^^ ИÍLGŰИ МAЯMAЯA ^^ : Mart 2008

31 Mart 2008

U Z A K / ORUÇ ARUOBA


Kişinin yaşamı, uzaklıklar ile yakınlıklar arasında yürür:
kişi, ne yaparsa yapsın, hep, ya, birşeylere _ birilerine _ yaklaşıyor,
ya da birşeylerden _ birilerinden _ uzaklaşıyordur _

hiçbirzaman, biryerde _ birileri ile birlikte _ duruyor değil :
hep yürüyor... Bu bilinç, zor. Canlı tutması, zor :
nelerden _ kimlerden _ uzaklaştığını _ uzaklaşmakta olduğunu _ düşününce, kişi, neleri _ ne çok kişiyi _ yitirdiğini anlar _
gittikçe, daha fazla...
Ama, o, şimdi uzaklaşmakta olduklarına bir zamanlar ne denli yakın olduğunu düşününce de ,
neleri _ ne çok kişiyi _ kazandığını anlar

Garip bir dengedir bu: Yaşadığı yakınlıklar ve uzaklıklar -yakınlaşmalar, uzaklaşmalar-, kişinin yaşamında karşı karşıya gelerek, hem bir yoğun çelişmeler yumağı, hem de bir uzun uyumlar dizisi oluşturur:
Yakınlaşmaları, çünkü, önceleri uzak olmuş; uzaklaşmışları da, önceleri yakın olmuştur — her bir yakını için bir uzak; her bir uzağı için de bir yakın…
Bu denge, kişinin, temelinden anlaşılmaz bir dengesizlik olan yaşamını bir bütün olarak kavramasını da sağlar; anlamış olduğunu sandığı hiçbirşeyi, aslında, kavramamış olduğunu anlamasını da…
Yaşam, belki, kavranınca uzak; anlaşılınca, yakındır — ya da, tersi…

Yaşamı, kişinin, eylemlerinden oluşur — bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde uzak olan; şu ya da bu ölçüde de yakın olanları vardır.
Yaşamı, kişinin, ilişkilerinden oluşur — bunların da, kişiye şu ya da bu ölçüde yakın gelen; şu ya da bu ölçüde uzak kalanları vardır.
Yaşamı, demek ki, kişinin başka kişilerle ilişki içindeyken bulunduğu eylemlerden; böylece de, başka kişilere yakınlaşmaları ve başka kişilerden uzaklaşmalarından oluşur — bunların (henüz bitmemiş) toplamıdır.


Böylesine bitmemiş toplamlar; ya da toplanmış bitmemişlikler, nasıl, toparlanıp bitirilebilir; ya da bitirilip toparlanabilir — burada, bu, deneniyor…

U Z A K




BAMBIE DEER THUMPER RABBIT - Best of Friends



"Tavşan Besleyene Kılavuz", s. 14-20

1.
Tavşan besleyen,
havuç da yetiştirmelidir.

2.
Tavşan besleyen,
evinde attığı her adıma da
dikkat etmelidir ——
tavşan, kendisine havuç verenin
ayaklarını tanır; zıplaya zıplaya,
geliverir...

3.
Tavşan besleyen,
evdeki bitkilerini de emniyete almalıdır —
hatta, kağıtlarını ve kitaplarını ve espadrillerini
ve halılarının püsküllerini ve yırtık blue-jean'lerinin
açıkta kalmış ipliklerini bile —— tavşan,
kemirebileceği herşeyi kemirir.

4.
Tavşan besleyen,
pazardan, maydanozu beşli demetlerle;
pancarları ve turpları, sapları;
kıvırcık ve marulları da, dış yaprakları
kesilip atılmadan almalıdır.

5.
Tavşan besleyen,
meyve ve sebzeleri —örneğin armutları
ve patatesleri— soyar ve ayıklarken,
olağan durumlarda olduğundan daha müsrif davranmayı da
öğrenmelidir —— tavşan besleyen için kendi yiyemeyeceği
ya da yemediği bitki kabukları, sapları, kökleri,
'çöp' değildir, artık...

6.
Tavşan besleyen,
evinin içindeki bütün geliş-gidişlerini,
gerçi hiçbir yargıda bulunmadan, izleyen;
ama, sürekli üzerinde tuttuğu gözüyle
çok temel bir talepte bulunan, bir canlı ile birlikte yaşamayı
—— onun varlık talebini
hesaba katmayı da, öğrenmelidir.

7.
Tavşan besleyen,
arada bir, iç çamaşırlarına dek
—pekâlâ : kokusuzca; ama, sıcak sıcak
ve yapış yapış...— ıslatılmayı da göze almalıdır ——
ya da, gecenin bir vakti, yatağında, koynunda,
kıpır kıpır bir canlı bulmayı...

