, Ağustos'ta onu terkederek Londra'ya gider. Bundan sonra her açıdan çok sıkıntılı günler geçirmesine karşın, neredeyse günde birkaç şiir yazdığı olağanüstü verimli bir dönem yaşar. Ancak, 11 Şubat 1963'de, çocuklarının önüne süt ve ekmek bırakıp, başını gaz ocağının içine sokarak yaşamına son noktayı yine kendisi koymayı seçecektir. Bu son dönemde yazdığı şiirler, Ariel adı altında, ancak ölümünden sonra yayınlansa da, o, yazdıklarının olağanüstü olduğunun farkında olarak annesine şöyle yazacaktır, 16 Ekim 1962'de: "Ben dâhi bir yazarım; içimde var bu. Yaşamımın en güzel şiirlerini yazıyorum, adımı onlar belirleyecek." Gerçekten de öyle olacak ve Plath, son yarım yüzyıllık Amerikan edebiyatına Ariel ile damgasını vuracaktır. 1982'de yayımlanan The Collected Poems ile Pulitzer Ödülü'nü alması da Plath'in yazın alanındaki gücünü gösteren önemli bir değerlendirmedir.
Günceler, Plath'ın Smith Koleji'ne başlamasından kısa bir süre önce başlıyor ve 1959 yılında kesiliyor. Aslında ölümünden üç gün öncesine kadar devam eden iki defter daha olmasına rağmen, 1962 sonbaharında ayrıldığı eşi, İngiliz şair Ted Hughes tarafından son defter imha edilmiştir; "çünkü çocuklarının okumasını istemedim (o günlerde unutmanın, yaşamaya devam edebilmek için gerekli olduğunu düşünüyordum)" diyor Hughes, kitaba yazdığı Önsöz'de. Bu davranışı, Sylvia Plath'i umarsız sona hazırlayan çöküntüdeki izlerini silmek istemesi olarak yorumlayanların da olduğunu belirtmeden geçmemekte yarar var. Hughes, ikinci defterinse kaybolduğunu söylüyor. Bu nedenle, 1959 yılından sonraki bölümde, apandisit ameliyatı sırasında hastanede tuttuğu notlarla, 1962 yılında Devon'daki komşularının karakterlerine ilişkin betimlemeler yer alıyor yalnızca.
Günceler'in, diğer bir deyişle kolej yıllarının başlarında, Plath'ın yoğun olarak kadınlık/erkeklik, evlilikte kadının rolü, annelik rolü ve yazarlığın bu roller içinde nasıl hayata geçirileceği konularında düşündüğünü görüyoruz: "Normal, görenekçi yaşamdan ayrılmış sanat, yaşamla birleşmiş sanat kadar yaşamsal mı, diye düşünüyorum: tek sözcükle, evlilik benim yaratıcı enerjimi sömürür, doyurulmamış duygu derinliğini artıran yazısal ve resimsel anlatıma duyduğum isteği yok eder mi? Yoksa [evlenecek olursam] çocukların yaratılışında olduğunca, sanatta da daha tam bir anlatımı gerçekleştirebilir miyim? İkisini de iyi yapabilecek güçte miyim?" Yazma eylemine taparcasına bağlı olması, bir anlamda onu sosyal hayattan koparmaktadır. Bu nedenle sürekli ikilemler yaşar, yaşamdan beklentilerine dair. Yüzeysel ilişkiler ona yetmez, ama "olabildiğince açık ve derinden konuşabileceği" insanları da kolay kolay bulamaz. Bu duygular onu yalnızlığa ve çöküntüye götüren duygulardır. "... ne denli coşkulu olursanız olun, karakterin yazgı olduğundan ne denli emin olursanız olun, elektrik lambasının yapmacık keyifli parıltısının içine dolan saatin yüksek sesli tik taklarıyla, odanızda bir başınıza kaldığınızda, hiçbir şey gerçek değildir, ister geçmiş olsun, ister gelecek. Ne geçmişiniz, ne de geleceğiniz varsa, ki önünde sonunda şimdiki zaman bunlardan oluşmuştur, şimdiki zamanın boş