8.
Tavşan besleyen,
ortalık fazlaca uzun bir süre hareketsiz kaldığında,
hemen şüphelenmelidir :
ya halıların püskülleri, ya balkondaki bitkiler,
ya da kurumaları için kitap yığınlarının üstüne,
gazete kağıtlarına serdiği kereviz yaprakları,
tehlikededir.

9.
Tavşan besleyen,
birlikte yaşadığı varlığın —canlının—, kendisini,
kendi hiç de ihtimal veremeyeceği —yakıştıramayacağı—
ölçüde iyi izleyebildiğini, hatta anlayabildiğini, giderek
tanıdığını ve bildiğini de hesaba katmalıdır
—bu böyleyse, bu bilginin nasıl birşey olduğunu
hiçbirzaman bilemeyeceğini bilse—;
bu, yalnızca kendi kurduğu birşeyse de; bunu da, pekâlâ,
bilse, bile...

10.
Tavşan besleyen,
bütün yakınlaşma çabalarının yanlış anlaşılmasına;
ama, her yakınlaşma çabasına karşılık hemen bir
yakınlaşma bulmaya da alışmalıdır ——
bunun, giderek, ne denli anlamsız olduğunu
anlasa da —— kendini hiç korkmadan ayaklarına
atan bir canlının bu korkusuzluğunun —güveninin(?)...—
nereden kaynaklanabileceğini de hesaba katarak...

11.
Tavşan besleyen,
daha önce ne yapmış olursa olsun,
en ufak bir yakınlaşma girişiminde
bulunduğunda, bütün geçmiş yapılanları unutup
—bağışlayıp(!)— yakınlaşacak
bir canlının sorumluluğunu üstlenmeye de hazır
olmalıdır —— bunun ne denli
anlamsız olduğunu bile bile...

12.
Tavşan besleyen,
kendisini sürekli anlamağa çalışan;
ama, hiçbirzaman anlayamayacak
—sürekli yakınlaşmağa çalışan; ama, hiçbirzaman
yakınlaşamayacak— bir varlığı anlamağa;
ona yakınlaşmağa, çalışmayı da öğrenmelidir ——
bile bile...

13.
Tavşan besleyen,
uzaktan ve sessizce kargışlanmaya da hazırlıklı olmalıdır
—— arada, gözlerinin içine —garip bir biçimde
anlayarak, bilerek— bakıldığını kurmaya da...







U Z A K / ORUÇ ARUOBA
_

30 Mart 2008

27 Mart 2008 Dünya Tiyatro Günü


Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi / Robert Lepage
Tiyatronun kökenine dair birçok hipotez vardır ama benim bulduğum, masal formundan alınmış ve en düşünce-kışkırtıcı olanıydı:
Bir gece, şafak vakti, bir grup insan taş ocağında ısınmak ve hikayeler anlatmak için ateşin etrafında toplanmış. Birdenbire, içlerinden birinin aklına bir fikir gelmiş. Ayağa kalkmış ve kendi gölgesini kullanarak bir hikaye canlandırmaya başlamış. Taş ocağının duvarlarında ateşten gelen ışığı kullanarak gerçeğinden daha büyük karakterler yapmış. Şaşkınlıkla bakan diğerleri her yaptığını anlıyorlarmış. Güçlü ile zayıfı, can sıkıcı ile canı sıkılmışı, Tanrı’yı ve ölümlüyü…
Bugünlerde şenlik ateşinin yerini projektörün ışığı, taş ocağındaki duvarın yerini de tüm mekanizmasıyla birlikte sahne almış durumda. Tüm bu kurallara ve geleneğe dikkatlice uyan titiz insanlar olarak, bu hikaye bize tiyatronun başlangıcındaki teknolojiyi ve onu bir tehdit aracı olarak değil, birleştirici bir unsur olduğunu anlamamız gerektiğini hatırlatıyor.
Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma, her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir?
Tüm karmaşıklığıyla birlikte dünyayı anlatmak için sanatçı, yeni biçimler ve fikirler ileri sürmek ve bu kalıcı ışık-gölge oyununda insanlığın siluetini çekip çıkarma yeteneğine haiz olan izleyiciye güvenmek zorundadır.
Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz. Ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz.