kabuğundan kurtulur, canınıza da kıyarsınız." Smith Koleji dönemindeki yazılarında, hayatındaki erkeklerle olan arkadaşlık/sevgililik ilişkilerini yoğun bir şekilde sorguladığını, bu sorgulamalardan yola çıkarak da erkekler ve ilişkiler üzerine kendi değer yargılarını oluşturma çabasını görürüz. Yazarak yeterince para kazanamamak, yazar olmanın toplum tarafından "meslek" olarak kabul edilmemesi ("Toplum imgeleri: Başarılı olmak koşuluyla Yazar ve Ozan bağışlanabilir. Para kazanırsa.") düşünceleriyle bu dönemden başlayarak Günceler'inde izleyebildiğimiz kadarıyla sürekli boğuşacaktır Plath. Başarı kazanma konusunda kendini bu denli zorlamasının, toplum tarafından kabul edilme kavramının, tüm bunların yazmasına engel oluşunun ve yazamadıkça kendini acımasızca hırpalamasının temelde annesiyle bağlantılı olduğunu, 1959'da eski terapistiyle yeniden görüşmeye başladığında anlayacaktır. Dr. Ruth Beuscher, Plath'a "annenize kin güttüğünüz için yazmıyorsunuz, çünkü öyküleri ona vermeniz gerektiğini ya da onun öykülerinize sahip çıkacağını duyumsuyorsunuz" dedikten sonra Plath, Günceler'ine şunları yazacaktır: "Bu yüzden, yazamıyorum. Ondan nefret ediyorum, çünkü yazmayışım ona üstünlük sağlıyor. Haklı olduğunu, uğruna güvenceyi yadsıdığım şey ortada yokken, öğretmenlik ya da güvenli bir şey yapmamakla aptallık ettiğimi öne sürüyor. Benim geri çevrilme korkum, bunun, başarılı olmadığım için onun tarafından geri çevrilme anlamına geleceği korkusuyla bağlantılı. Benim işim, işimden tat almak. YAPITLARIMIN BENİM OLDUKLARINI DUYUMSAMAK."
1952 yılının yaz döneminde, New York'ta geçirdiği konuk editörlük deneyiminden sonra, Harvard Yaz Okulu'na kabul edilmeyişi, yazarlık yeteneğini acımasızca sorgulamasına yol açar. Kendini bırakmamak için sürekli yapması gereken hedefler bulduğunu ("Görüngeyi öğren çocuğum, steno öğren, Fransızca çalış: YAPICI BİR BİÇİMDE DÜŞÜN. ..."), yaşamına son verme isteğine engel olmaya çalıştığını ("Zihin bakımından donmuşsun sen -ilerlemekten korkuyor, dölyatağına dönmeye can atıyorsun. Önce düşün; -işte yaşamın, zihnin; yılgıya kapılma. Yazmaya başla, kabaca, kopuk kopuk da olsa"), kısacası kendisiyle hesaplaşmalarını açıkça görürüz, intiharından önce yazdığı son iki kayıtta. Bundan sonrası boşluktur. 1953 Ağustos'undaki bu girişimden sonra, 1955'e kadar, yazılmış bir kayda rastlanmamaktadır.
Günceler, 1955'te erkek arkadaşı Richard Sassoon'a yazdığı kimi mektuplardan alıntılarla devam eder. 1956'da Richard'la birlikte, Paris'te çok güzel bir Noel tatili geçirmelerinin ardından "birbirlerine gereksinim duyuncaya kadar, birbirlerini aramama" kararı vererek ayrılırlar. Tabii ki, yazılan Günceler, Plath'in kaleminden çıktığı için, bir macera romanı okur gibi bir ayrılık hikâyesi okumayı beklemek yanlış olur. Kimi mektuplarından alıntılar ve yaşananları sorgulama şeklinde gelişecektir olay Günceler'inde. Yine çöküntüye doğru gittiği günler yoğunlaşacaktır. Şubat tarihli kaydında, klinikte yaşadığı elektroşoku betimlemeyi düşündüğünü yazacaktır. Yaşadığı klinik dönemine ilişkin olarak Günceler'inde rastladığımız ilk kayıttır bu: ... deliliği
virgul'den...