Robert Lepage
Quebec, Kanada
17 Şubat 2008
Orijinali Fransızcadır.
(İngilizce çevirisinden Türkçe’ye çeviren: Volkan Çağlayan)

Robert Lepage (1957-…)
Robert Lepage Kanada’nın en “ödül”lü tiyatrocularından biridir. Kanadalı oyun yazarı, oyuncu ve sinema yönetmenidir. 1957’de Quebec’te doğdu. 5 yaşında bir hastalık sebebiyle saçlarını kaybetti. Ergenlik dönemindeki bir depresyondan sonra utangaçlığını yenebilmek için drama okuluna kaydoldu. Quebec’te, Conservatoire d'Art Dramatique’te okuduktan sonra Paris’te Alain Knapp’ın tiyatro okulundaki atölye ve seminerlerine katıldı. Quebec’e geri döndükten sonra bağımsız yapımlar yaptı ve 80’lerin başında Théâtre Repère’e katıldı. Burada yaptığı “circulations” isimli yapıt Kanada’da “en iyi yapım” seçildi. Ottoawa’da National Art Centre’s’in sanat yönetmenliğini yaptı. Bu dönemde “Needles And Opium” gibi oyunları ve “Macbeth” gibi eserleri sundu. 1993’te ‘Ex Machina’ multi iipliner (çoklu sanat disiplininin bir arada kullanıldığı) bir kumpanya kurdu ve sanat yönetmenliğini yaptı. The Seven Streams Of River Ota ve iki kardeşinin annelerinin ölümünden sonra birbiriyle yarışmasıyla, Birleşik Devletler ve Sovyetler’in uzay yarışını karşılaştırdığı en tanınmış yapımlarından biri olan “The Far Side Of The Moon”u yaptı. Daha sonra filme de uyarladı. Bu kumpanyayla birlikte gerçekleştirdiği yapımlar dünyanın çeşitli yerlerinde sahnelendi. Lepage müziğe de bulaştı. Peter Gabriel’in Secret World turunun sahne yönetmenliğini yaptı ve operalar sahneye koydu. Son oyunu Danimarkalı masal yazarı Hans Christien Andersen’nin “The Dyrad” isimli eseridir ve uluslararası birçok ödül almıştır. Şu anda “The Image Mill” isimli, dünyanın en büyük mimari projektörü olacak bir proje için çalışmaktadır. Quebec Şehri’ni Bassin Lousie ırmağı çevresinde geçmişi, bugünü ve geleceği dört büyük çağa ayırarak (su yolları ve keşif çağı, yollar ve yerleşimler çağı, trenyolları ve gelişme çağı, uçak yolculukları ve iletişim çağı) bir ses, ikon ve fikirler mozaiği olarak sunduğu bu çalışma halen sergilenmektedir.
Alıntı


Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi 2008 / Orhan Alkaya
Bugün 27 Mart 2008, Dünya Tiyatro Günü. Bu kez önünüzde konuşmak görevi ve onuru bana verildi.
Ustam Muhsin Ertuğrul'un yazdığı ilk Ulusal Bildiri'nin otuz yıl sonrasında ve O'nun kurumsallaştırdığı tiyatronun doksan dört yıllık birikimine işçilik ettiğim zamanda.
Türkiye tiyatrosu hayli zamandır bir uzun geçidin tam içerisinde duruyor ve geçidin darlığı hayal gücünü bunaltıyor. Bu geçitten, binlerce yıllık ayrışık kültürel zenginliğimizle süzülmek, Dünya köyüne, kendi oyun oynama birikimimizle akmak üzereyiz.
Küçük bir köyde yaşıyoruz, ısınıyor yahut üşüyoruz, mutlaka seviniyor ve üzülüyoruz, farklı dillerde konuşuyoruz ve ötesi, daima hissediyoruz. Köyün bilgeleri ve onların söylenceleri, uzun, durağan hayat önermelerini kışkırtıyor, hepimizi tekçi dayatmalardan koruyup sakınıyor, yaşamak böyle anlam kazanıyor. Çünkü başlangıçta hayat şekilsizdir.
Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi? Pek az temel izlek var biliyoruz, ama yaratıcı insan kadar çok hikâye kurma ve anlatma biçimi de var. Tiyatro sanatı hayatı sıkıcı, ısrarcı bir düzenekten koruyup kollarken, yaratıcı insandan beslenir, besleniyor. Çünkü insan eşsizdir.
Olsa olsa henüz köyün sokaklarında saklı kalmış biçimler var ve yasak mahallelere ansızın girmek heyecan vericidir. Yeni biçimlere ihtiyaç duyuyoruz, çünkü tıkanmak ölümdür. Biçim özün ta kendisidir ve en çok biçim yasaklanır bilinebilen zamanda.
Aynı anda ileriye ve geriye, yani hayatı anlamlı kılacak kimyaya, yeryüzü yaşayanının şaşırtıcı imgelemiyle gidip gelelim -ki sahici tekliği, bugünde var olan İnsan'ı anlamlı kılabilelim. Bütün zamanları kapsayan ânda, bugünde!
Bugün daima yakıcıdır. İkaros'un kanatları elbette acıyacaktır ama kim güneşe o denli yaklaşmayı tasavvur edebilir ki? Çünkü ancak, yanmayı göze alan aydınlatabilir.
Tiyatro ümitsizliğin reddidir, çünkü oyun daima başlar. Şimdi ve burada, yeniden, oyun başlamak üzere.

Başlayalım öyleyse; hayatın gözden geçirilmiş yeni yorumlarına her zaman ihtiyacımız oldu. Bu ihtiyaç olmasaydı tiyatro ne işe yarardı -ki?

Orhan Alkaya
Rejisör
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları
Genel Sanat Yönetmeni

_

ADSIZ I - II / DüŞ SOKAGI SAKiNi





gerçekler nerde, hüzünler çoğalmış..
aşk için kurduğum düşlerin yerini,
kocaman yanılgılar almış.
geriye dönemem, ölümden beterdir yenilgiler.
Gözyaşlarım birer birer, uykularımda toplanmış.
gece oldu, sözüm bitti, uykum geldi, yatağım boş, üşüyorum, nerdesin?
tükendim artık, sen yoktun, hiç olmadın, ben ağladım, sen güldün, nerdeyim?

sevgiler nerde, gerçekler yalanmış.
aşk için kurduğum düşlerin yerini,
Kocaman yanılgılar almış.
günleri geçiremem, kalbimden düşer sevişmeler.
gidişlerim birer birer, özleminde çoğalır.
gece oldu, sözüm bitti, uykum geldi, yatağım boş, üşüyorum, nerdesin?
tükendim artık, sen yoktun, hiç olmadın, ben ağladım, sen güldün, nerdeyim?

Adsız Özlem / duet : Murat Yılmaz Yıldırım - Ece Minar
_

27 Mart 2008


Mevlana çiçeği

Kırşehir'de çekilen çiçek resminde ortaya çıkan semazenler ...

foto: Kırşehir Makine Mühendisi Ömer Çetiner "Sütleğen Çiçeği"

26 Mart 2008

İBRAHİM'İN BENİ TERKETMESİ




"...tamamlanmak bir hayat ister..."


Âdem'in Yalnızlığı: Dördüncü Gece, ikinci bölüm
Tacirler eski bir pazarda
Kehribar ve akik sattıklarında
Kaplanların gözleri parlar.
Ve parmakta taşınan renk bir kapı olur
Her şeye açılan.
Bir parmakta taşınan yüzük
Gizlediği zehir ve istekle
Sonsuzlukla tamamlanır
.


syf:39
[...]
ve terkedilişten önce
sonra belki de
tavaf edildiğinde kalan
nakış
ellerde.
kaderdir
kaderdir bir sütunun etrafında
çocukluğu döndüren
sensin belki de tavaf edilen
sensin elbette.
[...]


Bejan Matur, İbrahim'in beni terketmesi,
Metis, 1. basım, mart 2008

Otuz üç şiirin yer aldığı kitap dört bölümden oluşuyor:
I- Âdem’in Yalnızlığı,
II- Ve Melekler Sağ Omuza Konar,
III- İlk Konuşma
IV- Kaplanların Çizgileri.
_