-1998
ikinci baski-2000
ceviri:Şadan Karadeniz
Oglak Edebiyat/Günce
28 Kasım 2007
BÜTÜN GÜNCELERİ / SYLVIA PLATH
Gönderen Ey'lûl
22 Kasım 2007
MEKTUPLASMALAR- ZWEIG
Bir aşkın hazırlanışı ve bitişi
ALİ ÇOLAK
24 Temmuz 1912 akşamı, Viyana’nın banliyölerinden Josefstadt’ta daha çok memurların, subayların, doktor ve edebiyatçıların uğradığı Wickenburg sokağı 15 numaradaki Riedhof lokantasında, Stefan Zweig yemek yiyor, dostlarıyla sohbet ediyordur.
Talihin güzelliğine bakın ki, yan masada da, hayatının uzunca bir dönemini birlikte geçireceği aşkı, karısı, yardımcısı… her şeyi Friderike von Winternitz oturmaktadır. Friderike onu ilk kez görüyor değildir. Birkaç yıl önce de, güzel bir yaz akşamı, Viyana dışındaki Rodaun’daki bir lokantada görmüştür Zweig’ı. Friderike, 25 Temmuz’da Viyana’dan ayrılır, yaz dinlencesini geçirmekte olduğu içmeler kasabası Gars am Kamp’a gelir ve hemen “Sevgili Stefan Zweig Bey,…” diye başlayan bir mektup yazar. Bu, ucu aşka, sonra evliliğe çıkacak uzun bir hikâyenin ilk satırıdır aslında…
Kendini aşkına adayan kadın...
Uzak, çekingen, hatta ürkek bir kadının kaleminden çıktığı her halinden belli olan bu ilk mektubunda Friderike, “Çoğu insanın güzel bulmadığı bir şeyi şu anda niçin kolayca yapabildiğimi sanırım açıklamama gerek yok.” diyecektir. “Bu saçma satırlarımı hiç kimseye anlatmayacağınızı sanıyorum” demeyi de ihmal etmeden, Zweig’ten mektubuna cevap alabilirse sevineceğini yazmıştır.
Stefan Zweig-Friderike Zweig mektuplaşmaları böyle başlar… Ahmet Arpad-Burhan Arpad’ın Almanca’dan dilimize çevirdiği “Mektuplaşmalar” (1912-1942) 1912’de tanışıp 1920’de evlenen Stefan-Friderike Zweig çiftinin çeyrek yüzyıl boyunca birbirine yazdıkları bin 200 mektup arasından seçilmiş 300’den fazla mektuba yer veriyor. Mektuplar, bilirsiniz, başka eserlerde, mesela anılarda, otobiyografilerde bile ortaya çıkmayan mahrem bilgileri, ayrıntıları saklar. Bir edebiyat okuru için, tadına doyulmaz metinlerdir… Friderike’nin tutuşturduğu aşkın mektupları da tiryakisi olduğum bir yazarın, Zweig’in kişiliğine, düş kırıklıklarına, gezilerine, eserlerinin yazılış ve yayımlanış macerasına dair pek çok bilmediğim şeyi öğretti bana. Ve tabii önce Friderike’yi o hakikaten özverili kadını… İyi bir tertiple ‘Sokulma’, ‘Sürüncemede’, ‘Soğuma’ ve ‘Sürgünde’ gibi başlıklar altında toplanmış mektuplar, bir aşkın macerasını adım adım izlememize fırsat veriyor bu bölümlemeler...