_

25 Mart 2008


Altay Öktem
Sen bir dağsın esmer adamların durmadan kazdığı


bir dünya varsa eğer kitapların yazdığı

babamın anlattığı doğruysa yani; öyle bir dünya

sen dışındasın hem de merkezisin bir anlamda

eğri bir biçimsin birlikte yakalandığımız



kendisiyiz hep suçlanan bir sesin

yağmurda kaybolmuş bir kedinin korkusuyuz

ya da buna benzer bir şeyiz; hiçbirşeyiz



az çekilen bir ceza gibi tırmanmıştık hayatı

anımsa; aşk uzun süren uykusuydu evcil bir kışın

ya da öyle sanmıştık; bütün suçları işledik ne güzel



şimdi güpegündüz ben bir dağı kazmaya gidiyorum

sen bir dağsın esmer adamların durmadan kazdığı



hep başkalarının kollarında seviyoruz hayatı

raydan çıkan tren ne kadar severse enkazını

o kadar. onun kadar seviyorum inan suçlarını



aşk tek kişiliktir, bütün deliler bilir sayı saymasını

ve sarılıp yatmanın anlamı yoktur kaldırımlarda

eğer fazla yaşlanmışsak bir anda fazla ıslanmışsak



bir dünya varsa eğer kitapların yazdığı

yırt bütün kitapları beni sevdiğini kanıtla

yatağını açık tut bütün aşklara


_

24 Mart 2008

21 MART " DÜNYA ŞİİR GÜNÜ "


BİLDİRİ-2008
ŞİİR: "DİLİN İÇİNDEKİ YABANCI DİL"
AHMET OKTAY

Şiirin iç çekişinde ya da haykırışında duyduğumuz, varlığın ve varoluşun sesidir. Eğer şiir, en derin metafizik kaygıları olduğu
kadar, en güncel politik istekleri de dile getirebiliyorsa, bu ; hem toplumsal etkinliğimize hem de tinsel beklentilerimize ait oluşundandır.

Şiiri bir biçim sanatı olarak tasarlamak ya da tanımlamak, onu bir içerik sanatı olarak da tanımlamaktır. Biçimi olmayan hiçbir öz ve vice versa; özü olmayan biçim yoktur. Sadece ilişkiler ve karşıtlıklar vardır şiirde. Evet'le hayır arasında diyalektik bir gidiş geliş, Şiir budur.

Şiirsel imge, tam da Hegelci/Marksçı anlamda, karşıtların birliği ve çözülüşüdür. Tam da bu yüzden, şiirden hem her şey, yani tinsel ve toplumsal yaşamımızın olumlu ve olumsuz ögeleriyle dolmuş bütünlüklü görünümünü dillendirmesini hem de hiçbir şey olmamasını, yani göndergesiz bir söylem kurmasını bekleriz.

Ama son kertede şiir, Pindaros'tan bu yana, toplumsala gömülüdür (socially embedded) ve toplumsal olarak düzenlenmiştir (socially regulated).

Şiir, belirsizlikle doludur. Şair, başladığı bir şiir hakkında bir ön düşünceye sahip olsa bile, şiirinin bütününün ne olacağını bilmez. Şiir, bir yerde bilinçdışı ile bağlantılıdır. İrish Murdoch, şiirin "doymak bilmez her yerde oluşundan" söz eder. Evet, her yerdedir şiir.

Şiirsel dil, sınırları iyice belirgin bir şey'in ya da bir duyumun, betimi değil, bir haline geliş'in dilidir. Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir "dilin içindeki yabancı dildir"

Şiir, en uzlaşmacı göründüğü noktada bile, yabanıl ve hayırlayıcı olmayı başarır. Verili gerçekle yetinmeyiş, şairin başkaldırıcı gücünün besleyici toprağıdır. Şiirin düzeni, son kertede bir düzensizliği ima eder.

Küresel kapitalizm imgeler alanını, yani sanatsal alanı da sömürgeleştirmiş bulunuyor. Ama şiiri halâ sömürgeleştiremedi ve Pazar Ekonomisi'ne eklemleyemedi. Magazinel edebiyat basını, şiiri halâ manşet yapamıyor ve ayağa düşüremiyor. Nietzsche "çekiçle felsefe yapmaktan" söz etmişti.

Şair, halâ çekiçle yazabiliyor.

_
_
_

23 Mart 2008

iRTiCANIN DiBi YOKTUR


__22 Mart 2008__

_________ Cumhuriyet

21 Mart 2008


"intihar fiyakalı bir sustalı gibi durur şairlerin arka cebinde."


Birbirimizi Öldüreceğimizi Kimseye Söylemeyeceğim!

seni seviyordum ve
çocuk bahçelerinde intiharı düşünmek de artık yasaktı! ..

.
.
.

şiirlerimi yakmaktan vazgeçtim
senden sözetmeyi özlüyorum yalnızca
birbirimizi öldürmek için verdiğimiz söz, karşılıklı yemin
kimseye söylemedim
kimseye de söylemeyeceğim!
hep bir bukalemunu
ölümle yer değiştirmek için yaşadım ben...
gün oldu sarıdan tiksindim, ottan ürktüm
zamanı geldi içimde
burnu kanayan bir lise öğrencisi yarattım
ne kadar hırpalarsan hırpala bedenini
bir canı kendinden silkip atamazsın
insanı adaletle
aşkı herhangi bir çocukla değiştirmek için yaşadım..
uyruğum oldu sarı (saçların) , ota (gözlerine) taptım
küfrettim sana, lanet ettim, unuttuğunu sandım çoğu kez
ama ihanet etmedim verilen söze, edilen yemine
birbirimizi tanıdığımızı kimseye söylemedim
söylemeyeceğim de kimseye!

K. İskender
_

19 Mart 2008

DüŞ SOKAĞI SAKiNLERi


İzler
______________ karanliklar...