Friderike, Stefan Zweig’ı tanıdığında evli ve çocuklu bir kadındır. Ne var ki o da bir yazardır ve uzaktan tanıdığı, izlediği Zweig’ın hayranıdır. Önceleri “Sevgili Stefan Zweig bey” yahut “Çok sayın doktor bey…”li mektuplar, çok değil, birkaç ay sonra, “Sevgili…” diye yazılmaya başlanacaktır. Sonra telefonlar… Ve o davetkâr satırlar… “Gözleriniz o kadar güzellik dolu ki… Siz her şeyi duysallık dolu bakışlarla izliyorsunuz. Karşınızda direnç gösterebileceğimi sanmıyorum… Sizin Maria Friderike v. Winternitz’iniz…” İlk mektubun bir kadından gelmesi her zaman tehlikelidir ve ucu mutlaka dönülmez bir aşka çıkar… Zweig için de kaçınılmazdır bu. Ama ne yazık ki Zweig’ın, bu aşkın ilk zamanlarına ait mektupları kayıptır. Biz, bu aralığı ancak onun günlüklerinden takip edebiliyoruz. Tanıştıkları 23 Eylül 1912’de Stefan Zweig günlüğüne şöyle yazar: “Gerçekten oldukça duygulu, o güne kadar rastlamadığım kadar ince yapılı, fakat onu güçlü yapan ruhsal çekiciliği enerji dolu bir kadınla güzel bir sohbet yaptım… Hareketlerindeki mükemmel zariflik bana müzik gibi geliyor… Vazgeçmeliyim ondan!” Vazgeçemez… Bir mektubunda, “Size her zaman yardımcı olacağımı bilmenizi isterim. Örneğin ortalığı toplamak, bavul hazırlamak ve benzeri şeylerde emrinizdeyim.” diye yazan Friderike, artık adım adım peşindedir Zweig’ın… Daha başlangıçta talip olduğu bu ‘yardımcı olma’ arzusunu, boşanmak zorunda kalmaları, hatta Zweig’ın sekreteri Charlotte Altmann ile evlenmesine de engel olamayacaktır. Zweig, Brezilya’da geçirdiği hayatının son günlerine kadar yazmaya devam eder Frederike’e.
Faşizmin kararttığı hayatlar...
‘Mektuplar’ bize bir aşkın hazırlanışını, gelişimini ve trajik bir sonla bitişini anlatırken, Zweig’ın neredeyse bütün edebi hayatını, romanlarının, denemelerinin, tiyatro eserlerinin, hikayelerinin yazılış, yayınlanış, sahneleniş öykülerinden de haber veriyor. Ve tabii, bitmez tükenmez seyahatlerinden… Avusturya’dan Almanya’ya, Paris’e, Londra’ya, Amerika’ya, Brezilya’ya gidiş gelişler, edebiyat söyleşileri, konferanslar… Bir şeyi daha: Zweig ve eşinin mektupları, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşının en sarsıcı tanıklıkları... Bu tanıklıklar, adım adım ölüme götürüyor Zweig’ı. İntiharından bir gün öncesine kadar sürdürdüğü mektuplarda Zweig, kendisini intihara götüren ruh çöküntülerini dokunaklı bir dille anlatıyor. Son mektubunda, mutlu olmasını ister Friderike’den. Bir gün önce de “Bütün dostlarıma selamlar yolluyorum.” diye yazar, “Uzun gecenin sonunda doğacak şafağı görmelerini çok arzularım! Sabırsız ben, onlardan önce gidiyorum.”
‘Dünün Dünyası’nı arayan ve barışçıl, aydınlık bir ‘kültür Avrupası’ düşü kuran Stefan Zweig, bu düşün acı bir şekilde yıkılışına tanık oldu. Hitler faşizmi, sadece Avrupa kentlerini değil, onun düşlerini de yakıp yıktı. 13 Mart 1938’de Viyana işgal edildi. Zweig artık bir vatansızdı. Sonra İngiliz vatandaşı oldu, ardından da yeni eşi Charlotte ile birlikte Brezilya’nın Petropolis kentine gidip yerleşti. Fakat acısı burada da dinmeyecekti. Brezilya, sokakta Almanca konuşmayı yasaklar… Avrupa’dan korkunç haberler gelmeye devam etmektedir. Bu acılara daha fazla karşı koyamaz Zweig ve evliliklerinin ikinci yılında eşi Charlotte ile birlikte intihar eder. ‘Bir mültecinin yaşamı daha alışılmış şekilde sona ermiş’tir.
Bir altın arayıcısı gibi okuduğum
‘Mektuplaşmalar’ın kahramanı elbette Friderike, o yürekli kadın... Tanıdığı günden sonra hep Zweig’ın yanında ve arkasında oluyor. O meşhur ‘Her başarılı erkeğin ardında güçlü bir kadın vardır.’ sözünü doğrular gibi... Zweig ayrılmak zorunda kalsa ve başka bir kadınla evlense de ruh yıkımları arasında ona saygı duymaya devam ediyor. Friderike olmasaydı, Zweig bunca verimli ve bunca tanınmış bir yazar olabilir miydi, tartışılır. “Mektuplar, Romanya buğdayı gibi çiçek açıp büyüyor.” diye yazmıştı Zweig bir keresinde. Büyüyüp çiçek açan ve hazin bir sonla biten bir aşkın içinden geçmenin sarsıntısı var üzerimde.
Mektuplar olmasaydı aşklar bu kadar ölümsüz olabilir miydi?
Zweig & Charlotte
www.zeldanilgunmarmara.blogspot.com/2007/10/ak-ve-intihar.html
Gönderen Ey'lûl
19 Kasım 2007
YALNIZLIKLAR - HASAN ALİ TOPTAŞ
artı
= yalnızlık + lar . . .
"insana en yakın yalnızlıktır insan"
1.
Neresinden bakılırsa bakılsın,
her cümlede bir çift göz vardır
ve her noktada bir insan.
O insan ki, bakar bize ve ötemize;
ve o insan ki, giyindiği zamanın gerisinden sorar
hep
kaygılanır, duraksar ve sessizdir;
ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün...
Ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
O, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.
sayfa9,
7.
Yalnızlık alıp karşına kendini
öteki kendinlerle konuşmaktır
Bakışmaktır öteki kendinlerle;
dövüşmektir.
Kimi zaman da, öldürmektir
içlerinde en çok sana benzeyeni,
benzemiyor diye.
Yalnızlık, öldürmektir.
sayfa31,
13.
Ölülerin dönüp dolaşıp bizde yaşamasıdır yalnızlık.
her ölü ölümünü kanıtlar,
yani yaşadığını;
ve biz durup dinlenmeden ölümlere ekleniriz,
kurtuluş yoktur.
yazılmamış kitaplardır ölüler
ve zamanın rafına kaldırılmış gümüşlerdir.
onlar ki, bir yanlarını bırakırken bize,
bir yanımızı götürmüşlerdir.
Bu yüzden alışverişimiz hiç eksilmez onlarla;
uçsuz bucaksız bir çölde
ya da dağların ardındaki bir dağ başında
kendi kendimizle konuşuyorken bile
onlarla konuşuyoruzdur.
dedikleridir dediklerimizin birazı,
birazı onlara diyeceklerimiz.
Hiç kuşkusuz dünya ölülerle ağırdır;
ve yeryüzü onlarla kalabalık.
İçimizdeki suç kurdu kımıldadıkça onları anarız.
çünkü, her diri ölüyü yağmalar
-ki, biz de bulaşmışızdır o talana.
ayakta kalma duygumuzu doyurmak için
bir atmaca olmuşuzdur
ölüye,
ay ışığında canlı canlı parlayan bir saltanat
kurmuşuzdur mermerden;
taşına yaldızlı harfler döşemişizdir ince ince,
ardından çiçek konvoyları yürümüştür
renkleri tekrarlayarak,
ardından gül şerbetleri, ilahiler,
sonra cennet yeşili hüzünlerin çekip çevirdiği törenler.
üstelik, ölümü biraz daha gerçek kılmak için
gazetelere ilan vermişizdir.
(Çünkü ölümler işitildiği an gerçekleşir
ve işitilen kadardır)
gene de her şey boşunadır;
biz öldürdükçe yaşar ölüler.
upuzun gölgeleriyle (ölüm insanı biraz daha büyütür)
içimizde gezinirler;
kımıltılarımıza dokunurlar hatta,
bakışlarımıza bulaşırlar.
Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık..
sayfa55,
YALNIZLIKLAR(1990) - HASAN ALİ TOPTAŞ
12.
Ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde
Yüzün gelirdi bir yerlerden bir ülke,
kokun gelirdi bir bahar
ve gülüşün gelirdi de bir düş gibi,
ille de kendini kendine vurmuşluğun gelirdi de;
ben hep şarkı sanırdım gökyüzünü
kimbilir kimin söylediği.