Uzaklardan bak bana
Kalbimdekini gör
Ne yollardan geçtim
Şimdi nerdeyim
Nerdeki bilinmeyendeyim
Limanlardaki Fener gibi
Bir yanıp bir sönmekteyim

Kömür karası saçlarına asın beni sevgilinin
Hüzünlü bir vedayla kaybolup gideyim
Şarkılarım ve günahlarımla
Göklerdeki ışıklara...

Korkuyorum içimdeki karanlıktan
Uğramıyor yanıma artık güneş
Yakınlarıma vuruyor gölgen
Avutuyor gözlerimi
Dilimde yaralı aşka dair kıpırdanışlar
Yanlış bir yalnızlığın bedelini ödüyorum şimdi

Kömür karası saçlarına asın beni sevgilinin
Hüzünlü bir vedayla kaybolup gideyim
Şarkılarım ve günahlarımla
Göklerdeki ışıklara...



Söz: Murat Yılmayıldırım
Müzik: Murat Yılmazyıldırım
Albüm: Kara Aşka Beyaz Göndermeler -I-II-
_


17 Mart 2008

LALE MÜLDÜR


SAATLER / GEYİKLER

[...]


IV

Güzel bir rüya:

Yanımda birisi

var, tanımadıgım

birisi. "Ben yokken

ne yaptın?" diyor.


"I didn't exist" diyorum.

"Ben de" diyor.



[...]



VI

Çok güzel bir rüya:
Helikopterimle uçuyorum
bayağı helikopter
kullanıyormuş gibi
oluyor. Boğaz'ın
üzerinden geçiyorum.
Çok güzel tanıdık bir
duygu. Rüzgârlara karşı
yana kırıyorum filan.
İtalyan aristokrat bir
kadın havaalanlarının
sahibi. Bana "Adamo
suyundan / nehrinden
içtin mi?" diye
soruyor. Hangi nehir
bilmiyordum ki diyorum.
3. uçuş rüyam.
O gece güzel
bir şey oluyor.





VII

Çok güzel bir rüya:
Asfaltın üzerinde
su var ama ayaklarım
ıslanmıyor.
Gauguin'in tabloları gibi.
Pembe çiçekli ağaçlar.
Yerlerde dev pembe
tropik çiçekler var.
Daha sonra La Croix
Blanche'da yemek yiyoruz.

[...]

_

14 Mart 2008

MAVi GöKYüZüM

"başımı hem göğe cevirdim hem de başımı egdim" aşka!

Bir bilgine sormuşlar tasavvuf nedir diye.O da şöyle cevap vermiş:
Hüzün geldiğinde kalpte duyulan huzurdur.
Senin olan seninledir.
EY Asi,,bil ki kazancın aşktır ...

inananlarin alameti yenilgidir,ama inananlarin yenilgisinde iyilik, (iyimserlik) vardır.
Mesnevi


......




13 Mart 2008

GöRKEMLi KAYBEDENLER


"bir insanın doğasındaki en özgün şey genellikle en umutsuz olandır"


ALTIKIRKBEŞ 6:45
Leonard Cohen
Beautiful Losers

Free Image Hosting at allyoucanupload.com

COHEN artık yeni bir albüm yapmıyor.

Hayatını bir zen manastırında sürdürüyor.