Issız teknelerle kıyılarıma koşardım hemen,
bakardım (bakmak uzanmaktır);
atlaslar yırtılırdı düşümün bir ucunda,
bir ucunda ben;
ve suların unuttuğu yunus hıçkırıkları vururdu alnıma,
dudaklarımdan tuz kervanları yürürdü.
Kervanlar ki, birer seraptır harami günlüğünde.
(...)
Anlardım ki, insan bir baskasındaki kendini okur;
ve okunan yalnızlıktır.
sayfa52,
30.
Kimileri düşer yalnızlığa,
kimileri yükselir.
Düşenler için ufuk yoktur artık;
bütün renkler beyazdır,
sesler birdir
ve yarın belki'dir,
dün süphelidir, bugün nerededir?
Üstelik, sular kaskatıdır,
yönler düğümlenmiştir.
Ve aynadır her şey;
tozludur anılarla,
kat kat kirlidir.
Düşenler için yalnızlık,
durup dinlenmeden akan susuz bir nehirdir.
Yükselenlere eşsiz bir ülkedir yalnızlık;
orada içlerini kazarlar sürekli,
derialtı şehirlerine inerler
ve kendileriyle tanışırlar her gün,
her saat, her dakika, her an,
her canavar
ve her kuzu kendileriyle tanışırlar.
Sonra, kendileriyle
kendilerinde başlayan insanlığın arasına otururlar.
Önlerinde buruşuk örtüler vardır,
yorgun maskeler,
uyuyan özlemler,
tılsımlar sonra
ve masmavi küfleriyle şablonlar
-ki, hepsi düştükleri yalnızlıktan gelmiştir
yükseldikleri yalnızlığa
Şaşrımışlardır,
şaşırırlar
ve elbette şaşıracağızdır.
Yalnızlık biraz da şaşırmaktır şaşamadıklarımıza.
sayfa 111,
9.
"Yalnızlık bir boşluktur içimizde;
sisli yamaçlarında babalarımızın
dev gölgesi dolaşır.
Babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
bir masal ağacına benzeyen ellerini uzatıp
ellerimizden
çocuklarımızı okşarlar.
Torunlarına baba derler sonra,
sürekli değişen sesleriyle
torun çocuğunda hortlayarak.
Babalar, alınlarımıza yazılmış yanlızlıklardır.
...
Babalar ki yalnızlıgın en uzun tarihidir
iclerinden gelip gectigimiz
sayfa37
sek yalnizlik
fotograf & siir "BorgesDefteri" ne tsklerim..ve Nilgün'e@+
Gece, gunduz sizinle gezer; yalnızlık.
Gunduz, gece sizinle gezer; yalnızlık.
Ben yanlızlıgı ne sanmıstım bu keresinde?
Gönderen Ey'lûl
16 Kasım 2007
13 Kasım 2007
NIKO GUIDO
Kaz Daglari Ölu Altin Bedenler
Dünyanın dengesi o kadar bozuldu ki, torunlarımızı nelerin beklediğini düşünmek korkutucu.Fotoğrafçı Niko Guido(Necip Yanmaz) "Çevre İçin Çıplak Hareket"i bu nedenle başlattığını söylüyor. Küresel ısınmayı, siyanürlü altını, dünyaya zarar veren insan elinden çıkma her şeyi nü fotoğraflarla protesto etmeye karar verdi. Önce bir sivil toplum hareketi adına fotoğraf çekmek istedi. Greenpeace dahil birçok kuruluşla görüştü ama projeyle ilgilenmediler. O da bireysel hareket etmeye karar verdi.
Nymph Su Perisi/Tuz Golu
Niko Guido(Necip Yanmaz)cevreyle ilgili ilk nü fotoğrafını geçen yıl Tuz Gölü’nün kurumasını protesto etmek için çekmiş, "Su Perisi" adlı fotoğraf beterphoto.com düzenlediği yarışmada 25 bin başvuru arasında birinci olmuştu.-2006
---
Gönderen Ey'lûl