Leonard Cohen-Famous blue raincoat -1979

11 Mart 2008

LALE MÜLDÜR

SAATLER / GEYİKLER'den

gizem bir geyik başı gibi uzanıyor aramızda
boynuzlarında senin karmaşan ve sana ait bilmediğim,
bilmek istemediğim onca şey.
buna benzer çözemediğim bir çok şey
ormanda sarı yapraklar düşmeye başladığı zaman saçlarının arasından
sarı bir yaprak fosili boynunun tam kenarında
...
iki geyik ormanın kuytularında
birbirine sarılmış yatıyor.
boynuzları birbirine geçmiş...
...
kırmızı bir yunusun havada sıçraması olurdu senin gülüşün,
ama gülmüyorsun .
beni boğmak mı istiyorsun?
benim zaten boğulduğumu farketmiyor musun?
...
geyiğin boynunda kırmızı bir leke var
melankolimin tozu alındığında, kanayan bir yürek çıkacak ortaya.
iki geyiğin birbirine geçtiği yerde
orman ışığı kırılıyor.
"kalbin ilmini yap" diyor bir ses
aortanın kırmızılığı gibi geyiğin boynunda bir kırmızı leke...
...
geyiğin boynunu tuttuğum zaman elimde kalan pas lekesi
yada böyle birşey seni anlamaya çalışmak.
seni sevdiğim zaman kadife tüylü bir geyik ormanda su içiyor
yada yeşil kadife tüylü bir su akıyor boynuzlarımızın arasından.
...
dünya tatsızlığı kristalleşirken kimyasal bir çözeltide,
hiç bir şeyi çözemezsin...
bileklerini de kesemezsin
anti-maddeye kaçmak istersin sadece
bazen ama bir insanla bir şey olur
kısa süren bir şey
iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi
bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz.
...
ormanda bir kuş hızla dönüyordu.
aşık olduğumuz zaman
yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner
ve kaçmamız gerektiğini söyler bize
çünkü her şey çok fazladır
kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş
kendini ve etrafındakileri yaralar
tehlikedir onun adı...
bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez
kumrular sakindir bir tek
ben kumru değilim
sen de
...
seninle biz hiç kavga etmeyelim
çünkü geyikler kavga ettiklerinde boynuzları birbirine dolanır ve
ölürlermiş.
...
gece saat 3:30. senin için birşeyler yazmak istiyorum
ama gözlerinin karşılaştığın insanlara nasıl sevgiyle baktığından
başka birşey gelmiyor aklıma
içimdeyken bana bakışın bir de.
kumru değiliz biz
geyiklerin sonu da çok acıklı
ne kalıyor geriye?
...
gece 10'a doğru aradın
birkaç gün sonra dolunay olacağını, rakı içeceğini ve denize deniz
kızları için biraz rakı dökeceğini söyledin.
kıskandırmanın daha zarif bir yöntemi olamazdı ama beni daha fazla
kıskandırma olur mu?
dayanamam ben buna taş kesilir boynuzlarım.
içimdeki kuş ölür
...
"can you hear me major tom?"
...
doğuya bakan yüzünle bak bana ve kalbimin bir porselen gibi olduğunu
hiç unutma
çocuk gibi olduğumu söylemiştin zaten.
çocuk gibi yazdıgımı biliyorum bu kitapta
kırmızı mürekkeple boyanmış bir çocuk başı uyuyor kalbimde.
fosforlu gözleri açıklanamayan şeylerin merkezi gibi.
tıpkı bunun gibi açıklanamayan şeylerin merkezi olsun isterdim bu
kitap;
hiç kumru olamamış bir çocuk izini bırakırken onun üstünde;
ararken bir kumru oluş halini...
...
hayır saatleri, geyikleri anlatmıyor bu kitap.
bir kumru oluş halini anlatıyor,
yada bir kumru olamayış halini.
bazen birşey görünür gibi oluyor,
bazen bir şey görünmüyor.
bazen bir şey değişecekmiş gibi oluyor, bazen bir şey değişmiyor
bazen beni hep sevecekmişsin gibi oluyor,
bazen hiç sevmemişsin gibi...
bazen bu kitap açıklanamayan şeyleri anlatıyormuş gibi oluyor
bazen hep açıklanan şeyleri
bazen bu kitap senin gibi oluyor, bazen benim gibi
yani sen beni kumru yapmaya çalışırken benim kumru olamayış
halimi...
bazen bu kitap aşk gibi oluyor, bazen anti-aşk gibi....
...
hayır elbette saatleri, geyikleri anlatıyor bu kitap
insan ilişkilerinden bahseden bir kitap başka neyi anlatabilir ki?
bizim uslanmaz ruhlarımız hiç kumrulaşabilir mi?
suskuyla yanyana oturan iki kumru ...
iki sevgili yanyana oturarak uzun süre hiç konuşmadan...
yani kumrulaşabilir mi?

hayır elbette senin aradığın saatleri anlatmıyor bu kitap
aramadığın onca saatin dehşetini anlatıyor ancak.
ve çocuk gibi olmadığım , fazlasıyla realist olduğum için tek bir
saate doğru ilerliyor:
geyiklerin kavga edip, boynuzlarını açamayarak öleceği saate...
...
yine de kumru masalını sürdürmeyi deneyecek bu kitap
çünkü kumru olamaz dediğin anda
aşk da bitiyor kitap da!

daha kavga etmedik
boynuzlarımız birbirine dolaştı ama sadece ormanda uykuda.
bak hala "major tom" çalıyor pikapta...


LALE MÜLDÜR

08 Mart 2008


8Mart Kadinlar gununuz ,
Kut'lu ve Mut'lu olsun
sevgiler saygilar
_

05 Mart 2008

MUTLU AŞK YOKTUR/ARAGON



Milenium Konseri Zülfü Livaneli&Faranduri
_

Aragon
insan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
mutlu aşk yoktur

...



çev: AhmetNecdet-GertrudeDurusoy

03 Mart 2008

OPHELIA - W.SHAKESPEARE


Ophellia by Sir John Everett Millais (1829 - 1896)


Artist Delacroix, Eugène Ferdinand Victor
Title Deutsch: Hamlet und Horatio auf dem Friedhof
Year 1839



Hamlet / perde 3 sahne 1

Var olmak yada olmamak, mesele bu
Gözü dönmüş talihin sapanına, oklarına,
İçin için katlanmak mı daha soylu
Yoksa, bir dertler denizine karşı silahlara sarılıp
Son vermek mi onlara! ölmek uyumak
Hepsi bu ...ve bir uykuyla
Yürek sızısına ve bedeni bekleyen
Binlerce doğal darbeye son verdim diyebilmek
Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi
Ölmek uyumak... uyumak belki rüya görmek
Ha! iş burda çünkü o ölüm uykusunda
Şu fani bedenden sıyrılıp çıktığımızda
Göreceğimiz rüyalar bizi duraksatır ister istemez
İşte felaketi onca uzun ömürlü kılanda bu
Kim katlanırdı yoksa zamanın küfürlerine, kırbaçlarına
Zorbanın haksızlığına kibirli adamın hakaretlerine
Hor görülen aşkın acılarına, geciken adalete
Sabırla bekleyen erdemli kişinin
Değersiz insanlardan gördüğü muameleye
İnsan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesilebilecekken
Kim katlanırdı, bu yorgun yaşamın yükü altında
Homurdanıp terlemeye,
Ölümden sonraki bir şeyin korkusu olmasaydı?
Sınırlarını bir geçenin bir daha dönmediği
O bilinmeyen ülkenin korkusu kafamızı karıştırıp
Bizleri, tanımadığımız dertlere koşup gitmektense,
Başımızdakilere katlanmak zorunda bırakmasaydı?
İşte bunları düşündükçe
Ödlek olup çıkıyoruz hepimiz,
Ve işte böyle kararlılığın doğal rengi,
Endişenin soluk gölgesiyle bozuluyor;
Bulutları hedef alan büyük ve iddialı atılımlar
Bu yüzden yörüngesinden sapıyor
Ve bir girişim olmaktan çıkıyor adları.
Hey, o da kim? Güzel Ophelia!
Peri kızı, dualarında benim günahlarımı da unutma.


William Shakespeare


to be, or not to be: that is the question:
whether 'tis nobler in the mind to suffer
the slings and arrows of outrageous fortune,
or to take arms against a sea of troubles,
and by opposing end them. to die: to sleep;
no more; and by a sleep to say we end
the heart-ache, and the thousand natural shocks
that flesh is heir to, 'tis a consummation
devoutly to be wish'd. to die, to sleep;
to sleep: perchance to dream: aye, there's the rub;
for in that sleep of death what dreams may come,
when we have shuffled off this mortal coil,
must give us pause: there's the respect
that makes calamity of so long life;
for who would bear the whips and scorns of time,
the oppressor's wrong, the proud man's contumely,
the pangs of despised love, the law's delay,
the insolence of office, and the spurns
that patient merit of the unworthy takes,
when he himself might his quietus make
with a bare bodkin? who would fardels bear,
to grunt and sweat under a weary life,
but that the dread of something after death,
the undiscover'd country from whose bourn
no traveler returns, puzzles the will,
and makes us rather bear those ills we have
than fly to others that we know not of?
thus conscience does make cowards of us all,
and thus the native hue of resolution
is sicklied o'er with the pale cast of thought,
and enterprises of great pitch and moment
with
this regard their currents turn away,
And lose the name of action.--Soft you now!
The fair Ophelia! Nymph, in thy orisons
Be all my sins remember'd.



" VAR olmak ya da olmamak" / "öl/ME/mek

_

01 Mart 2008

AUTUMN LEAVES

Edith Piaf - Autumn Leaves

Édith Piaf (19 December 1915—10 October 1963) was a French singer (results from an Italian-Algerian family) and cultural icon who is widely accepted as the country's greatest pop singer.



"Autumn Leaves" is a much-recorded popular song. Originally a 1945 French song "Les feuilles mortes" (literally "Dead Leaves") with music by Joseph Kosma and lyrics by poet Jacques Prévert, English lyrics were written in 1947 by the American songwriter Johnny Mercer. It has become a pop standard and a jazz standard in both languages, and as an instrumental. "Les feuilles mortes" was introduced by Yves Montand in 1946 for the film Les Portes de la Nuit.

From Wikipedia, the free encyclopedia

 
Image Hosted by ImageShack.us